31 Aralık 2013 Salı

2008'in En İzlenesi Filmleri

Bugünden geçmişe doğru giden film listeleri hazırlayacağımı söylemiştim ve ilk sırada 2008 vardı. Ve işte karşınızda o liste. Listedeki filmlerden bazılarını izledim, bazılarını ise hala izlemeyi planlamaktayım. Filmler arasında eleştirmenler tarafından çok çok beğenilenler de var, epey hayal kırıklığına uğratan da. Br dilmin benim hazırladığım listeye girmesinin en temel sebebi benim kişisel meraklarım elbette (: Umarım siz de kendi zevkinize göre filmleri seçip izlersiniz bu listeden.

Mamma Mia!In BrugesDoubtThe ReaderVicky Cristina BarcelonaWall-eThe Curious Case of Benjamin ButtonThe Dark KnightSlumdog BillionaireIron ManRachel Getting MarriedLet the Right One InThe Karamazov BrothersWinter in WartimeHappy-Go-LuckyThe DuchessThe Boy in the Striped PajamasSeven PoundsThe Chronicles of Narnia: Prince CaspianStep Brothers

30 Aralık 2013 Pazartesi

Sanna Annukka tasarımları ve diğer şeyler

Pazartesi günü, hiçbir işim olmamasını fırsat bilerek sırt çantamı alıp, içine Harry Potter serisinin son kitabını, fotoğraf makinemi, not defterimi, kalem kutumu,, telefon ve cüzdanımı atıp, attım kendimi sokağa. Hava kapalıydı, dedim içimden en fazla soğuk olur, kalın giyinirsem çok da üşümeden dolanırım etrafta. Esas hedefim, evime pek yakın olan London Bridge'e gidip fotoğraf çekmekti, daha önce gözüme kestirdiğim minik kafelerden birinde de kahve içerken Harry Potter okumak. Peki ne oldu? Minik bir fırtına çıktı. Önce rüzgar, sonra yağmur, sonra ikisi beraber. Klasik Londra havası ve onun küçük şakaları. Şemsiye de yoktu yanımda, ama inat ettim. Islanmak pahasına yürüdüm, o kafeye de gidip kitabımı okudum. Neden bu kadar uzattım lafı hiçbir fikrim yok. Neyse, sonra erkek arkadaşım geldi yanıma. Bazen aklımıza minik hikaye fikirleri geliyor, bu sefer dedik ki, konuştuklarımız havada kalmasın, bir yere not alalım bunları. Hop hemen bir Waterstones mağazasına girip yukarıda gördüğünüz defteri aldık. Böylece Sanna Annukka tasarımlarıyla yolum kesişmiş oldu.Geometrik desenler, renkler herkes gibi benim de aklımı başımdan alıyor. Finlandiyalı bir anne, İngiliz bir babanın çocuğu olarak tasarımlarında İskandinav etkilerini görmek çok da zor değil sanırım. Kendisi hakkında yaptığım ufak çaplı araştırmadan da Finlandiya'da geçen çocukluk yılları çıkıyor zaten. Sanna Annukka'nın desenleri bir çok yerde kullanılıyor, özellikle Fin tekstil markası Marimekko için yaptığı çalışmalar epey ünlüymüş. Vogue, Topshop ve Apple da Annukka tasarımlarını kullananlar arasında!Web sitesi şurada, ama ben pek çözemedim sanırım sitenin işleyişini bu yüzden Google görselleri yardımıma koştu. Siz de tasarımcının adını Google'a, Pinterest'e yazarsanız bir sürü güzel şey göreceksiniz. Ben en çok tahta kuşları sevdim sanırım. Şu sitede de son çalışmalarını, alttaki minik gri oklar sayesinde görebilirsiniz. Ve şurada da kendisiyle yapılmış bir söyleşi var, İngilizce. Böyle işte, bazen böyle tesadüfen şahaneli tasarımcılara denk gelince çok mutlu oluyorum. Bu fotoğrafı Instagram'da paylaşınca kalem kutusu merak edildi. Clairefontaine ürünü, basit ve son derece kullanışlı. Erkek arkadaşımda da siyahı var hatta. Cetvel bildiğimiz tahta cetvel, onu da Waterstones'dan almıştım. Minik ayıyı artık birçok insan tanıyor. Ayı ve dolma kalem ise Paperchase ürünleri.

28 Aralık 2013 Cumartesi

Sabrın Sırrı

Sabrın sırrı sevdiğiniz ve size inanan insanlarda gizlidir. Başarısızlığın ilk işareti insanların vazgeçtiği ve amaçlarını ‘imkansız’ olarak yaftaladığı anda gelir. Bu desteğe ihtiyaç duyduğumuz andır.Başarısızlığa uğramadan ve sevenlerinizin desteğini almadan gerçek başarıya ulaşmanız mümkün değildir. Duygusal kaynaklarınız tükendiğinde hayatınız boyunca kurduğunuz ilişkiler size destek olacaktır. Alacağınız destek, yıllar boyunca verdiklerinizi yansıtır.Duygusal destek karşılıklılık ilkesi ile hareket eder. Dağları yerinden oynatacak etkiyi yaratmak için en önemli stratejiniz uzun ömürlü ilişkiler kurmak olmalıdır.

27 Aralık 2013 Cuma

La fontenden masallar / Ruhi Uzunhasanoğlu

Kaç gündür la fontenden masallar dinliyoruz… Efendim bu operasyon dış güçlerle birlikte çeteci cemaatin işidir. Anladık.O kısmı anladık kardeşim. Beraber yürüdüğünüz,yürüttüğünüz cemaat denilen canavar şimdi sizi “ham” yapmaya çalışıyor. Bunu yazan,söyleyen,dillendiren  insanlara yine beraber “Zulüm ” yapmadınız mı ? Nedim Şener,Ahmet Şık ve bir çokları “Dokunan yanar” dediklerinde duymadınız bile. Başbakanın “Kitap bazen bombadan daha tehlikelidir” dediğini dün gibi hatırlıyoruz. O insanları cemaati anlatan kitaplardan dolayı, sabaha karşı çoluk çocuklarının gözleri önünde gözaltına almadınız mı ? Hapishanelere atmadınız mı ? Gerçekleri yazanlara daha dün hep beraber “Terörist” demediniz mi ? Şimdi bize neyin masalını anlatıyorsunuz. … Dış güçleri.karanlık odakları,faiz lobisini , uluslararası sermayeyi ,çıkar ilişkilerini bize ne anlatıyorsunuz. Bunlarla içli dışlı olan,memleketin bütün kaynaklarını “babalar ” gibi satan ve bunu da müthiş başarılı işler diye pazarlayan,övünen siz değil misiniz ? Yalandan Amerikaya posta koymayın.Yemeyiz. Paralel devlet diyorsunuz ya , Amerika , Devletin bütün belgelerini iki nüsha tutuyor elinde.Haberiniz yok muydu ? İktidara onların onayını alarak gelmediniz mi ? … Bakın,soruşturma kendilerine  doğru yönelince ne oldu ? Hukuk’un üstünlüğü masalı da bitti. Cumhuriyet tarihinde görülmeyen bir ” Devlet krizi” yaşanıyor. Savcılar soruşturma başlatmak için polis bulamaz halde. Madem masumsunuz bırakın mahkemeler işini yapsın. Öyle diyordunuz  yıllardır.Hayırdır ? Bakın her adımınızda biraz daha batıyorsunuz. Hep söylüyoruz.Hukuk ve adalet herkese lazım. Cehenneme giden yolun  taşlarını döşüyorsunuz .Bu defa kendinize. … Uzatmayalım.. Çok basit bir soru soruyoruz ; Hırsızlık yapılmış.Hırsızlık.Kutu kutu paralar var ortada. Bu nedir ? Kimin parasıdır ?Nereden gelmiştir ? Önce bu soruya yanıt verin.Lafı dolandırmayın. “Cambaza bak” numarasına karnımız tok. Çok alıştınız tabii.Bir yaygara,bir şamata unuturlar nasılsa. Sahi Deniz Feneri ne oldu ? (Bak unutmuyoruz.) Çok şükür aklı ve vicdanı özgür fazlaca insan var bu ülkede. Siz ancak  din illüzyonu ile kandırdığınız yandaşları oyalarsınız belki bir süre daha. Ama bir süre daha.

Her masalın bir sonu var usta.

26 Aralık 2013 Perşembe

Yeni yılda izlemeyi planladığım 50 film

Film evreni, sinema hala bana epey uzak. Her sene daha iyi bir izleyici olmak adına kararlar alıyorum ama sonuçta pek değişiklik olmuyor. Neden böyle hiç bilmiyorum. Seviyorum da aslında film izlemeyi. Vakit ayıramıyorum sanırım. Hani olan vaktimi de şahane faydalı değerlendirmiyorum. Her neyse, ben yine bir umut yeni yılda izlemek için koskoca bir liste hazırladım. Biraz değişik bir liste.Öncelikle, toplamda 50 film olmasını istedim. Son 5 yılın (2009-2013) tek tek en iyi film listelerine baktım. Kendi zevkime göre her yıldan onar tane seçtim. Farklı türleri dahil etmeye çalıştım. Ben sonuçtan epey memnunum.Kim bilir, belki yine çok başarılı olamam film izleme konusunda ama listenin sizin işinize yaraması ihtimaller arasında. Olur da içlerinden izlediğiniz varsa yorum bırabilirseniz filme dair, pek sevinirim.Yeni yılda hep mutlu sonla bitmeli, bol gülmeli, üstteki şekerler tadında filmler izlemeniz dileğiyle.2013The HobbitStar Trek into DarknessDespicable Me 2The Great GatsbyOz: The Great and PowerfulGravityThe Best OfferStokerSide EffectsThe Conjuring

2012

FrankenweenieTiny FurnitureMoonrise KingdomSilver Linings PlaybookAmourThe Cabin in the WoodsPrometheusLes MiserablesThe Perks of Being a WallflowerRuby Sparks

2011

We Need to Talk About KevinCafe de FloreIn DarknessThe Adventures of Tintin: The Secret of the UnicornMelancholiaHugoHannaJane EyreSherlock Holmes: A Game of ShadowsFootnote

2010

Black SwanHow to Train Your DragonThe King's SpeechToy Story 3Winter's BoneThe Kids are All RightDespicable MeThe Social NetworkTangledEasy A

2009

UpAvatarWhere the Wild Things Are500 Days of SummerAway We GoPetit NicolasThe Imaginarium of Doctor ParnassusMary and MaxA Serious ManWhip It

Kopyalamanın Gücü ve Zaman Kaldıracı

Bugün sizinle, oldukça hızlı büyüyen, uzmanlar tarafından övgüyle bahsedilen, farklı farklı kesimler tarafından benimsenen Network Marketing iş modelini diğer sektörlerden farklı ve güçlü yapan iki özelliğini inceleyeceğiz; Kopyalama ve Zaman Kaldıracı..

Zenginliğe Giden Yol; Kopyalama..

network marketing kopyalama, katlamanın gücüÖncelikle kopyalamanın gücünden bahsetmek istiyorum.. Network Marketing sektöründeki kişilerin kopyalama diye adlandırdığı bu kavrama “katlama” da diyebiliriz. Kopyalamanın/katlamanın gücünü sıkça verilen şu örnekle anlatabiliriz; varsayalım ki, size iki seçenek sunuyorum, şuan vereceğim 1 milyon lirayı mı istersiniz, yoksa kendini 30 gün boyunca katlayan 1 lirayı mı? İlk bakışta 1 milyon, 1 liradan -kendini katlayan ifadesi bulunsa da- küçük gözüküyor. Hâlbuki kendini katlayan 1 lira, 20. günde 1 milyonu geçiyor. Bu katlama faktörünü kendiniz 3 veya 2 ile katlama hesaplaması yaparak da gözlemleyebilirsiniz. Mesela, 1 lira 20 günde 1 milyon oluyor ama büyük rakamlar son 3-4 günde oluşmaya başlıyor. Ve 30. günde ne oluyor biliyor musunuz? 1 milyarı geçiyor. Kısacası katlama faktöründe mükemmel bir güç vardır. İş dünyası için düşünürsek, katlama faktörünü aktif kullanmak bir ağ ile mümkündür. Katlama faktörünün bariz bir şekilde gözlemlendiği alanlara franchise(bayilik) sistemleri(Burger King, Starbucks vb.) ve kullanıcı bazlı internet projeleri(Facebook, Twitter vb.) örnek verilebilir.

Katlama faktörünün en mükemmel işlediği ve gözlemlendiği yer hiç şüphesiz Network Marketing iş modelidir. Katlama faktörü Network Marketing sektörü içerisinde genelde kopyalama olarak adlandırılır. Network Marketing işinde kopyalama mantalitesi basittir; işi öğrenirsin, ekibine dâhil ettiğin kişilere de öğretirsin ve öğretmeyi öğretirsin. Azim ve sabırla çalışarak bir süre sonra kopyalanarak/katlanarak büyüyen bir ağ oluşturabilirsin.

Özgürlüğün Diğer Adı; Zaman Kaldıracı..

zaman kaldıracıGelelim zaman kaldıracına, kopyalama ile ilişkili farklı bir kavramdır. Zaman kaldıracını “İş gücünüzün dışında kalan iş gücü/gelir kaynağı oluşturmak” diye tanımlayabiliriz. Bir nevi “para için çalışmak yerine zaman için çalışmak” da denilebilir. Yani siz şuan öyle şeyler yapacaksınız ki, ilerleyen zamanda sizin iş gücünüzün dışında size ait bir iş gücü (gelir kaynağı) oluşacak. Zaman kaldıracına uygun proje veya sektör örnekleri verebilirdim fakat zaman kaldıracını çalıştırmak daha çok işin kendisine değil, sizin planlamanıza bağlıdır. Örneğin, bir şirket kurdunuz ve gerekli çalışmalarla zaman içerisinde iyi bir noktaya getirdiniz. Şirketinizdeki çalışan sayısı 100 olsun, her kişinin günde 8 saat çalıştığını varsayarsak sizin şahsi iş gücünüzün haricinde kalan iş gücünüz günlük 800(8x100) saattir. Buradaki püf nokta şudur; Kurduğunuz sistem siz olmadan işliyorsa zaman kaldıracını aktif ve gerektiği şekilde kullanmışsınızdır. Sistemin –uzun vadede- iş gücünüze bağımlı kalmaması çok önemlidir.

Katlama faktöründe olduğu gibi zaman kaldıracının da en iyi kullanıldığı iş modeli Network Marketingdir. Fakat çok önemli bir nokta var; Network Marketing işinde ekibinizdeki insanlar sizin zaman kaldıracınızı oluşturduğu gibi, kendilerinin de zaman kaldıracını oluştururlar. Bu da Network Marketingi eşsiz yapan bir durumdur. İnsanlar burada bir veya birkaç kişi için çalışmaz, herkes birbirine güç verir, birbiri için çalışır.

Özetle, Network Marketing, Kopyalama ve Zaman Kaldıracı kavramlarından dolayı özgürlük ve zenginlik fırsatı sunan en iddialı iş modelidir. Bu iş modelinin ilerleyen yıllarda çok daha parlak yerlere geleceği, girişimcilerin gözdesi olacağı şüphe götürmez bir gerçektir.

Son olarak şunu hatırlamakta da fayda var; “Network Marketing, insanları zengin ve özgür yapmaz; zengin ve özgür olmak için gerekli ortamı ve fırsatı sunar.

Kaynak: Network Marketing

24 Aralık 2013 Salı

Derin Yara / Akın Olgun

Bazı yaralar iyileşmez. Ruhunuza bir ömür boyu yerleştirilmiş, yaralardır onlar. Ne zaman kanayacağını, ne zaman sizi acıtacağını bilemezsiniz. Bir an, bir sessizlik, bir görüntü, bir ses, bir çığlık. En çok da duydugunuz çığlıklar…“Diri diri yaktılar” diyen kadın sesi. Her yılın, 19 Aralığında içinize bırakılmış tüm acıları ayağa kaldırıp, derin bir boşluğa bırakır. (Artık tutunduğunuz her kadının, biraz yanmış olduğu duygusu kaplar içinizi.) Düşersiniz hiç durmadan, alabora olursunuz, insansızlığın dalgalarında. Tek tek geçer, gözünüzün önünden yüzleri. Bedeni kavrulmuş, kömür olmuş, ezilmiş, iğdiş edilmiş dost, arkadaş, yoldaş yüzleri. Tanıyamazsızsınız hiç birini. Öyle ezilmiş, öyle parçalanmıştır ki, “Kimdi acaba o?” dersiniz ama; bilirsiniz içimizden, içinizden biriydi onlar.

“Teslim olun ” diyordu, karanlığın arkasından bir ses. “Teslim olun, söz veriyoruz başınıza hiç bir şey gelmeyecek.” Her şeyi yaptıktan sonra hiç bir şey yapmayacaklarının sözünü veren o kalın metalik ses.Dışarıda ise çırpınan ailelerin çaresiz yüzleri. Cezaevinin içine asker taşıyan cemselerin önüne kendini atarak, “Önce bizi ezin” diyen, anneler ve homurtusuyla yürüyen o demir yığını aracın egzos dumanı. Devletin, insan öğüten dişlerinin arasından sızan kan, barut ,beton parçaları ve enkazın tozları arasında sırtta taşınan devrim bedenleri.

Diri diri yakılan kadınların, kömürleşmiş vücutları, geride kalanların ise erimiş tenleri. Yüzlerinden ve bedenlerinden bir naylon gibi eriyerek akan o ten.“İçlerine şeytan girmişleri, şeytandan kurtarma operasyonu” diyen, Ecevit’in tikine asılı kalan korkunç buluşun acımasız operasyon izleri. Ve izler yalan söylemez. Bakabiliyorsanız eğer, her yerde onlar.

Bir şair, bir yazar, cuntalar görmüş, cezaevine konulmuş ” kontgerilla var” diyerek, adı dağlara taşlara yazılmış bir adamcık. Ezilenin ezilene sunduğu, zulüm ne kadar da ağır. Titreye titreye ölmek düştü, ona da.

Asker avlusunda betona yığılmış, yaralı bedenlerin üzerinde yürüyerek, sek sek oynayan esmer asker ağırlığı. Acı değil, asıl çekilen, onuru kırılmış olmanın ağır düşüşü. Gazla, mermiyle, sopayla, tekmeyle, panzerlerle, ne idüğü belirsiz gazlarla, Skorsky helikopterler, binlerce asker ve özel harekatçı tüm dünyanın gözü önünde eşitsiz bir “çatışma”nın zafer ilanını yapıyordu, o büyük yalan ve geride tarihin en bilindik izi yani; ezilenlerin pıhtılaşmış kanı duruyordu. Üstünde postal izleri, üzerlerinde ulusal manşetler, üzerlerinde büyük puntolarla “hayata döndürüldüler” sırıtışları. Devlet adamlığı hep tebrik ister ya, tebriklerle sarılıp, öpüşüp, koklaşıp kutladılar, zalim eserlerini. Oysa tarih uyumuyor, kaydediyordu tüm yaşananları.

(Bugünlerde üç beş tank yürüdü diye, mazlum sığınağı örüp, içine sermaye dolduranlar, o gün alkış krizine yakalanmış “yakın bu cadıları” histerisiyle tebrik kuyruğuna dizilmişlerdi. Hatırlamayı ve birilerinin hatırlatmasını sevmiyorlar onlar ama; hep hatırlatacağız)

İçeride gerçeklik duygusunun izleri silinmiş, hayal ile gerçeklik arasında an’lar kalmıştı. “Devlet içerinin gücünü abartmış” diyerek, dövüşmeye “hazır”lanmış bir direnişin iç sorumluluğu hiç konuşulmadı ve konuşulmayacak belki bir on yıl daha. Çünkü konuşmak, üzerine kurulmuş koca bir dünyanın altında kalma riski taşır. Oysa bu risktir, gelecegi sağlama alacak olan. Yanılsamalar, dokunulmaz bir kutsaliyet içine sokuldukça gerçek ama; sadece gerçek gecikecek belki o kadar.

Her iktidar, alfabenin harfleri ile açtığı cezaevlerini kokteylli basın tanıtımı yaparak başlıyordu işe. “İnsan için” diyorlardı. Tutsakların insan olduğunu hatırlayıveriyorlardı, her cezaevi açılışında. Meyve sularını ve hazırlanmış kanepeleri midesine indiren basın ise ertesi gün bu cezaevlerini öve öve bitiremiyor, koğuşlara, hücrelerin içindeki masalara konan yapay naylon çiçeklerin resimlerini dayayıp, “haber” geçiyordu. Cezaevi övmenin görgüsüz bir ayılık oldugunu kanıksayarak hem de. O naylon çiçekler gibi yapaydı, duyguları çünkü…

F-Tipi cezaevleri işte böyle sunuldu, kamuoyuna. Ring araçları operasyondan kalanları zincirleyip, bu canavarın ağzına taşıdı, hiç durmadan. Kapıda resmi ve siviller, ellerinde ameliyat eldivenleriyle tutuyorlardı, coplarını. Tutsakların bileklerine geçirilmiş, zincirlerden tutup, hızla canavarın içine doğru taşıyorlardı. Bir anda, yok oluyordu giden. Canavar, hiç doymuyordu. İçeride, korkunç bir işkence, insan etini parçalıyordu.

Aylar, mevsimler, yıllar devrildi. Balya balya tabutlar çıktı, F- Tiplerinden. Açlığın, kuş tüyü kadar hafiflettigi bedenler. Yüzlerce hafızasız tutsak, yoksul ailelerine teslim edildi. Yüzlerce insan, bu travmayla hayatın kenarına itildi.

Kalan sağlar bizim olmadı, olamadı.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Bu hafta Instagram

Bundan sonra Instagram'da paylaştığım fotoğrafları bloga da koymaya karar verdim. Belki hoşunuza gider bol Londralı kareler (:

Burada sevdiğim peyniri bulmakta epey zorlandım. Sonunda çocuklar için epey süslü paketlerde satılan bu yuvarlakları buldum. Kaşar ve krem peyniri arası bir tadı var. Paketleri tadından daha leziz bana kalırsa.

Şeftalili ürünlere her zaman zaafım oldu. Bu duş kremi ise bugüne kadar en başarılı bulduğum şeftali kokusu taklidi sanırım. Hani epey eskiden şeftalili Spice Girls lolipopları vardı, içinden çıkartma çıkardı. İşte o kokunun aynısı.

Neredeyse iki gün aralıksız mektup yazdım. Yılbaşı tebrikleri de eklenince neredeyse bir tükenmez kalemi yarıladım. Yoruldum ama sonuçtan memnunum.

Bu aralar yine çok fazla çay ve kahve içiyorum. Geçen sene kahveye koyduğum şekeri pat diye sıfırladığımdan beri içim rahat bir şekilde içiyorum ama içmemeliyim. Bu konuda kendimden şikayetçiyim. Sanırım tek 'kötü' alışkanlığım kahve ve bazen çay.

Bu hafta güzel gezdik tatili fırsat bilip. Havada bir değişiklik yok, gri ve soğuk. Karşınızda ünlü London Eye. Binemedik hala, önünden geçip duruyoruz sadece. 

Londra'nın en sevdiğim parklarından biri. St.James Park. Diğer parklara nazaran daha dağınık, daha az planlı. Bu nedenle çok daha doğal. İçinde bir de minik göletler ve yüzlerce sincap var. Ördekler de var hatta. Hava kapalı olmasına rağmen çok güzel dolaştık, keşke yanımızda yiyecek bir şeyler olsaydı da sincapları besleseydik dedik, evet o kadar evcilleşmişler (:

Koca kuyruğuyla tombul bir sincap yine bir şeyler kemiriyor.

Nadir güneşli günlerden birinde uzun yürüyüş sırasında kendimizi şehrin en turistik yerlerinden birinde, St.Paul's de bulduk. Çok heybetli bir bina, bak bak bitmiyor. Güneş tam da burada biraz kemiklerimizi ısıttı.

Waterstones'da bulduğum Matildalı şey. Kitap ayracı ya da duvar süsü, ne olduğundan emin değilim ama ben pek sevdim. Bir şey Matildalı olur da sevilmez mi?

İngiltere'nin en eski, en ünlü şekerci dükkanlarından biri Hardy's. Bir arkadaşımıza yollamak için çikolata aldık buradan. Dükkanın içindeki renkler, kokular her şey o kadar şahane ki, anlatmak epey zor. En kısa zamanda bir daha gitmeyi planlıyorum.

Ve evet, tekrar okuyorum Harry Potter'ın son kitabını. Yanında da sade kahve. Bu kapak tasarımını görmemiştim, ben çok çok beğendim. Bu da bitince ne olacak bilmiyorum, bana acilen yeni seri bulmak lazım. Bu aralar Harry Potterlı, Yüzüklerin Efendisili günlerimi çok özlüyorum. Belki Taht Oyunları'na tekrar başlarım.

Ve Big Ben!

Cumartesi sabahı kahvaltısı. O kadar karanlıktı ki hava sabah olduğuna inanmak zor. Bu kitabı da okuyorum bir yandan, birilerini beklerken okumak için almıştım bir anda, sevdim. Büyük aile kahvaltılarını çok özlediğimi fark ettim.

Ve yine London Eye. Bu sefer daha yakından. London Eye fotoğraflarını çok seviyorum galiba (:

18 Aralık 2013 Çarşamba

KÜRESELLEŞEN TÜRK-İSLAMCI NURCULAR: GÜLEN CEMAATİ / Dr. Mustafa PEKÖZ

Gülen cemaati sadece Türkiye’nin iç politikasında tartışma gündemine girmiş bulunmuyor, aynı zamanda uluslar arası alanda da tartışılan ve dikkatle izlenen bir harekettir. Türkiye’nin geleceğini belirleyecek politikalarda etkin olmaya başlayan Gülen Hareketinin belirleyeceği stratejisi aynı zamanda bölgesel denklemin Türkiye yönünü belirlemede önemli bir faktör olacaktır. Saidi Nursi geleneğini takip ettiğini söyleyen, ancak küresel düzeyde, ekonomik ve politik bağlara sahip olan, buna uygun bir örgütleme modeli yaratan Gülen Hareketinin ayrıt edici özellikleri anlamak giderek önem kazanıyor.  Said Nursi’nin fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia eden ve görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayan Gülen, entelektüel düzeyde gelişen İslamcı düşüncenin toplumun geneline yayarak etkin kılınması için önemli bir çaba içerisine girdi. Böylece, birincisi, İslamcılığın toplumsal bir örgütlenme modeli olarak ‘özel ve kamusal’ gibi her iki alanda yaşam bulması için Nursi’nin de özel olarak benimsediği ‘İslami aydınlanma’ projesini uygulamaya büyük bir önem verdi. İkincisi, Gülen, Nursi döneminin tarihsel ve sosyal koşullarının nispeten değiştiğini bu nedenle Risale-i Nur Külliyatı’nın (RNK) yeniden yorumlanması gerektiğini belirtir. Üçüncüsü, kamusal alanın İslamlaştırılması için devletin merkezine yakın durmayı tercih eder ve örgütlenmesini buna göre belirler. Toplumun kendi öz değerlerine sadık kalınarak ekonomik, sosyal ve teknik değişim ve ilerleme olarak anlaşılan ‘modernlik’ Gülen’e göre kamusal alanda yenilenmiş bir İslami bilinç öngörür.[1] Dördüncüsü, Nursi’de belirgin olmayan ‘İslam’ın millileştirilmesi’ görüşü, Gülen tarafından ‘millilik’ olarak resmileştirilir. Böylece cemaat örgütlenmesini salt ‘ümmetçilik’ olarak değil, ‘ulus-ümmetçilik’ biçiminde yani ‘Türk-İslam’ olarak formüle eder. Beşincisi geçmişlerinden farklı olarak İslam’ın küreselleştirilmesine özen gösteren Gülen hareketi, ulusal ve küresel eksenli bir çalışmayı esas almaktadır. Küreselleşmenin getirdiği ideolojik-politik değişime kendisini uyarlayarak, küresel güçlerin politikalarına uyumu esas alır. Altıncısı, İslami cemaat toplulukları bölgesel ve uluslararası güçlerle çok yakın ilişkiler kuramadı ve daha çok içe kapalı bir politika izlemeyi esas aldılar. Gülen ise tersten bölgesel ve uluslararası ilişkilere çok önem vermektedir. Hatta gücünün ana kaynaklarından biri de uluslararası alandaki ilişkileridir. Yedincisi, kendilerini Neo-Nurcu akım olarak tanımlayan Gülen hareketinin öğrencileri, biçimsel ve içerik olarak, Gülen ile özleştirmeye büyük bir özen gösterirler. Kullandıkları sözcükler, davranış biçimleri, hitabet tarzı vs. birbirinin kopyası biçimindedir.Gülen, her döneme uygun geliştirdiği örgütlenme modelini ‘gönüllüler hareketi’ üzerinde yapmaktadır.  Toplumsal örgütlenme modeli olarak ‘dershaneler’ ile seçkin kadrolarının hazırlandığı ‘Işık Evleri’ Gülen’in geleceğin İslamcı ‘altın neslinin’ yetiştirildiği merkezler olarak ön plana çıkar. “Işık evleri, yurtlar, kolejler, , üniversiteler ve sivil toplum örgütleri” Gülen hareketinin temel yapısını oluşturmaktadırlar. Hem ulus-devlet merkezini, hem de Türk-İslam dünyasını yönetmeye aday “İslami düşünceyle yoğrulmuş milli kimlik sahibi” Türk-İslam sentezi perspektifine uygun kadroların yetiştirilmesi Gülen hareketinin öncelikli görevleri arasında bulunmaktadır. Bu bakımdan Gülen hareketinde eğitim çok önemli bir yer tutar. Modern çağa uyumlu, geleceğin ideal yöneticileri olarak lanse ettiği ‘altın nesilleri’ yetiştirmek için gençliği oldukça önemser. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında açtığı okullarla küresel Türk-İslam’ın misyonerlerini yetiştirmeyi hedeflediğini sıklıkla vurgularGülen hareketi, İslam’ı özel alandan çıkarıp kamusal alana egemen kılmak, sistemin merkez gücü haline getirmeyi temel bir strateji olarak benimsedi. İslamcılığı toplumsal dönüşüm projesi olarak kabul ettirmek için küresel entegrasyonu sağlamayı ve mevcut ekonomik-sosyal olanakları da kullanarak egemen bir güç yaratmayı hedefledi. Bunu yaparken, pragmatizmi İslamcılığın çıkarları için kullanmakta tereddüt etmiyor. Uzun yıllara dayanan bu örgütsel ve politik çalışmanın sonucu olarak Gülen cemaati sistemin önemli iktidar güçlerinden biri haline gelmesinde bu bakış açısının önemli bir etkisi var.Gülen hareketinin izlediği politika, hangi biçimde olursa olsun devlete yakın durmayı tercih etti. Dahası devlet içerisine nüfuz ederken, güncel politikanın dışında durma görüntüsü vererek siyasilerle iletişimini hep dolaylı kurmaya özel bir önem verir. Örgütlenme stratejisinin esasını devlet içinde örgütlenerek sistemi bütünlük olarak ele geçirme üzerine kurdu. Kadrolarına zamansız her çıkışın ‘ihanet’ olduğunu söyleyen, onların her istediğini ‘içiniz kan ağlasa da yapın ve böylelikle güven kazanın’ diyen Gülen, devletin iktidar gücünün önemli bir halkasını oluşturuyor ve son günlerde yaşanan çatışmanın bir tarafı olarak ön planı çıkıyor. Hatta hem devlet içinde ele geçirdiği güç merkezleriyle,  hem de “haberleşme ve seyahat vasıtalarının inanılmaz derecede geliştiği ve dolayısıyla dünyanın büyük, global bir köy haline geldiği günümüzde… elektronik, bilhassa dijital elektronik teknoloji, fertlere bile mahremiyet dairesi bırakmadığı”[2] biçimindeki söylemini iktidar olmanın bir şantajı/aracı olarak sıklıkla kullanıyor.Entelektüel bilgi ile pratiğin birleştirilmesine özel bir önem veren Gülen hareketi, kitlesel motivasyonu Türk-İslam sentezi etrafında çevreler. Bu, aynı zamanda ‘Müslümanların kimlik arayışında ortaya çıkan farklılaşmada, ‘Türk-İslam’ kimliğinde ‘Türklüğü’ ön plana çıkartmaktır. Bu yaklaşım, pozitivist-seküler olarak adlandırdıkları Kemalist rejimle buluşma noktalarını oluşturmaktadır. Bu bakımdan sanıldığı gibi Gülen, ideolojik olarak Kemalist hareketle çatışma halinde olmayıp, onunla birçok alanda ideolojik buluşma noktası bulunuyor. Gülen kendisini Nurcu olarak tanımlamakla birlikte Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç gibi milliyetçi-İslamcı kesimlerden çok daha fazla etkilendi.[3] Gülen’in milliyetçilik anlayışına göre “Türkiye’de yaşayan, Osmanlı geçmişini kendi geçmişleri kabul eden ve kendilerini Türk olarak gösteren Türk kabul edilmelidir.” Bununla Kemalistlerden daha farklı olarak Türklük alanını Osmanlıların tarihsel sınırlarına kadar genişletir.[4]   Bu özelliğiyle Gülen cemaati, esasen Türkiye’deki diğer İslamcı cemaatlerden ve hatta Erdoğan’ın temsil ettiği ‘Milli Görüş’ geleneğinden ayrılır. Diğer cemaatlerden ümmetçilik vurgusu, Gülen’de ise Türklük çok daha fazla çok daha ön plana çıkar. Bu nedenle Türk devletinin üzerinde şekillendiği üniter yapıyı tereddütsüz ve koşulsuz destekler. Böylelikle Türk devletini ‘din ile millet arasındaki bağın kurulmasının ve ideal Türk-İslam toplumunun yaratılmasının en önemli araçlarından biri’ olarak görür. Gülen, sürekli vurguladığı asr-ı saadet dönemini çağımıza uygun bir tarzda düzenleyebilecek olan ideal İslam toplumunun ancak Türk-İslam ülküsü tarafından sağlanabileceğini belirtir. Ayrıca Gülen hareketinin ideolojik gıdası haline gelen Türk İslam sentezi,  ‘komünizm ve teröre karşı devletin NATO politikasını’ çok açık olarak destekler.İslam’ı siyasal alanın bir konusu olarak görmediğini vurgulayan Gülen aynı zamanda politikanın gündelik sorunlarını İslam ile bütünleştirme çabasından geri durmaz. ‘İslam demokrasi, demokrasi İslam değildir’ der. Demokrasinin bir ‘teferruat’ olduğunu söyler. Demokrasiyi dünyanın yöneldiği bir sistem olarak görür ama Allah’ın düzeninin yerini asla tutmayacağını belirtir.[5] Gülen’in stratejisinde demokrasi yoktur, devleti Türkleştirmek-İslamlaştırmak vardır. Toplumsal özgürlüklere hiçbir vurgu yapmaz, ama söylemlerinde İslami kurallara dayanan bir hükümetin var olması gerektiğini vurgular. Bu hedefe varmak için diğer cemaatlerden çok farklı araçlar kullanır. Her dönemin dengelerine uyarak kendine alan açar, bunun için Haziran 1980’de ordunun darbe yapması çağrısında bulunur ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesini aktif olarak destekledi. Aranmasına rağmen, camilerde verdiği vaazlarında Kenan Evrene laf söyleyenin ‘dişini sökerim’ sözleri biliniyor. 1999 yılında Ecevit’e aktif destek vererek. Seçimlerde birinci parti olmasında ve hükümet kurmasında aktif bir rol üstlendi, diğer cemaatler 28 Şubat’a karşı tutum alırken, Gülen,  dolaylı destek sundu. Bu her adımı, kendisinin sistem içinde güçlenmesine olarak sağladı ve bugünkü mevcut iktidarı bütünlüklü belirleme noktasına geldi.Gülen’in modernlikten anladığı felsefi ve sosyolojik değil teknik bir durumdur. Amacı da küreselleşen dünyada “modern alanlarda İslam’ı etkin kılarak bireyi hem cemaat içinde üretmek, hem de bireyleri ve toplumu kontrol edecek ‘modern’ örgütsel ağlar inşa etmektir. Bu sebeple hareket bireyin özürlüğü ve yaratıcılığı konusunda son derece muhafazakâr olsa da Müslüman ve modern (örneğin modernliği tüketim anlamında) olmayı olanaklı görüyor mümkün görüyor.[6] Küresel alandaki gelişmeleri, toplumsal bir değişim olarak değil, teknolojik olarak görüp, örgütsel çalışmanın önemli bir aracı haline getirmesidir. Bu bakımdan her türlü teknik gelişmeyi iktidar gücü olmanın bir aracı olarak kullanmakta ve katı bir örgütlenme modelini oluşturmaktadır. Gülen hareketinin,  soldaki entelektüellere ve insan hakları savunucularına yönelik saldırılar ve özellikle siyasal düşüncelerinden dolayı çok yaygın tutuklanmalar karşısında devletin yanında yer alması, kendi politik stratejisiyle tam bir uyumu ifade eder.[7] Özellikle Kürt sorununda oldukça katı bir tutuma sahip olan Gülen, Kürtlerin toplumsal taleplerinin karşılanmasına esasen karşıdır. Her ne kadar ‘ana dilde eğitim verilmeli ki, biz Kürtlerin kendi dilleriyle damarlarına girelim’ demişte olsa, Kürtlerin, stratejik anlamdaki demokratik taleplerine karşı çıkmak bir yana, Kürtlerin ve Alevilerin ‘köküne kibrit’ atmasından yanadır. Politik çıkarlar ve dengeler içerisinde ‘demokratik’ bir sistemden bahseden Gülen, devlet kurumlarındaki örgütlenmesiyle, anti-demokratik mekanizmayı işletmede ve totaliter rejimi güçlendirme önemli bir rol oynuyor.Küreselleşmenin bütün toplumsal ilişkileri zorunlu olarak etkilediğini belirten Gülen, küreselleşen İslam’ın geliştirilmesi düşüncesini de gündeme getirir.  Ekonomik ve sosyal yaşamda meydana  gelebilecek bir değişimin İslam dünyasını da yönlendireceğini belirtmekle birlikte, İslam’ın toplumsal işlevinde reformlara kapalı duruyor. İslam’ın siyaset ve toplum ilişkisini daha çok küresel ilişkilerin yeni modern kavramları ile bütünleştirmeye yönelirken İslam’ın toplumsal değerlerinin özünde bir değişikliğe yönelmez. Örneğin türbanın İslam dünyası içinde bir teferruat olduğunu belirtirken, kadının toplumsal yaşamdaki eşitliğinden hemen hemen hiç bahsetmez.[8] Bu bakımdan küreselleşmenin ekonomik liberal eğilimlerini dikkat çekerken, toplumsal alanda İslamcılıkla çelişen özel bir durum katiyen izin vermez.Gülen hareketi, üzerinde yükseldiği sosyo-ekonomik taban da şekillendiriyor. Yeni ‘İslamcı’ kimlikli bir yönetici sınıfının oluşmasının çok önemli olduğunu vurgulayan Gülen, devletin yönetim ilişkilerinden ekonomik gücün belirleyici olduğunun farkındadır. Bu amaçla küresel sisteme adapte olmuş İslami sermayenin egemen bir sınıf oluşturmasına bütün gücüyle katkı sunmaktadır. Gülen cemaatinin ayrıt edici özelliği, genel olarak İslamcı bir sınıf yaratmaktan çok kendi sınıfını yaratmayı esas almıştır. Böylelikle cemaatin işadamları grubunu yaratarak küresel dünya ekonomisine bağımlı ülke içerisinde ekonomik gücünü oluşturmayı temel bir ilke olarak benimsemiş bulunuyor. Böylelikle farklı sektörlerde çok yaygın ekonomik birlikler kurması ve bunlar arasında sıkı ve merkezi ağlar örgütlemesi, onun stratejik bir güç olmasını sağlayan bir başka önemli faktördür. Bireysel girişimcilikten çok cemaatin kolektif ekonomik sistemi çok daha ön plana çıkıyor. Bütün bunları uygulamaya özen gösteren Gülen hareketinin genel olarak savunduğu düzen, kendisine özgü İslamcı bir karakter taşıyan kapitalist küreselleşmeye uyumlu neoliberal ekonomik sistemdir. Gülen hareketi, liberal piyasa ekonomisini açık olarak savunur, küresel sermaye ile ilişkilerini geliştirir, diğer birçok İslami gruptan farklı olarak ‘Türk milliyetçiliğiyle serbest piyasa ve modern eğitim temalarına birlikte vurgu’ yapar.[9] Uluslararası küresel güçlerle olan ittifak içerisinde, devletle iç içe geçerek Türkiye’nin siyasal iktidarını aşamalı olarak değiştirmeyi ve İslam dünyasını bir vakum gibi saracak bölgesel Türk-İslam eksenli bir güç haline getirmeyi ana hedef olarak seçmiş bulunan Gülen, bun sürecin son halkasını tamamlamak üzere gibidir. Bunun tamamlanıp tamamlanmaması tamamen bölgesel ve uluslar arası güçlerin çıkarları ve stratejik yönelimleri belirleyecektir.

Ancak Eğer küresel sermaye’nin onayını ve desteğini arkasına alırsa Cemaat, AKP ile iç iktidar mücadelesinden çok daha kapsamlı bir çatışmaya hazırlanacaktır. Gülen’in kasetlerinden bunu görmek mümkün. Elindeki yargı, polis ve medya gücünü kullanarak hamlelere başlayabilir.

 

Gokyuzu9@aol.com

[1] OZDALGA Elizabeth, “Worldly Ascenticism in Islamic: Fethullah Gulen’s Inspired Piety and Ac- tivism”, Critique, 2000, sayı: 17, syf:24-28.

[2] GÜLEN, “At the Threshold of a New Millennium”, The Foutntain, No:29, 2000, syf: 24

[3] ERDO⁄AN  Latif, Fethullah Efendi: Küçük Dünyam,  Ad. yay. İstanbul, 1995, syf: 67

[4] YAVUZ, age, syf:297.

[5] AKMAN Nuriye, “Fethullah Gülen’le Röportaj” Sabah gazetesi, 25-30 Ocak, 1995.

[6]YAVUZ Hakan M., “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce/İslamcı- lık, Cilt;6, İstanbul, 2004, syf:296.

[7] YAVUZ, age, syf:301-302.

[8]  age, syf:24.

[9] ESPOSİTO John, İslam Tehdit Efsanesi, Ufuk kitapları yay. İstanbul, 2002, syf:167.

Azmin Muhteşem Örneği - [Buz Devri - Scrat :)] (VİDEO)

Sanırım Scrat'ten almamız gereken çok ders var. :)

Kaynak: Network Marketing

Bir Müziğin Hissettirdikleri

(Albinoni’nin Adagio’sunu dinlerken aşağıdaki kelimeler döküldü… ve paylaştım.) Gitme vakti gelmişti.Ama daha pek çok güzel şeyi yaşamamıştık bile.Fakat dünya o kadar da adil değildir. Ya da biz mi korkağız bilemiyorum?Keşke yeni biri ile tanıştığımızda geçmişimizi de taşımasak yanımızda.Her şey o zaman daha güzel olur.Herkes doğasını anlayabilse ve kendini teslim edebilse… ve yapması gerekeni yapsa.Fakat sosyal varlıklarız aynı zamanda. Başkaları ne der?Onaylanma ihtiyacımız atacağımız adımlarda ‘başkalarının düşüncelerini’ çok önemsememizi sağlar.Belki de ...

17 Aralık 2013 Salı

Gördüklerimiz… Yaşadıklarımız… Kırılganlığımız… / Misak Tunçboyacı

Kırılganlığı başka herhangi bir sonuçtan çok daha iç kıyıcı, çok daha yıkıcı ve tahribatın boyutunu göstere gelen bir edim olarak tanımlamak mümkündür. Yok, yere değil muktedir eliyle handiyse bile isteye, göstere göstere yapılan her tahakküm öznesinde / öncesi ve sonrasında / varlığı artan bir edimdir kırılganlık. Biteviye biçimlendirmelerin nihai ayrışımlardan başka bir sonucu vaat etmediği bu yerde yıkımın kendisidir kırılganlık.

 

Herkesin ve her şeyin tekillikten ibaret, tek parça yapılandırıldığı, bellendiği, tek tipleştirilmiş, tornadan aynı çıkmış olduğunun avaz avaz duyurulduğu bu yerde, bu zamanda asıl nerelerden darbe aldığımızın vesikasıdır o kırılganlık. Her hamlede bir hezimetin sunulduğu, onca hezimetin hepsinin bir potaya, bir güne dâhil edildiği bir yerde nefes aldığımız anlarda varlığını göstere gelendir kırılganlık.

 

İradenin Allah’ın her günü sınava dönüştürüldüğü bu ülkede ve demokrasinin en ilerisinde asıl derdin her ne olduğunu bildirendir kırılganlık. Merkezin tamı tamına ortaklığın müşterekin lime lime edilmesinin karşılığıdır kırılganlık. Çokluğun linç edildiği, sözün beş kuruş etmez hallere havale edildiğini gösteren yansılardan, tavırların bile isteye yara açmak, yaraları deşmek ve daha fazla kırmak, dökmek, unufak edip yok etmek üzerinden şekillendirildiğini muştulayandır kırılganlık.

 

Yaşıyor muyuz bahsinin neden bu kadar sıklıkla karşımıza çıktığını anlamlandırabilmek için de önemli bir edimdir kırılganlık. Her türlü hak mahrumiyeti söz konusu olduğunda onu başkalarına, başka örneklere; öncüllere referans etmeye gereksinim bıraktırmayacak seviye ile yeniden dönüştüren, danışıklı dövüşlerle üzerimize salan bir muktedir algısının enikonu en kuvvetli olduğu en gözünü kararttığı meseledir kırılganlık.

 

Çoğunluğun beklentilerinin yüzde hesaplarıyla akıllara nakşedilmiş olanla her defasında söylenen yüzde ellilere karşı yüzde elliler ile ifade edildiği bir yerde, ifşaatın sınırlarında olan bitenlerin bunca vurdumduymazlık ile karşılanmasındandır kırılganlık. Her ne oluyorsa oluyor ama muktedirin yoluna engel olarak belledikleri, karşısına yüzdeleri çıkarta geldiği, istatistikî rakamlardan, lobilerden, fobilere arası hiç boş kalmayan yaftalamaların mekânına sahiplik eden bir meseledir kırılganlık.

 

Döküp, kırdıkça illa bu şiddetle değil sözün en sukut halinde bile kendini gösteren bir menzildir değindiğimiz. Acıyı kanatmaya devam eden, acıları bir politik mesel olarak çekiştirip, sündürüp, pejmürde eden yetmez amma lime lime ettiği her meselede olduğu gibi bundan da mağduriyet kotarmaya girişen bir ülkenin esaslarından birisidir kırılganlık. Onca söze karşılık hepimize bildirilen bir nihai sonuçtur çok daha açık ifadeyle; kırılganlık kalemimizin kırılmasıdır.

 

Tahakkümün biyopolitik söylevin geçer akçe bellenmesinden bugüne kadar ilerleyen her dönemeçte, her yirmi dört saatlik süreçte yeniden ve yeniden yapılandırılan, kırılan kalemler çoğaldıkça yekten her şeyi küçük kıyametler ile halletmeye hazır ve nazır bir aklın tezahürüdür… Gördüklerimiz… Yaşadıklarımız… Kırılganlığımız.

 

Henüz her şeyin tamama erdirilmediği bahsinin yükseltildiği her şeyin başlangıcında olduğumuzun ilanının aralıksız duyurulduğu bir yerdeyiz. Şimdi karanlığın modern zamanlardaki en gerçek-en keskin halindeyiz. İkamet ettiğimiz o nokta, bugünün şartlanmışlıklarda dünü kendine örnek aldığı her alanda muktedirin gerçek niyetini anlamlandırmaya yardımcı olacak çıkışlara, çıkarsamalara ev sahibidir.

 

Soluk almak söz konusu olduğunda o duruma bile menfi ya da müspet diye görüş bildirilebilecek bir yapının ta kendisidir denkleştirmeye çalıştığımız. Dün Gezi’de olanları bir biçimde sindiremeyenlerin bugünün politik ikliminde bütün bu halk kalkışmasından kendine en makbul anları iç etmek için kullana geldiği bir yapımın ta kendisidir. Her şeyi tükettirirken o isyan güncesini de, o güncenin içerisinden hayatlarımıza dahil olan söz etme gayretini de, cesaretini de yerle yeksan edebilmek, biri bitmeden bir başka fena ya da kötüye yol verebilmek için tercih edilenleri dosdoğru göstermektedir.

 

Kırılganlık yok yere değildir hani her gün aynı cümleleri kuruyormuşuz gibi görünse de her günümüze eylenenleri yan yana, üst üste istiflediğimiz sözleri bir kere daha gözden geçirdiğimizde bu kırılganlığı, bunca ceberutluğun sonucunda olanları fark edebilmek mümkün olacaktır. Nihayetinde bilindik kılacaktır. Her şeyi dönüşüm paravanının arkasında ağır aksak, sessiz sedasız ama mutlak bir biçimde sindirmeye amaç edinen ülkünün her neye yol verdiği böylelikle bir kez daha anlaşılacaktır. Bir kez daha hayatın elimizden çalınmasının farklı eksen ve çıkarsama ile kotarılan halleri tehditleri ve daha fazlası artık bilinesi, duyulası ve anlaşılasıdır.

 

Yara her yanımızı kapsamaktayken, yaygınlaşırken Berkin Elvan’ın başına getirilenlerin muallâkta konulmasıdır. Yahut ta Ali İsmail Korkmaz davasının akıbetinin şehirden şehre seyyahlığı, her yerde aynı kayıtsızlığın cismanileştirilmesidir. Elbette uyumaktan herhangi bir adalet tecelli edemeyecek hale dönüşmüş hâkimlerin bulunduğu Ethem Sarısülük’ün davasıdır bu mesel aynı zamanda.

 

Kilitli kapıların ardında davası gerçekleştirilen Mehmet Ayvalıtaş’ın kıyamıdır düşünülmesi gereken. İnadına damdan düştü denilerek karartılmaya en başından bu yana devam edilen Ahmet Atakan’ın katledilmesinin ardında olanların karanlığıdır sorgulanması gereken. Hala ve inatla Lice’de katledilen Medeni Yıldırım’ın Kalekol nam barışırken bile savaşmaya devam edeceğini deklare eden bir devlet aklına kurban edildiğini hatırlatmaktır vesselam.

 

7 Aralık’ta Gever’de Gerilla mezarlığına yapılan  saldırılara yönelik protesto gösterilerinde Mehmet Reşit İşbilir’in ve Veysel İşbilir’in kolluk kuvvetince katledilmesinin, sanayi işçiliğinden terör örgütü üyesi olarak atfedilmelerine kadar bir dolu hazin olanın birlikteliğidir bir kez daha söylenmesi gereken. Yalanlar imal edilmeye devam edendir! Bir kaç gün sonra Bemal Tokçu’nun da İşbilir’lerin cenaze töreninde katledilmesidir zerre abartısız. Sözüm ona ileri demokrasi güncesinde gerisin geriye 90′lı yıllar yeniden gerçekliğimiz kılınmaktadır.

 

Kırılganlık, bütün bunlardan çok daha fazlasında elbette görünecektir. Birinin sözü diğerinin davasının akıbeti, bir diğerinin kenti veya semti talan edilmekten kaçınılmayacak bir bedel olarak önümüze her dem çıkartılacaktır. Neyin bedelidir sorgusunun daima uzağında tutulacağımız bir heyula. Her günümüz kıyametin başka bir şeceresiyle donatılırken insana kastın, doğaya kıyımın birisi diğerinden farksız hazin tavırların, asap bozucu yargıların ve yaftalamaların arasında ve ortasında kırılganlıktır çoğalan.

 

Her şeyin ve her günün bunca kör, bunca şirazesinden çıkmış olan bir devlet mekanizmasının insafına terk edildiği bir yerde yaşayabilmek amaların ve fakatların koynunda değil, şüphelere tam da istenildiği her dem bahsedildiği gibi ayrışarak değil sözü işiterek, yarayı görerek, önemseyerek mümkün olacaktır. Kırılganlık meseli laf ola beri gele bir mesel değildir. Her canımız yakıldığında, her günümüz karartıldığında, her birimizin kıyısında dolaşmaya devam eden lanetli gölgenin karşısına çıkıp hesap sorabilmenin gerekliliğidir hatırlanmasıdır en elzem olan, gerekliliğimizdir.

 

Aslolan ne kimliklerimiz, ne aidiyetlerimiz, ne şu ne buyumuzdur. Belki de en gerekli olan, öncelikli olan şey sesimizdir içimizden ta içimizden yükselmeye devam eden. Bunca kırılmaya, bunca hakaret, tehdit ve tenkitin ve kıyamın kıyısında sestir hepimize bu kırılganlığı aşabilmeye yardımcı olacak ötesi değil. Meram kısıtlandırılmış meram örselenmeye devam edilen, harap, viran eylemeye devam eden ömrü çalmaya, hayatı yok etmeye ant içenlere inat, inadına bir Pir Sultan Abdal deyişidir;

 

Ulu mahşer günü olur divan kurulur

Suçlu, suçsuz gelir orada dirilir

Piri olmayanlar anda bilinir

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

9 Aralık 2013 Pazartesi

En güzel resimli çocuk kitapları listesi

Bu aralar yine çocuk kitaplarıyla aklımı bozdum. Bu kadar işin içinde kaçış noktam oldu sanırım. Bu nedenle bu listeyi hazırlamam şarttı. Goodreads'de bulduğum şu listeden seçtiğim 20 taneyi listeledim orijinal adları ile. Çoğu benim küçükken çok severek okuduğum kitaplar. Okumadıklarımı da en kısa zamanda okumayı planlıyorum. İnternette arattığınızda mutlaka karşınıza şahane ilustrasyonlarıyla beraber çıkacaklardır. Umarım siz de en az benim kadar seversiniz, döner döner çizimlere bakarsınız.The Polar Express - Chris Van AllsburgAnimalia - Graeme BaseStellaluna - Janell CannonOwl Moon - Jane YolenRapunzel - Paul O. ZelinskySaint George and the Dragon - Margaret HodgesMadeline - Ludwig BemelmansRumpelstiltskin - Jacob GrimmThe Twelve Dancing Princesses - Marianna MayerThe Snow Queen - Hans Christian AndersenLetters from Father Christmas - J.R.R. TolkienA is for Annabelle - Tasha TudorGwinna - Barbara Helen BergerThe Tale of Peter Rabbit - Beatrix PotterThe Secret Lives of Princesses - Philippe LechermeierMiss Spider's Tea Party - David KirkHow the Grinch Stole Christmas - Dr. SeussMelisande - E. NesbitThe Complete Book of the Flower Fairies - Cicely Mary BarkerThe Vary Hungry Caterpillar - Eric Carleimage

4 Aralık 2013 Çarşamba

Okuyan Kedi Tumblr'a geri döndü

Bu blogu oluşturalı 3 seneden fazla oluyor. Belki de 4. Bloga ilk günlerinden itibaren bir de Tumblr sayfası eşlik ediyordu, orada da takipçiler vardı. Bloga koyduğum yazıları oraya da koyuyordum. Geçinip gidiyorduk. Sonra ne oldu bilmiyorum, tahminen bloga verdiğim uzun aralardan birinin dönüşünde Tumblr unutuldu, daha doğrusu ben unuttum. Birkaç gün önce yeniden canlandırmaya karar verdim. Birkaç değişiklik yaparak.

Okuyan Kedi Tumblr sayfasında sadece görseller olacak gibi gibi bundan sonra. Bazen benim çektiklerim, bazen paylaşılanları paylaşmalar şeklinde. Tumblr nihayetinde iyi bir göz şenlendirici ve ilham verici. 

Umarım seversiniz.

okuyankedi.tumblr.com

Aşk Acısının Yararları

Aşk acı verir, çünkü isteseniz de istemeseniz de aşk değişime yol açar. Ve değişim acılı, sancılı bir süreçtir.Çünkü değişim belirsizdir, değişim geçmişi geride bırakmak demektir.Geçmişte yaşadıklarımız çok acı bile olsa en azından o acılarla nasıl başedeceğimize dair bazı yöntemler geliştirmişizdir ama belirsiz, bilinmeyen bir şeye karşı nasıl bir savunma mekanizması geliştirebiliriz ki?Bu yüzden acımız büyür ve korku ortaya çıkar. Eski yaşantımız rahat da olsa, zor da olsa yeniye gitmek korku vericidir. Yumurtadan çıkan kuş aynı acıyı duyar. ...

2 Aralık 2013 Pazartesi

Nerelerdeyim?

Ne alemdeyim? Aslında bıraktığınız yerdeyim ama işler işler, sonu gelmeyen şeyler... Bu yüzden bloga yeni yazılar ekleyemiyorum. Ama Instagram'da tam gaz fotoğraf paylaşmayı ihmal etmiyorum. Yazacak bin tane de şey birikti. Kısa kısa bahsedeyim bu aralar ne yaptığımdan.Bu aralar hatıra ve biyografi türlerine merak sardım. Boş bulduğum her an daha önce hiç adını duymadığım adam ve kadınların hayatlarını, anılarını okuyorum. Pek keyifli, pek ilginç.Hava inanılmaz soğudu. Soğuktan dudak, el hatta yanak çatlar ama ayak çatlar mı? Ayaklarım soğuktan çatladı. Ama kar yağmadı, henüz.Yılbaşını ve büyük Noel tatilini (okullarda 1 aylık bir tatil var, ara tatile denk geliyor) burada geçireceğim. Bu da demek oluyor ki 1 ay az ders, çok gezmek, bol blog yazısı.Soğuktan olsa gerek, sürekli şekerli şeyler yiyorum. Instagram'da takip edenler durumun ciddiyetinin farkındalar tahminen. Söylemesi ayıp, sabah bir oturuşta 7 tane çikolatalı kurabiye yedim. Ama küçüklerinden. Doğumgünüm haftaya Cuma. Sadece 7 gün kaldı (:Bu kadar.

19 Kasım 2013 Salı

Londra'da Hafta Sonu, #6 - Green Park

Yakın zamana bir ödev teslimim var. Ama ben ne yapıyorum, elbette son gün gelene kadar kendimi ödev hariç her şeyle oyalıyorum. Sabahtan beri bin tane şeker yedim, havalara baktım, gelip geçen insanları izledim bir de blog yazısı yazmışım çok mu? Bir süredir güzel güzel yerler geziyorum. Hepsini de paylaşıyorum Twitter'dan, Instagram'dan, oradan buradan. Çok iddialı bir laf olacak ama çok samimiyim, 23 yıllık hayatımda gördüğüm en güzel ilk 5 yere girer sanırım Green Park. Bu Cumartesi klasik İngiliz havası kıvamındaydı, sabah şahane güzel bir güneşle uyandım. E hadi Hyde Park'a gidelim dedim. Ama bu sefer biraz akıllı davranıp beremi, eldivenimi de alıp çıktım sokağa. Jubilee Line üzerindeki Green Park istasyonunda erkek arkadaşımla buluştum. Ve pat! Park karşımdaydı. Ben biraz yürürüz, metro istasyonun dibinde de değildir herhalde diye düşünürken, bu ülkede 3 dakikada bir metro istsasyonu olduğunu unutmuştum. E tabi hava da kapamıştı o sıralarda, artık söylemeye gerek bile duymuyorum. İngiltere'de güneşin günlük ömrü 3 saat. Her neyse, başladık yürümeye. önce Green Park'ı gezeriz sonra da Hyde Park'a gideriz dedik. Tabii Green Park'ın da epey büyük ve şahane güzellikte olduğunu bilmiyorduk.Park, bildiğimiz park. Ağaçlar devasa, orada burada sıcak içecek ve waffle satan kulübeler var. Çimler yeşil, üstü silme kahverengi yaprak. Yürü yürü bitmiyor. Bitiyor aslında ama pek de bitmesini istemiyorsunuz. Turistik de bir yer. Çıkışı Buckingham Sarayı'na açılıyor. Kalabalığı tahmin edersiniz. Biz herhalde 1-2 saat dolandık parkta. Sonrasında hem hava karardı (hava 4-5 gibi kararıyor), hem de Hyde Park için pek enerjimiz kalmadı.Green Park Batı Londra'da. 19 hektarlık bir arazi üstünde. Hyde Park ve St. James Parkları arasında. Parkta sadece çok yaşlı ağaçlar bir de nergisler var. Nergisleri biz göremedik. Söylenene göre, çok çok eskilerde parkın şimdi bulunduğu alan vefat eden cüzzamlı kişilerin gömüldüğü yermiş. 18. yüzyıla kadar da Londra'nın epey dışında, pek de tekin olmayan kimselerin uğrak yeriymiş. 19. yüzyılda havai fişek gösterilerinin yer aldığı bir mekan olmuş.  (Bu bilgiler Wiki'den) Batı Londra'ya daha önce hiç gitmemiştim ancak gelir seviyesi epey yüksek kesimin burada yaşadığını duymuştum. Gördüm, öyleymiş. Yüzlerce mağazanın bulunduğu geniş caddeler var. Park haricinde ben pek sevmedim bu bölgeyi, mağazalar arasında bomboş dolaşmak sıkıcı geldi. Ama Noel zamanı tahminen pek ışıltılı olacaktır. O zaman bir daha gidebilirim. Bir de neredeyse tüm konsoloslukların bulunduğu bir yer var, yerin adını tam hatırlamıyorum. Bu sokaklarda da çok güzel minik bahçeler var. Ama özel mülk olduğundan girilemiyor. Cumartesi günü park, bahçe dolaşarak geçti anlayacağınız. Sonrasında da İtalyan restoranına gittik. Nasıl acıkmışsam bir dev pizzayı yedim. O günden geriye de bu fotoğraflar kaldı. Blog fotoğraflarında fotoşop var mı diye mail geliyor bazen, yok. Bilmiyorum zaten öyle afilli şeyleri. Konstrast ayarlarını yapıyorum sadece, onun için de bir program kullanmıyorum. Beğeniyorsanız, oley.Bu arada, bu aralar Instagramı'ı epey aktif kullanıyorum ve gittiğim her yerin fotoğrafını çekiyorum. Bir de bol bol şekerleme fotoğrafı çekiyorum nedense. Kullanıcı adım: okuyankedi

Televizyonda Başarının Sırları

Psikoloji Bilimi ile Televizyon Dünyasındaki BenzerliklerTwitter’dan veya Facebook’tan beni takip edenler, neden reytinglerle bu kadar ilgilendiğimi soruyorlar. İki nedeni var, birincisi; insanların neyi izlediğini, neden izlediğini takip ediyorum ve bu işim olarak günceli takip etmemi sağlıyor. Bu sayede edindiğim bilgileri daha sonra işimde, seminerlerimde kullanıyorum. İkincisi; televizyon programı hazırlığında olduğum için, bu işin ‘neden’ ve ‘nasıl’larını bilmem gerekiyor.Daha önce Cine5 kanalında kendi programımı yaparak televizyon dünyasına adım atmıştım. Çekimden montaja her türlü işle bizzat ilgilenmek zorunda kaldığım için ...

13 Kasım 2013 Çarşamba

Kedisiz hayat neden çok bayat?

"Ev, kedinizin olduğu yerdir."

Londra’ya geliş hikayemi binbeşyüzaltıncı kere tekrar etmeme gerek yok sanırım. Geldim, ve 'tüm' kedilerim (iki tane) geride kaldı. Yaşlı kedim ailemde, genç kedim de erkek arkadaşımın ailesinde. Nasıl özlüyorum bilemezsiniz. Belki de bilebilirsiniz. Kedisiz hayata hiç alışkın değilim. Kedisiz hayat çok bayat! Tam 90ların klişe sloganları gibi oldu. Her neyse, bu bayat ve yavan tadın sebeplerini açıklayayım:

Kedi(leri)nizi özlüyorsunuz. Her şeyini. En çok da oyunları. Benim için en güzel çalışma molası, ben çalışırken bir köşede uyuyakalan kedimi uyandırıp önce burnunu ısırmak sonra da gıdıklamak olmuştur. İşte artık bu yok. Molalarım sıkıcı pencereden dışarı bakmalardan, Candy Crush oynamalardan ibaret.Kış geceleri soğuk ve acımasız. Yıllar geçiyor ve yaşlanıyoruz, her gün biraz daha üşüyoruz. Kış gecelerinin vazgeçilmezi bir adet kedi, tercihen bol tüylü. Şöyle siz uykuya hazırlanırken battaniyenizin altına girecek, ayaklarınıza sokulacak ve sabaha kadar kum çuvalı gibi hareket etmeden fosur fosur uyuyacak.Bazı kediler her daim aç. Böyle kediler de en çok yemek vakitlerinde özleniyor. Benim minik kedim Ayı’nın açlık genlerine işlemiş gibidir. Londra’ya geldim geleli ne zaman güzel bir şeyler yesem, ah şimdi burada olsaydı da lokmaları boğazıma dizene kadar gözlerini ayırmadan bana baksaydı diyorum.Hayatta minik heyecanlar şart. Yaramaz bir kediniz varsa her gün yeni yeni maceralar demek. 10 dakikadır sesi mi çıkmıyor, kesinlikle dolaplardan birinin (kimbilir hangisinin) en ücra köşesinde saklanıyor; aniden şirinlik mi yapmaya başladı, kesin arka odalarda bir işler çevirdi...Tırmık izleri aslında yaşanmışlıktır ve biraz da korkunç görünümlü eller ve kollar demektir. Birkaç aydır ellerim pürüzsüz, lekesiz ve pamuk gibi. Çünkü gece ben uyurken onları kemiren, masa başında yazı yazarken bunu oyun sanıp ellerime saldıran kimsem yok.Kedileri şahane zaman tüketicilerdir. Bir tek kendileri değil, tüyleri de yeterlidir bunun için. Diyelim ki kışları kadifeden vazgeçemeyenlerdensiniz. Ve yine diyelim ki o gün bordo kadife pantalonunuzu giymişsiniz ve olur ya, herkes sanki o gün sizi bir yerlerde bekletmeye sözleşmiş. Beklerken ne yapılır? Pantalondan kedinizin tüyleri tek tek toplanır. Var mı bundan eğlenceli aktivite. Şaka. Kitap da okuyabilirsiniz aslında.Uyuyan kedi, pencereden bakınan kedi, boş boş oturup tahminen içinden “bana neden bakıyor ki şimdi bu böyle?” diyen kedi izlemeyi severim. En çok uyuyan kedinin kıvrım kıvrım kıvrılan patilerini mıncırmayı severim. Uyuyan kediyle uğraşmayı sevdiğim kadar, uyuyan insanı da türlü türlü numaralarla uykusundan kaldırmayı da bilirim.Tek çocuk olmanın acı gerçeklerinden biri de evde, sokakta canınız sıkıldığında uğraşacağınız birinin olmamasıdır. Kedilerim bu görevi uzun süredir layığıyla yerine getirmekteler. Kendi halinde oturan kediyi hop diye kucağa almalar, burnuna üflemeler, çok çok öpmeler, kendi kuyruğunu ısırttırmalar en sevdiklerimdendir. Bir süredir hayatım bomboş beyaz kağıtlar gibi.Eğri oturalım, doğru konuşalım. Buraya, bloga, "kedilerimle konuşuyorum ben" yazacak kadar cesur değilim. Konuşmuyorum zaten. Öyle uzun muhabbetler yapmıyorum da hani arada sırada, “nasılsın, naber, kuyruklar nasıl, sen yine şişmanladın ya, oh göbeğe bak” gibisinden şeyler söylüyorum. Sözlü sataşmalarda bulunuyorum. Bunları yapamıyorum bir süredir, çok canım sıkılıyor.En en çok uzun uzun gıdıkları, kulak arkalarını, göbekleri sevmeyi özlüyorum. Belki onlar da beni özlüyorlardır diye avutuyorum kendimi.

Tüm bu sebeplerden ötürü kedisiz hayatı hiç sevmiyorum. Benim aklıma bunlar geldi. Sizin kedili hayatı sevme sebepleriniz neler? Eğer siz de bir süreliğine kedilerinizden uzaksanız, kedisiz hayatın tatsızlığını paylaşır mısınız?

image

11 Kasım 2013 Pazartesi

Josie Shenoy İlustrasyonları

Uzun süredir aklımda bu yazıyı yazmak, kısmet bugüneymiş.Geçen haftalarda bir Cuma akşamı Thames üstündeki köprülerden birinin ayakları altında dolanıyorduk, tam olarak neredeydik hatırlamıyorum, pek de bilmiyorum açıkçası. Sonra minik tahta kulübelerden oluşan bir yer gördük, 10-15 minik dükkan, neredeyse hepsi dükkan sahipleri tarafından hazırlanmış ürünlerini satıyordu. Ben tabi koşarak ilk gördüğüm yere girdim, erkek arkadaşım da peşimden geldi.En çok Londralı sanatçı Josie Shenoy'un çalışmalarının satıldığı dükkanı sevdim. Tahminen başka sanatçıların da eserleri vardı, ben hemen Shenoy tarafından tasarlanmış bir kart kaptım. Paketini bile açmaya kıyamıyorum. Sitesinden tüm çalışmalarına baktım. Saatlerce de bakabilirim. Gerçekten gözlerimi alamıyorum. Böyle güzel işler yapan insanlara çok özeniyorum galiba bir yandan da. Aslında ben de işimi seviyorum ama bu iş bir başka (:Sanatçının sitesine şuradan gidebilirsiniz. Alışveriş seçeneği var ancak sadece büyük boy baskılar satışa sunulmuş sanırım şu an için.Bahsettiğim dükkanların tam yerini de öğrenir öğrenmez söylerim size de. Umarım siz de beğenmişsinizdir.

8 Kasım 2013 Cuma

Aşk Acısından Nasıl Kurtuluruz?

AŞK ACISI ÇEKMEYEN Mİ VAR?Müslüm Gürses bir şarkısında diyor ki;“Hangimiz düşmedik kara sevdaya?Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?Hangimiz bir kuytu köşe başında,Bir vefasız için yol gözlemedik?”Hepimiz mutlaka aşk acısı yaşamışızdır, o karmakarışık duygu fırtınaları ile boğuşup, bazen çaresiz kalmış, şanslıysak kısa zamanda bu acıdan kurtulmuşuzdur. Bu yazıda ilk önce neden aşk acısı çektiğimizden bahsedecek, sonrasında da beynimizin çalışma ilkelerini temel alarak aşk acısından nasıl kurtulabileceğimizin tüyolarını vermeye çalışacağım.Neden aşk acısı çekeriz?Çok basit. Aşk ...

6 Kasım 2013 Çarşamba

I Can Change The World! (VİDEO)

Dünyadaki tüm iyi veya kötü oluşumların, sadece bir kişinin ilk adımı atarak öncülük etmesiyle başladığını unutmayın! Küçük hamleler, büyük oluşumlar doğurabilir, yeter ki inanın..

Kaynak: Network Marketing

31 Ekim 2013 Perşembe

Londra'da Hafta Sonu, #3 - British Library

Bugün çok güzel bir gündü. Gerçekten. Her ne kadar yarın Londra'yı vuracak olan dev fırtınanın alametleri yavaştan kendini belli etse de, ayaklarımız yer yer yerden kesile kesile erkek arkadaşımla dolandık durduk. Fotoğraflarla anlatayım.Bugünkü planımız, istasyonda buluşup British Library'e gidip kütüphane kaydını yaptırmaktı. Nedense ben açıktır diye tahmin ettim ama tahmin edilebilir bir şekilde kayıt ofisi kapalıydı, ama olsun. Çok çok güzel gezdik, bir de bonus olarak şahane bir sergi yakaladık. Neyse ben en baştan anlatayım. British Library'e, pek ünlü kütüphaneye gidebilmek için (metro kullanacaksanız eğer) Northern Line üzerindeki King's Cross St. Pancrass istasyonunda inmeniz gerekiyor. Ben daha önce hiç bu taraflara gitmemiştim, şahane güzelmiş. Metro istasyonundan çıkıp sağa doğru yürüdüğünüzde yukarıda gördüğünüz devasa bina ile karşılaşıyorsunuz, otel. Sonra 1-2 dakika daha yürüdüğünüzde işte karşınızda British Library. Çok da güzel bir bahçesi, var. Avlu gibi olan bu yerin ortasında "The Last Word (Son Söz)" adlı cafe bulunuyor. Hem havanın serinliğinden hem de günün Pazar olmasından dolayı çok kalabalık değildi. Güneşli günlerde, çalışmaya ara verip portakal suyu içmek için şahane bir yere benziyor.Biraz buralarda dolandıktan sonra içeri girdik, gerçekten çok çok büyük bir yer. İçeride fotoğraf çekemedim pek, birinin çıkıp "Yasak!" demesinden korktum sanırım. Dediğim gibi, kayıt ofisinin kapalı olduğunu öğrenince biz de birazcık dolaşalım madem dedik. İyi ki de demişiz, son zamanlarda gezdiğim en minik, en sevimli sergiye denk geldik.Serginin adı, "Picture This: Children's Illustrated Classics (Bunu Resmet: Çocuk Klasikleri İlustrasyonları)". 4 Ekim'de açılmış, 26 Ocak'a kadar devam edecekmiş, giriş ücretsiz. The Folio Socety'nin katkılarıyla hayata geçirilen bu sergide 20. yüzyılın en popüler 10 çocuk klasiğinin ilustrasyonlarının ilk hazırlandıkları zamanki halleri ve yıllar sonra, bugün, günümüz ilustratörleri tarafından nasıl yorumlandıkları gözler önüne seriliyor. Çok afilli cümleler kurdum ama başka nasıl anlatılır bilemedim. Peki bu 10 kitap hangileri?Hobbit, Peter Pan, Paddington Bear, The Wind in the Willows, Just So Stories, Charlie and the Chocolate Factory (Charlie'nin Çikolata Fabrikası), The Railway Children (Demiryolu Çocukları), The Secret Garden (Gizli Bahçe), The Borrowers (Minik Kahramanlar), The Iron Man. Benim en sevdiklerim elbette The Borrowers ve Charlie and the Chocolate Factory oldu. Erkek arkadaşımsa Iron Man'in başından ayrılamadı. Bir de şey çok hoşuma gitti, küçük bir sergi olmasına rağmen, 3-4 tane minik ekran ve bu ekranlara bağlı kulaklıklar vardı. Klasik çocuk hikayelerini günümüzde tekrar resimleyenlerin deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyebiliyordunuz. Dil seçeneği var mıydı tam hatırlayamıyorum.Fotoğraf çekmek bu bölümde özellikle yasak olduğundan maalesef size gösterecek bir şeyim yok, ama şuradan serginin sitesine gidebilirsiniz. Şuradan da neredeyse bizim sergide gördüğümüz tüm çizimleri görebilirsiniz (sayfanın sağındalar). Burada da The Telegraph'da sergiye dair yayınlanmış bir yazı var (İngilizce), buradan da çizimleri inceleyebilirsiniz. Sergi çok kalabalık değildi, gezenler genellikle orta yaş ve üzeri insanlardı. Nostalji herkesin hoşuna gidiyor demek ki (: Bir de sergiye annesiyle gelen, yere uzanıp kitap ilustrasyonlarına bakıp bakıp kendi defterine bir şeyler çizen bir kız vardı, bayıldım. Kütüphanenin satış mağazasında sergiye özel ürünler de satılıyor. Yüksek fiyatlar (ya da bizim kısıtlı bütçemiz) nedeniyle biz sadece acıklı gözlerle uzaktan bakabildik. Olur da yolunuz Londra'ya, bir de British Library'e düşerse Ocak sonuna kadar, mutlaka gidin bir bakın derim bu sergiye. Hatta gidecekseniz birazcık da para biriktirin ve Winnie the Pooh'lu seramik tabak-kupa takımından satın alın, benim yerime de demli bir çay için, yanında da poğaça yiyin.Londra'daki bir başka Pazar günü de böyle geçti. Güzel geçti. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir. Belki kütüphane içinden fotoğraf bekleyenler hayal kırıklığına uğradı, kusura bakmayın. Kaydımı yaptırıp içeri girebilsem fotoğraf çekecektim ama kısmet değilmiş. Belki de çekemeyecektim, izin veriyorlar mı bilmiyorum. Her neyse, daha önümde bir sürü gün var, kütüphaneli gün hem de. Umuyorum siz de güzel bir Pazar geçirmişsinizdir. Sizi bugün gördüğümüz sincaplardan biriyle uğurluyorum.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Witches of East End

Okunası Cadılı Kitaplar listesinden sonra bu diziden bahsetmemek olmazdı. Popüler kültürde cadı imgesinin sıklıkla kullanıldığı malum. Ancak 90'lı yıllardaki kadar gündemde olmadığını da söylemekte fayda var sanırım. Geçen gün internet semalarında dolanırken karşıma bu dizi çıktı. Baktım, sevdim. 

Bu ay yayınlanmaya başlayan dizinin henüz üç bölümü var, dördüncü bölüm 27 Ekim'de yayınlanacak. Esasında Melissa de le Cruz tarafından yazılmış bir roman serisine dayanıyor hikaye. Başrollerde ise Julie Ormond, Jenna-Dewan-Tatum, Rachel Boston ve Madchen Amick var. Ben galiba en çok pek beğendiğim Julie Ormond için izliyorum bu diziyi (yukarıdaki fotoğrafta sağdan ikinci). 

Konusu nedir derseniz, şöyle: Joanna Beauchamp cadı anne. Yirmili yaşlarda da iki kızı var, Ingrid ve Freya. Joanna her cadı gibi yüzyıllardır yaşamakta, bu süre içerisinde de kızlarınının ölümüne defalarca şahit olmuş. Onun laneti, dünyaya sürekli ölümlerini göreceği kız çocuklar getirmek. Bu acı bir yerde canına tak edince de, Freya ve Ingrid'e cadı olduklarını söylemez, böylelikle onları koruyacağına inanır. Bir bakıma da öyle olur, kızlar yirmili yaşlarına sapa sağlim gelirler. Ancak her hikayede olduğu gibi, bu sıradan ve süt liman hayat Joanna'dan intikam almak isteyen, onun kılığında etrafa dehşet saçan bir başka cadının hayatlarına dahil olmasıyla pattadanak bozulur. Kızlar cadı olduklarını öğrenirler, pek acayip cadı teyze olaya dahil olur ve olaylar birbirini izler.

Dizi hem beğenilmiş, hem de biraz sıradan bulunmuş. IMDb puanı ise 7.2/10. Benim fikrimse, eğer cadı hikayeleri hoşunuza gidiyorsa ve en son izlediğiniz cadılı dizi bundan 10 yıl geride kaldıysa deneyebilirsiniz. Dizi yorumlarında dikkat ettiğim ve sizin için de belki önemli olabileceğini düşündüğüm noktalar var: Şiddet dozu çok yüksek olmasa da işe kötü cadılar dahil olduğunda sinirler biraz gerilebiliyor. Cinsellik şu an için birkaç öpüşmeden ibaret. Argo ise yok gibi gibi. Eğer bu konularda duyarlılıklarınız varsa, ilk bölüme bir göz atıp sonrasında devam edip etmemeye karar verebilirsiniz belki.

Dizinin IMDb sayfası şurada

Ben bu yazının çoğunda şu Wiki sayfasından yardım aldım (İngilizce)

Fragman benzeri bir şey izlemek isterseniz de şuradan

Severseniz, iyi seyirler (:image

21 Ekim 2013 Pazartesi

Bir Erkek İçin Nasıl Vazgeçilmez Bir Kadın Haline Gelirsiniz?

Bir Erkek İçin Nasıl Vazgeçilmez Bir Kadın Haline Gelirsiniz?Merhaba Hanımlar;Bir gerçeği kabul ederek başlayalım; erkekler dış görünüşten çok etkileniyorlar. Hatta karşısındaki kızın makyajla bu kadar güzel olduğunu, 10 cm’lik topuklu ile bu kadar uzun gözüktüğünü, cam mavisi gözlerinin lens olduğunu bilmesine rağmen.Fakat işin içine biraz daha girdiğimizde fiziksel görünüşün ilişkiyi başlatmakta önemli ama ilişkiyi devam ettirmede yetersiz olduğunu görürüz. İlk önce şunu bilmenizi istiyorum, psikolojide ‘hedonik adaptasyon’ diye kavram var, bu kısaca şu manaya geliyor; insan her ...

Londra'da Hafta Sonu, #2

Bugün epey geç kalktım. Hava kapalı, kalın perdeler de çekili olduğundan öğlene doğru uyandığımda güneşli bir Londra Pazar'ına uyandığımdan habersizdim. Açıkçası bugün için de bir planım yoktu. Odada kalıp, ders çalışmayı planlıyordum ama sonra aklıma blog geldi, Londra'da Hafta Sonu serisi geldi. Ve bir kez daha size dağınık çalışma masamın fotoğrafını anlatamazdım. Bu yüzden fotoğraf makinemi alıp dışarı çıktım. Kendi mahallemde dolanır, ilginç yerlerin fotoğrafını çeker ve sonra blogda onları anlatırım derken arkadaşımdan telefon geldi. Borough Market'taki Elma Festivali'ne gitmeye karar verdik!Borough Market zaten başlı başına şahane bir yer. Bir köşesinde yer alan Elma Festivali ise ortamı daha da şenlendirmişti. Yıllık elma hasadının kutlandığı bu etkinlik uzun yıllardır devam ediyor. Turistlerin de epey ilgisini çekiyor elbette. Öncelikle festivalin açılışını haber veren yürüyüş başladı. İnsanlar geleneksel kıyafetler ve elma hasadını temsil eden çelenklerle yürümeye başladılar. Büyük bir coşku hakimdi diyebilirim (: Biz o sırada henüz bir kafede kahvaltımızı ediyorduk, hemen kalktık, standların olduğu tarafa gittik. Açıkçası beklediğimden çok daha küçük bir alan ayrılmıştı ama yine de her şey çok samimi ve sevimliydi. Yirmiye yakın elma çeşidi vardı. Daha önce hiç görmediğim, üzüm tanesi büyüklüğünde elmalar bile vardı. Tadım serbestti. Sonra bir köşede elmalı yemekler pişiren bir aşçı vardı. Tarifler broşür şeklinde hazırlanmıştı, elbette aldım. Diğer köşede çocuklar için bir alan oluşturulmuştu. Gerçeği aratmayan yapma ağaçlara, elma şeklinde hazırlanmış kartlara dileklerini yazıp asıyorlardı. Festivalin en eğlenceli kısmı ise kesinlikle geleneksel danslarını sergileyen , ayaklarında ziller asılı olan amcalardı. Yer yer nefes nefee kalmış olsalar da, performansları herkesi epey etkiledi. Bana oldukça yeni olan bu ortamda bu kadar eğleneceğimi, kendimi dahil hissedeceğimi hiç sanmıyordum. Ama öyle oldu, çok güzeldi. Londra havası malum, festival üstü kapalı bir alanda gerçekleşti. Zaten ben alandan çıktıktan sonra şimşekli, gök gürültülü yağmur yağmaa başladı bile. Ben iki saate yakın vakit geçirdim festival alanında. Tahminen gün boyu farklı etkinlikler, yarışmalar düzenlenmiştir. Yukarıda sepette gördüğünüz elmalar içinde, sol ön taraftaki en küçük elmalardan tattım. Pek tatlıydı, ağızda pek de alışkın olmadığım bir şeker tadı bırakıyordu. Asıl ilginç elma ise sanırım sağ üst köşedeki kırmızı elmalardı. O kadar garip bir tatlı-ekşiliği vardı ki, yedikten sonra birkaç saniye ağzımı toparlayamadım. Elma satışı var mıydı emin değilim ama benim gözüme çarpmadı. Belki ayrı bir alanda beğendiğiniz elmaları satın alabiliyordunuz.Elma Festivali işte böyleydi. Ben iyi vakit geçirdim, insanların eğlendiğini gördüm. En çok da insanların içlerinden geldiği gibi dans etmeleri, 'elma' gibi günlük ve bir bakıma basit bir şey hakkında konuşmaları, birbirleriyle bildiklerini paylaşmaları çok hoşuma gitti. Bir de hasadı kutlamak özünde çok güzel bir şey değil mi? Bence öyle. Doğaya karşı minnettarlığı göstermek pek hoş. Umarım siz de görmüş kadar olmuşsunuzdur. Şimdi dolaptan güzel bir elma çıkarıp yemenin tam vakti (:

18 Ekim 2013 Cuma

Organo Gold Büyük Fırsatı

Organo Gold şirketi -eşsiz başarılar sayfasında da bahsettiğimiz gibi-, hızlı bir yükseliş ile dikkatleri üzerine çeken, inanılmaz başarılar yakalayarak tüm rekorları altüst eden bir şirkettir.

Faaliyet göstermeye başladığı ülkelerde piyasayı sarsan bir yükseliş gösteren bu şirketin gelecek aylarda Türkiye'de açılacak olması, muhakkak ki büyük bir fırsat. Biz de takım olarak bu açılışa hazırlanarak büyük bir başarı yakalamak istiyoruz.

İnternetin ve Eğitimin gücüne önem veren bir takımız. Büyük başarılar yakalama konusunda oldukça azimliyiz. Uluslarası çalışmalarımızda ve Türkiye hazırlıklarımızda bizimle beraber olmak isteyen, azimli, çalışkan ve takım çalışmasına uygun arkadaşları aramızda görmekten mutluluk duyarız.

Siz de bu büyük fırsattan en iyi şekilde yararlanmak istiyorsanız başvuru formunu doldurup bize ulaşın.

organo gold başarıları

Kaynak: http://tr.ogworld.org

17 Ekim 2013 Perşembe

İzmir'de Mutlaka Gidilmesi Gereken Yerler Listesi

Ben bu listeyi yazın hazrılamıştım aslında, erkek arkadaşımın İzmir'e beni ziyarete gelme ihtimali vardı. Pek kısmet olmadı, geriye bu liste kaldı. Herkesin 'İzmir'de mutlaka görülmeli' listesi farklıdır. Listede yer almayan bir yer görülmeyi pek de hak etmiyor değildir kesinlikle. Benim listemdekiler de kişisel deneyimlerden yola çıkarak yerlerini buldular. Belki siz de yorum bırakarak bu listeyi zenginleştirmek istersiniz?Eğer bayram tatilinde evdeyseniz ama belki 1-2 günlüğüne İzmir'e gidilebilir diyorsanız belki bu liste işinize yarayabilir. Fotoğraftaki gevreği de canım çekmedi değil.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Londra'da Hafta Sonu, #1

Güzel bir Londra fotoğrafı bekliyordunuz biliyorum, ama maalesef bugün dışarı çıkacak gücü kendimde bulamadım.

Londra'ya geldiğimden beri koşuşturup duruyorum. Bir iki önceki yazıda da dediğim gibi, anca yerleşebildim, bloga da yeni yeni vakit ayırabiliyorum. Hafta içi genelde okul işleriyle geçip gidecek gibi görünüyor. Esas şehir turlarımı ise Cumartesi ve Pazar günlerine saklıyor olacağım. Ben de dedim ki, madem öyle ben de "Londra'da Hafta Sonu" diye yazmaya başlayayım, her hafta sonu yaptıklarımı fotğraflarla ekleyeyim. Eğlenceli olabilir gibi geldi, siz ne düşünürsünüz bilemedim. Bu Pazar başlamaya karar verdim.

Bugün felaket bir hava var. Çok yağmurlu, çok rüzgarlı, epey de soğuk. Sokakta pek insan yok. Zaten tahminen çoğu kişi Cumartesi gecesinin yorgunluğunu atamamıştır hala (Dün ilk defa Londra gecelerine şöyle ucundan bakayım dedim, epey hızlı, epey kalabalık, durmak bilmez gibi). Ben bir de her zamanki gibi, grip oldum. Hem de epey ateşlisinden. Tüm bunlara rağmen son iki üç gündür dinlenmek yerine sürekli sokaklarda dolandığımdan geçmedi de. Bari bu Pazar hazır hava da kötüyken evde kalayım dedim. Sabahtan beri nelerle uğraştığımı gösteren şey ise yukarıda gördüğünüz fotoğraf. Şimdi tek tek anlatayım, soldan sağa başlıyorum.

Kırmızılı, harita gibi olan şey bir harita evet. İlk geldiğimde almıştım, kitapçık şeklinde. Gezilip görülesi yerlerin listeleri var, metro haritası var. Şehir rehberi yani. Bakkallarda bile satılıyor. Epey kullanışlı geldi bana. Neden masamın üstünde peki? Çünkü Londra'da gezilecek çok yer var. Her ne kadar benim zamandan yana pek bir sıkıntım olmasa da, aylık gezi planları yapmak işleri kolaylaştıyırıyor gibi. Ben de bu sabah oturdum masanın başına, önümüzdeki haftalarda sırasıyla nerelere gidebilirim, hangilerinden blogda nasıl bahsedebilirim diye liste yapmaya başladım.Şehir rehberinin yanındaki siyah Moleskine ise çocukluk arkadaşımın Londra'ya gelmeden önce uğurlama hediyesi. Kendisi de bir süredir bu defterleri düşüncelerini kaydetmek, sonra dönüp dönüp bakmak için kullanıyormuş. Yeni şehre elbette yanımda getirdim. Günlük benzeri bir defter tutma alışkanlığım normalde pek yoktur ama nasıl olduysa bu deftere yazmak bana kendimi çok iyi hissettiriyor. Belki de yeni geldiğim bu yerde çok da muhabbet edecek insan olmamasından olabilir. Bu arada, bu defteri bana hediye eden arkadaşım da "Dinleyen Mikrofon" adıyla blogda bir şeyler yazıyor olacak. Hatta yakın zamanda epilepsi ve bu hastalıkla yaşamak nasıl bir şeydir üzerine gerçekleştirdiğimiz bir söyleşiyi okuyabilirsiniz.Defter üstündeki sevimli mendil çok önemli çünkü dediğim gibi epey hastayım, çok burnum akıyor. Paketin arkasında şöyle yazıyor "Lots of posh parties to attend? Tissue for princesses who want perfection on the dance floor!" (Gidilecek bir sürü havalı parti mi var? Dans pistinde mükemmeli isteyen prensesler için mendiller) (: Hasta olunca çok mutsuz, çok huzursuz oluyorum ben. Bu yüzden desenli, kokulu bu pembe mendiller biraz daha iyi hissettiriyor kendimi.Siyah defterin yanında ise Paperchase'den aldığım ve çok çok memnun kaldığım kartuşlu kalem var. Bir süredir kartuşlu kalemleri kullanıyorum ve gerçekten herkese öneririm. Kartuşlu kalem nedir derseniz, ucu dolma kalem gibi. Ama sanırım mürekkep haznesi biraz daha farklı. Daha pratik, plastik tüpler var ve onu saplıyorsunuz, bittikçe de atıp yenisini takıyorsunuz. Metal dolma kalemler gibi ağır değil, ve çok daha hesaplı. Bir de Türkiye'de rastlamadığım ama burada her yerde bulabileceğim ellili renkli kartuş paketleri satılıyor hem de sadece 5-6 lira civarında bir fiyata. İşte kalemin yanında gördüğünüz 4 renkli tüp o paketten. Tabi kartuşlu kalem kullanıyorsanız, mürekkep kalitesi çok önemli çünkü bazı mürekkeplerin kağıt üstünde renkleri çok açılabiliyor, yazı okunmuyor kısa bir süre içinde.En sağdaki haftalık planlayıcı ise bu aralar hayatımı kurtarıyor, ajanda ile işbirliği içindeler. Ben bunu Ryman diye bir kırtasiye zincirinden aldım. Markası Emma Bridgewater. Hatta şimdi sitesine baktım gerçekten çok şahane şeyler var. Şuradan bakabilirsiniz siz de isterseniz. Elimin altında böyle bir şey olması, aman acaba bir şeyleri yapmayı unutuyor muyum paniğini ortadan kaldırıyor. Haftalık planlayıcının üstünde, defterin arasından çıkmış iki kraliyet ailesi mensubu görüyorsunuz. Bu kartpostal, çiftin bebeklerinin doğumu şerefine basılmış. Ben galiba 10 kişiye falan bu karttan yolladım (: Gördüğünüz gibi hala da yollamaya devam ediyorum. Kart ve mektup yollamak epey kolay. Kırtasiyelerden uluslararası pul alıyorsunuz, genelde altılı olarak satılıyorlar. Maalesef şu an fiyatı unuttum. Her neyse, sonra yol üstünde bulunan kırmızı posta kutularına atıyorsunuz pul yapıştırılmış kartınızı ya da zarfı. Bu kadar. 1-2 hafta içinde alıcıya ulaşmış oluyor.O çok güzel desenli defter Jackie Paper'dan. Neden sürekli marka yazıyorum? Çünkü kırtasiye severlerin ilgisini çektiğini düşünüyorum. Zaten tüm bu markaların daha detaylı yazılarını da hazırlamayı düşünüyorum vaktim olunca. Ben bu markanın desenlerine bayılıyorum, kağıt kaliteleri de pek güzel. Sitesi kapanmış, ama şuradan bir kısım ürünlere bakabilirsiniz sanırım. Bu deftere de derslerin haftalık okumalarıyla ilgili not alıyorum. Eğer böyle yapmazsam her şey birbirine karışacakmış gibi geliyor. Ve Cadbury. Ben hayatımda böyle güzel çikolata yedim mi bilmiyorum. Ama artık bir dur demem lazım. İngiltere'ye gelmeden önce hiç bu markayı tatmamıştım. Türkiye'de satılıyor mu onu da bilmiyorum. Özellikle benim gibi sütlü çikolata sevenler için bulunmaz bir şans girdiğim her markette yirmiye yakın çeşidini bulmak. Tabi bir de yaklaşan Cadılar Bayramı ve yılbaşı nedeniyle tam gaz çalışıyorlar, yeni yeni paketler görüyorum her gün. Bu arada, Cadılar Bayramı Londra'da nasıl kutlanıyor, neler yapılıyor'a dair bir yazı yakında blogda olacak (:Kitap arasında ise yazılmayı bekleyen bir mektubun zarfını görüyorsunuz. Mektup-kart işini en az mail, telefon mesajı kadar sık kullanıyorum. Çok inandırıcı gelmiyor olabilir ama bence siz de deneyin, çok daha eğlenceli.Ve şu aralar elimden düşürmediğim kitap. Gittiğim yerler hakkında bir şeyler okumayı herkes gibi ben de oldum olası sevmişimdir. Ian Mortimer ise İngiliz tarihi konusunda epey bilinen bir isim. Kitabın henüz Türkçe çevirisi yok. Ben bunu Kindle almadan önce Waterstone's'dan almıştım, hatta ikinci kitap yarı fiyatına indirimi vardı. Kitap neyi anlatıyor peki? Dili eğlenceli. Elizabeth dönemi İngiltere'sine ışınlansak nerede yaşardık, ne yerdik, ne giyerdik anlatılıyor. Mortimer bu kitaptan önce bir de Orta Çağ İngiltere'sine dair benzer bir kitap hazırlamış, o da epey sevilmiş. Aklınızda bulunsun, benim çok hoşuma gitti.

İşte böyle. Merak etmeyin, her haftasonu böyle dört duvar içinde olanlardan bahsedecek değilim. Londra'da gezip görülecek bin tane şey var. Bugünkü dışarı çıkmama kararımı ise yağmura ve gribe bağlıyorum. Şimdi burada saat 16:30. Artık kafamı toplayıp çalışmam lazım. Günün yarısını ıvır zıvır bin tane şeyle oyalanıp bitirmişim bile. 

Gelecek hafta sonlarında, Londra sokaklarında görüşmek üzere.

11 Ekim 2013 Cuma

Londra'da Ulaşım Halleri: Otobüs, Taksi, Metro, Bisiklet, Ayak

Fotoğraf makinemin kablosu yok, şarjı da yok. Telefonla saçma sapan fotoğraflar çekiyorum. Bu da kahvaltı karesi. Konumuzla pek alakası yok.

Londra yazılarını bekleyenler var, biliyorum, anca yerleşebildim. Kusura bakmayın. Bundan sonra daha sık yazıyor olacağım. Bu yazıda da Londra'da ulaşım nasıldır, nelerden kaçmalı, hayatta nasıl kalmalı gibi şeylerden bahsetmeyi düşünüyorum. 

Daha önce de dediğim gibi, Londra çok ama çok yürünesi, yürünülesi bir şehir. Eğer yaşadığınız yer ile her gün gitmeniz gereken yer arasında fersahlar yoksa, siz de çoğu Londralı gibi yürümeyi tercih edeceksiniz. Çünkü hem ucuz, hem de sağlıklı. Haritanızı yanınızdan ayırmamak şartıyla. Haritalarla aram peki iyi olmasa da burada zorunluluktan olsa gerek, en ufak bir kaybolmada hop çıkarıp haritaya bakıyorum. Her neyse, lafı daha fazla uzatmadan her biri ulaşım şeklinden ayrı ayrı bahsetmek en iyisi sanırım.

Otobüs: Evet, o kırmızı, iki katlı otobüslerden var Londra'da. Elbette yenilenmişler, hatta 'hybrid' olanları yani elektrikle çalışanları bile var. Peki o en eskilere ne oldu derseniz, onları özel şirketler aracılığıyla özel günler için ya da şehir turu yapma amacıyla kiralayabiliyorsunuz. Geçen hafta sonu, gelin-damat ve çiftin ailelerini taşıyan iki katlı kırmızı bir otobüs gördüm. Pek sevimliydi. Ben de pek seviyorum bu nostaljik aracı, ama çok sık kullanmıyorum. Otobüse binmek için 'Oyster' kartı almanız gerekiyor. Sonra içine öğrenci olup olmamanıza, ve sanırım kullanma sıklığınıza göre para yüklüyorsunuz. Ben neden çok sık kullanmıyorum otobüsü? Çünkü duraklar kaldığım yere biraz uzak ve sabahları biraz midem bulanıyor otobüse binince. Genel olarak nasıldır otobüsler, rahat mıdır diye merak edebilirsiniz. Ben hiç çok kalabalık bir otobüse denk gelmedim. Yolum da çok uzun olmadığından rahattı yani. Diğer ulaşım olanakları göz önüne alındığında, aktarmalı otobüs yolculukları biraz yorucu olabilir belki. Yanlış bilmiyorsam, sabaha kadar devam ediyor otobüs seferleri. Bilmiyorum, sanırım otobüs hiçbir zaman en sevdiğim araç olmadı, dediğim gibi, mide bulantıları beni mahvediyor.

Taksi: İngiltere'nin bir diğer kültürel ve turistik sembolü, siyah taksiler. Ben hiç binmedim. Londra'da sıklıkla taksi kullanabilecek kadar zengin de değilim. Duyduğuma göre adaylar binlerce caddeyi, yüzlerce turistik mekanı ezberlemeden geçemedikleri bir sınav sonunda taksi şöförü olma hakkını kazanıyorlarmış. GPS (elektronik yol bulma araçları) yaygın olarak kullanılmaya başladığından beri sınavda bir değişiklik oldu mu bilmiyorum ama trafiği yoğun olan her şehirde olduğu gibi Londra'da da taksi şöförü olmak zor iştir tahminen. Ve epey de güvenliymiş taksileri kullanmak, bana denen bu.

Metro: İşte beni en çok zorlayan. Çünkü çok karışık, hele benim gibi harita okumakta zorlananlar için. Aktarmaları, hatları kesinlikle anlamıyorum. Bir de Londra metrosunun dünyadaki en geniş ağa sahip metrolardan biri olduğu düşünülürse, işim çok zor. Ama her gün kullandığım rotayı bir kere ezberlediğimde de, büyük rahatlık. Metro fiyatları da kart aldığınızda daha ucuza geliyor, öbür türlüsüne yani her binişte para vermeye zaten bütçe dayanmaz. Metroyu otobüse göre daha sık kullanıyorum, özellikle hava yağmurlu olduğunda. İngilizlerin 'Rush Hour' dedikleri zamanlarda, yani işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde metro ücreti daha pahalı. Bunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Rahat mı metrolar derseniz, ben genelde ayakta gidip geliyorum, sanırım epey kalabalık duraklardan binip, kalabalık hatları kullanıyorum. Bir de metro çok eski olduğundan, diğer Avrupa şehirlerindeki gibi geniş, hatta yürüyen merdivenler çoğu istasyonda yok. Daracık daracık merdivenlerden yeryüzüne çıkmak bazen içimi daraltmıyor değil. Metrolarda insanlar genelde kitap, dergi, gazete okuyorlar. Öyle dik dik insanlara bakma eylemini gerçekleştiren yok. Zaten herkes bir yerlere yetişme derdinde. Londra'nın geneline böyle bir 'sürekli acele etme hali' nüfuz etmiş.

Bisiklet: Ah bisiklet! Bir şeyi hem nasıl bu kadar seviyorum, yapabilene özeniyorum hem de bu kadar korkuyorum anlayabilmiş değilim. Londra'da bisiklet epey yaygın. Rengarenk bisikletler her gün evden işe, işten eve sahiplerini getirip götürüyor. Hem ekonomik açıdan çok karlı, hem kullanan için spor niyetine, hem çevreyi kirletmiyor, hem de halihazırda kalabalık olan trafiğe daha fazla arabanın katılımını engelliyor. Kullananlar da epey bilinçli kullanıyorlar; kask, dizlik olmadan trafiğe çıkanı görmedim. Diğer güzel bir şey ise, her gün değil ama arada bisiklet kullanmak isteyenler ve bunu gerçekleştirebilmek için bir adet bisiklete sahip olmayanlar, yol kenarlarında bulunan bisikletleri makineye ödeme yapıp belirli bir süre için kullanabiliyorlar. Sanırım yakın zamanda aynı uygulama İstanbul'da faaliyete geçirilmişti. Ben gerçekten çok isterdim sanırım bisikleti her gün bir ulaşım aracı olarak kullanabilmeyi ama hem kendi sürüş kabiliyetime güvenemiyorum, hem Londra'nın bize göre ters ve her zaman son sürat akan trafiğinden korkuyorum. Önümüzdeki senelere kısmetse...

Ayak: İşte benim tercihim. Çok spor yapan biri değilim ama çok iyi yürürüm. Saatlerce, dere, tepe, sırtımda kaç kiloluk çanta taşıdığıma bakmadan yürürüm. Yorulmam. Tabi sonradan sırtım ağrır, gece uykumdan ağrıyan bacaklarım yüzünden uyanırım ama olsun. Yürümeyi çok seviyorum, Londra'da daha da sevdim. Zaten yakın zamanda yürüyüş rotamı fotoğraflayıp burada paylaşmayı düşünüyorum. Yürümek hem yazın aldığım kiloların bir kısmını vermemi sağlayacak, hem de bütçeme katkıda bulunacak. En azından ben böyle umuyorum. Tabii bir de Londra'nın yağmurlu ve rüzgarlı havasını da unutmamak lazım. Şimdilik havalar güzel gidiyor, yürüyebiliyorum. Tahminen 1-2 haftaya tıklım tıkış metro istasyonlarında, yer altında olmanın verdiği o rahatsızlık hissiyle bir oraya bir buraya gideceğim. Türkiye'de pek rastlamadığım, burada görünce çok hoşuma giden şeyse özellikle çalışan kadınların son derece basit br çözüm bulmaları bu yürüyüş meselesine. Çalışan kadınların hepsi olmasa da, sanırım büyük bir bölümü topuklu ayakkabı giyiyorlar işe giderken. Londralı kadınlar topuklu ayakkabılarını yürümemek için bir mazeret olarak kullanmıyorlar, sabah evden çıkarken topuklu ayakkabılarını çantaya atıp yürüyüş ayakkabılarıyla yürümeye başlıyorlar; akşam dönerken de aynı şekilde. Son derece şık kıyafetlerin altında fosforlu sarı spor ayakkabı giyip moda kurallarını yerle bir ettiklerine tasalanmadan hızlı hızlı yürümeleri çok hoşuma gidiyor.

Londra'da ulaşım halleri, en azından benim deneyimlediklerim böyle. Tüm Londra yazılarını aynı temenni ile bitiriyorum, bu yazıda da eksik kalmasın. Umarım bir gün sizin de yolunuz buraya düşer, benim anlattıklarımı kendiniz görürsünüz, şaşırırsınız, seversiniz.

9 Ekim 2013 Çarşamba

200 Kişi Ateş Üzerinde Yürüdü

 BU PAZAR,TAM 200 KİŞİ,KOR ATEŞİN ÜZERİNDEHİÇ ACI ÇEKMEDEN YÜRÜDÜ!HAKAN MENGÜÇ’ÜN DÜZENLEDİĞİ “DEĞİŞİM VE MOTİVASYON SEMİNERLERİ”NİN SONUNCUSU 6 EKİM PAZAR GÜNÜ MASLAK SUN PLAZA’DA GERÇEKLEŞTİ“İÇİNDEKİ GÜCÜ KEŞFET” SLOGANIYLA BUGÜNE DEK PEK ÇOK KURUM VE KİŞİYE SEMİNER VEREN HAKAN MENGÜÇ, “KENDİNE İNANIRSAN ATEŞİN ÜZERİNDE BİLE YÜRÜYEBİLİRSİN” DEDİ VE BU İDDİASINI DA HAYATINDA BU DENEYİMİ HİÇ YAŞAMAMIŞ KİŞİLER ÜZERİNDE KANITLADI.GÖSTERİDE 1 TON ODUN ÖNCE YAKILIP KÖZ HALİNE GETİRİLDİ, ARDINDAN KATILIMCILAR 700 SANTİGRAT DERECEYE VARAN KÖZLERİN ...

4 Ekim 2013 Cuma

Eğer Mutlu Olamıyorsanız, Geriye Ne Kalır ki? (VİDEO)

Kısa olduğu kadar, etkileyici bir kesit. Yine Les Brown klasiği..

Kaynak: Network Marketing

Psişik Güçler Üzerine

Dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz.Bu ne demek?Aslında şu anda önünüzden bir ihtimal binlerce elektrik dalgası geçiyor, mesela bildiğimiz radyo dalgaları geçiyor, ultraviyole ışınları geçiyor, tv kanallarının dalgaları geçiyor vs. vs.Fakat bizim 5 duyumuz sadece belirli dalgaları alıp ses, koku, görme, dokunma ve tat duygusuna çevirebiliyor. Yani bunlar bizim alıcılarımız. Radyo frekanslarını alabilmek için bir radyo alıcısına ihtiyacımız var, röntgen ışınlarını görebilmek için röntgen cihazına..Yani şunu demek istiyorum, biz binlerce bildiğimiz bilmediğimiz dalgalardan sadece 5 tanesini algılayabiliyoruz.İşte ...

Sen Beden Değilsin, Beden Senin İçinde

Yaşam çok ilginç, bizi her gün biraz daha şaşırtıyor.Mesela dış dünya dediğimiz şey tamamen kapkaranlık ve elektrik dalgalarından oluşan bir yer fakat beynimiz o dalgaları alıp ses, koku, renk, hisse çeviriyor.Örneğin yukarıdaki resimde yeşil yapraklar görüyorsunuz, bu yeşil renk nerede? Resimde mi? Gerçekte mi? İkisinin cevabı da hayır, sadece zihnimizde. (Elektromanyetik spektrumdaki belirli bir frekanstaki gözünmez bazı bozunmalar gözümüze ulaşmakta ve orada bozunmaya neden olmakta, bir kimyasal reaksiyona girmekte ve beynimizdeki görme merkezine bir akım olarak gitmekte, ...

2 Ekim 2013 Çarşamba

İyilik Yapan; İyilik Bulur! (VİDEO)

Yapılan iyiliklerin nasıl sonuçlar doğurabileceğini anlatan mükemmel bir kısa film. İzleyin, izlettirin.

Kaynak: Network Marketing

30 Eylül 2013 Pazartesi

Başarıya giden yol ve pilav yapmak!

Pilav yapmak için ne gerekli?Pek çok insan pirinç der..Bazıları pirinç, tuz, yağ der…Çok az kişi hepsini sayar; Pirinç, tuz, yağ, ateş, tencere, kaynar su vs.Yani pilav yapmak için pirinç ne kadar önemliyse, tencere veya ateşte o kadar önemli…Başarıya giden yolda insanlar sadece bir noktaya odaklanıyorlar,mesela oyuncu olmak isteyen bir kişi her şeyin tip,yakışıklılık,güzellik olduğunu düşünüyor,yetenek sizsinize katılan bir kişi her şeyin yetenekli olmak olduğunu düşünüyor,veya aşçı olmak isteyen biri her şeyin yemek ...

Paperchase

Dün Londra sokaklarını arşınlarken, önümden yürüyen kadının elinde "Paperchase" torbasını gördüm, iyi ki de gördüm. Bugün de uzun uğraşlar sonucu yerini buldum. İyi, güzel, hoş da, paralarım pıtır pıtır gitti. Bundan sonra bir süre sadece uzaktan bakmakla yetineceğim sanırım Paperchase ürünlerine.Paperchase 1968 yılında iki sanat öğrencisi, Judith Cash ve Eddie Pond tarafından kurulmuş. Yıllar içinde el değiştirmiş. Şu an 130'dan fazla mağazası varmış ve sadece İngiltere'de değil, Dubai'de bile kırtasiye severlere hizmet veriyorlarmış.Dediğim gibi, ben bugün gittim ilk defa bir Paperchase mağazasına. Ne kadar vakit geçirdim bilmiyorum bile. Önce bir sürü şey aldım elime, sonra tek tek geri koydum yerlerine bazılarını, mantıklı ve yaşıma uygun biri gibi davranarak. Bir de şimdiden yılbaşı ürünleri satışa çıkmış, hem de sezona kıyasla şu an fiyatlar çok daha uygun. Bir de çok geniş bir kart koleksiyonları var. Galiba bizim pek alışkanlığımız değil çevremizdeki insanlara özel günlerde ya da sadece içimizden geldiği anlarda kart vermek. Deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, Rusya ve Avrupa'da bu sektör almış yürümüş. En ufak marketlerde bile kart rafları var. Paperchase ise bu konuda çok iddialı anladığım kadarıyla.Merak edenler için sitesi şu: www.paperchase.co.uk. Çok inceleme fırsatım olmadı ancak gördüğüm kadarıyla internetten sipariş verilebiliyor, elbette kargo ücretini de siz ödüyorsunuz. Türkiye'de bildiğim kadarıyla mağazaları yok ama belki büyük kitapçılarda ürünleri satılıyordur. Bu konuda bir fikriniz varsa yorum bırakırsanız sevinirim.Yukarıda gördüklerinizi ise ben bugün aldım. Ajanda kendime değil, yakın bir arkadaşıma hediye gidecek. Fotoğraftakiler Paperchase'in yeni serisi, Woodland'e ait. Pek geniş ve güzel tasarlanmış bir koleksiyon. Sıcak su kesesinden, yemek setine; ipad kılıfından, masa takvimine kadar her şey var. Özellikle bu seriyi görmek isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz. Belirli aralıklarla koleksiyonları yenileniyormuş. Mesela Woodland serisini benim gibi pastel tonlardan vazgeçemeyenle sevebilir. Başka ne tür şeriler var derseniz, benim bugün gözüme neon ve siyah renkli, çiçekli bir seri çarptı. Robot serisi var, etnik motiflerin kullanıldığı bir seri var, pek sevimli illustrasyonların yer aldığı pembeli bir seri var... Her zevke hitap ediyor anlayacağınız Paperchase. Sitesine mutlaka bir göz atın bence.

27 Eylül 2013 Cuma

Londra yolunda neler oldu?

Bu sabah 9 civarında Londra. "Şanslısın, Londra'nın güzel havasını yakaladın" dediler bir de bana.

Londra’da odamdayım. Saat 19:30. Türkiye’de 21:30. Londra'da geçirdiğim ilk günün sonlarına yaklaştım. Yorgunluktan bacaklarım zonkluyor. Ancak ben işe dünkü yolculuğumu anlatarak başlamak istiyorum. 

Bu sabah 5 gibi (İngiltere saatiyle) kalktım. O kadar hassas bir bünyem varmış ki, ülkeler arası 2 saat fark olmasına rağmen jet-lag olmayı başarabildim. Yorgun uyandığım gün hiçbir toplu taşıma aracı kullanmadan kilometrelerce yürüyerek geçti. Ama halimden şikayet falan ettiğim yok, şimdiden şehre hayran kaldım. Şehrin kendisinin anlatılacak çok şeyi var ama daha sonra. Her neyse, yolculuğu merak ediyor olabilirsiniz. O zaman anlatayım.

Dün sabah 5 gibi kalktım, önce hatırlayamadım günün önemini. Yatakta kımıldamadan tavana bakarken “Aa ben bugün İngiltere’ye gidiyorum” diye ani bir aydınlanma yaşadım, ters dönmüş bir mide ve kalp çarpıntısı eşliğinde hazırlanmak için kalktım. Azıcık kahve, bol bol yaşlı kedi ve aileyle vedalaşma faslından sonra yola çıktık, havalimanına vardık. Pek kalabalık değildi, bavulu teslim ettim. İstanbul'a gidecek uçağa bindim, yanıma 2 aylık bebeği olan, yurtdışında yaşayan pek sevimli bir kadın oturdu. İçimden “Parmakları da ne küçükmüş... Teni de da saydam gibi... Hiç de ağlamadı...” diye diye zaten kısa olan yol bebeği incelerken geçti gitti. El bagajı olarak bir omuz çantam bir de sırt çantam vardı ve zaman ilerledikçe eziyet oldular. Omuz çantam boşken bile ağırdı, sapı inceydi. Bir noktadan sonra kolum omuz hizasından kopacak gibi hissettim. Sırt çantamın kendi hafifti ama içinde bir adet laptop, bir ipad, dosya vb. ıvır zıvırla dolu olduğundan epey ağırdı. Her neyse, Londra uçağını beklerken erkek arkadaşımla buluştum, beni yolcu etmeye geldi yani. İyi ki de geldi (Okuyursan, selam, el sallıyorum sana). Heyecandan mı yoksa sabah 9 gibi hamburger yemeye karar verdiğimizden mi bilmiyorum, hiçbir şey yemek istemedi canım. Zaman pıtır pıtır aktı, Londra uçağının vakti geldi. 2 hafta uzun süre ayrılmamak üzere buluşacağımızı bilmemize rağmen, sonu iyi biten romantik komedi filmlerinin hava limanı sahnelerini aratmayacak bir performans gösterip vedalaştık. Sonra da bir ara sonunun hiçbir zaman gelmeyeceğini düşündüğüm bir yola çıktım, “gate (uçağa binmeyi bekleme yeri)” sanırım olabilecek en uzak yerdeydi. Uçak 1 saatten fazla rötar yaptı. Rötar yüzünden Heathrow Havalimanı’ndaki (Londra’nın en büyük havalimanı) iniş sırasını kaybetti. Yarım saat boyunca Londra semalarında tur attık. Böyle anlattığıma bakmayın, galiba geçirdiğim en keyifli uçak yolculuklarından biriydi. Çünkü...

Önümde yüzlerce film olanağı vardı (hani koltuk arkası ekranlardan) -ki ben beç milyonuncu kez de olsa Harry Potter izlemeyi seçtim-, sol tarafımda yeni tanıştığım ve aynı okula gideceğimiz kişi vardı, iyi anlaştık bence. Ama esas bomba, sağımdaki amcaydı. Bu kadar sevimli, komik bir amcayla daha önce hiç konuşmamıştım sanırım. Ben ilk gördüğümde herhalde ellilerinde dedim. 76 yaşında olduğu ortaya çıktı. Ama son derece centilmen olduğundan el bagajlarımızı baş üstü dolaplara bile o yerleştirdi, biz “Aman yapmayın” desek de. Kendisi Kıbrıslıymış. Çalışmak için Londra’ya gelmiş zamanında ve burada evlenmiş, bir sürü çocuğu olmuş. Koltuk arkası ekranları çalıştırmak biraz zahmet istediğinden ona ben yardım ettim. ‘Aksiyonlu bir şeyler’ istedi film seçiminde. Hemen seçtik, “Amaaan boşver be kızım, açar açar kaparım, parayla değil ya filmler. Canım ne istersen onu izerim” dedi. Zaten üç buçuk saatlik yolculuk boyunca tahminen on beş filmi açıp, biraz izleyip sonrasında değiştirdi. Bir keresinde kulaklıklarını takmayı unutup bana “Kızım bir baksana bundan ses gelmez” dedi. Bir kere de film izlerken uyuyakalıp, uyandığında ekranın sağ köşesinde gördüğü kadını ben sandı, “Sen ne zaman benim sağ yanıma geçtin ki?” dedi. Böyle böyle geçti gitti yolculuk, indik. Tabii pasaport kontrolünde upuzun ve bir o kadar da karmaşık bir kuyruk beni bekliyordu, garip bir şekilde epey hızlı ilerledi ve geçtim. Artık Londra ile aramda hiçbir engel kalmamıştı.

Kalacağım yer ile havalimanı arası arabayla 40 dakika. Ancak köprü üstündeki kaza sebebiyle yollar çok tıkalıydı. Tüm yolculuk yorgunluğu üstüne bir de iki saate yakın bir araba macerası vücudumdaki son enerji kırıntılarını da alıp götürdü. Buna rağmen Nijeryalı taksi şöförüyle pek güzel muhabbet ettik. Odama vardığımda halihazırda 41 numara olan ayaklarım şiştikleri için çizmelerin içinde çıkmadı, uzun uğraşlar sonucu yorgun düştüm. Zaten bavulumu açmadan uyuyakaldım.

Londra'ya geliş maceram böyleydi, beklediğimden eğlenceli geçti. Herhangi bir aksaklık çıkmaması şansımın yaver gittiğini gösterdi. Umuyorum böyle devam etsin. Güzel şeyler olsun ve ben de buraya onları yazayım, size anlatayım. Kısacası, yediğim içtiğim benim olsun, ben size gördüklerimi anlatayım.

Londra maceram başladı bile. Oley.

Organo Gold

Organo Gold 2008 yılında kurulmuş olmasına rağmen hızlı bir yükseliş göstermiş ve tüm dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu başarılar sadece sözde kalan başarılar değil elbette, ispatlı, tüm sektör tarafından bilinen başarılar..

3 Yılda İlk 100 Şirket Arasına Girmek...

2008'de kurulan Organo Gold, 2011 yılında 73. sıradan ilk yüze giriyor.

Kaynak: Direct Selling News

2012'de ise 66. sıraya yükseliyor ve cirosunu neredeyse ikiye katlıyor.

Kaynak: Direct Selling News

Düşünün ki burada yarıştığı şirketler 10-15 senelik şirketler ve bu listeye giremeyen binlerece şirket var! Ama Organo Gold 3 yılda harika bir başarıyla bu listeye adını yazdırıyor.

3-4 Yılda Sektörün En Çok Kazanan Liderlerini Çıkartmak..

İşte bu başarı benzersiz, bu başarıyı anlatmaya kelimeler yetmiyor. 3-4 senede 40-50 senelik şirketlerin liderlerini geçen liderleri çıkartmak nasıl bir başarıdır sizce? En çok kazanan ilk 100 listesine 9 liderini yazdırmak nasıl başarıdır? Bu başarının benzeri yok, tarifi de yok..

Kaynak: http://tr.ogworld.org/basarilar.html

Çocuklarımızı İnternet Bağımlılığından Korumanın Yolları

İnternet hiç şüphesizki çok güzel bir kaynak fakat bağımlılık derecesine gelince zararlı sonuçlar doğurabilmektedir. Bu videoyada çocuklarımızı internet bağımlılığından nasıl kurtaracağımızı anlatılmaktadır.

Kaynak: Kişisel Gelişim

25 Eylül 2013 Çarşamba

Will Smith'den Başarı ve Hayat Dersleri (VİDEO)

Holywood dünyasının en başarılı isimlerinden olan Will Smith'in konuşma ve röportajlarından derlenmiş olan bu video da faydalanabileceğimiz çok güzel bilgi ve deneyimler var.

Etkileyici ve motivasyonel etkisi yüksek bir video.

Kaynak: Network Marketing

23 Eylül 2013 Pazartesi

Londra'ya taşınıyorum!

Taşınıyorum.Londra'ya. Gitmeme çok çok az kaldı. Daha önce de birkaç blog yazısında, laf arasında bahsetmiştim. Bu yazıyla bir seferde anlatayım dedim. Gitme sebebim okul. Erkek arkadaşım da geliyor. Onun da sebebi okul. Eğitim yani. Ben pek heyecanlıyım. Geçen hafta pek de heyecanlanmıyorum vize telaşı sebebiyle ancak şu an gerçekten ara ara karnıma ağrılar giriyor. Şu an tam bir bavul karmaşası içerisindeyim. 23 kilo hakkım var. Kulağa çok gibi mi geliyor? Değil. Ama sınırı da aşmamam lazım çünkü aşarsam kilo başına para vermek zorundayım. Zaten yazlık pek bir şey götürmüyorum, kita-defter hakkımı oradan alacaklarımdan yana kullanıyorum. Şimdilik bavulu çizme, bot, yağmurluk ve kalın kazaklarla doldurdum. "Eee peki kitaplar?" der gibisiniz. Radikal bir kararla sadece 1 kitap götürmeyi düşünüyorum yanımda, onu da yolda okumak için. Hem dediğim gibi kilo sıkıntısı var. E tabi bir de hava limanından kaldığım yere kadar o koca koca bavulları tek başıma taşımak var. Bu nedenle azla yetinmeye çalışıyorum.Durum bu yani, önümüzdeki aylarda bloga Londra'dan yazıyor olacağım. Ve bence bu gerçekten hem benim için hem de blogu okuyan sizler için epey eğlenceli olacak. Neredeyse her gittiğim yeri, her adımımı buradan paylaşmayı düşünüyorum, fotoğraları da unutmadan. Ve bence, eğer düzenli yazmayı becerebilirsem, epey faydalı olabilir. Yurtdışına taşınmak nasıl bir şey, nasıl alışılır, nerede ne bulunur... Bu sorulara cevaplar yazmak biraz sıkıcı olacağından öyle yazmam ama "Londra Günlükleri"ni okuyanlar bence akıllarındaki sorulara cevap bulabilirler.Bol şans dilerseniz işime yarayabilir (:image

Bir Network Diziliminde Sistemden Ayrılanların Boşluğu Nasıl Dolar? (SORU)

SORU: Bu sistemlerin her hangi birinde başarısız olan kişi aradan çıktığında onun altında kalan grubun durumu ne olur ? ya da aradan çıkan kişinin yeri nasıl doldurulur?

CEVAP;

Bu sorunuzun cevabı şirkete göre ve dizilim modeline göre değişmektedir. Birkaç örnek vereyim;

Binary dizilim modellerinde, sistemden ayrılan veya herhangi bir şekilde pasif duruma düşenlerin yeri dolmaz veya altlar bir üste kaymaz, buna gerekte yoktur, çünkü binary diziliminde hatlardaki hacim önemlidir. Yani aktif kişilerin size yakın olması bir şey değiştirmez.

Unilevel dizilimde ise, sistemden ayrılan veya herhangi bir şekilde pasif duruma düşen olursa o kişinin alt grubu bir üste aktarılıp, direk size bir kademe yaklaştırılabilir. Bu en mantıklı ve güzel şeklidir. Bunu böyle uygulayan da vardır, pasife düşenlerin yerini doldurmayan şirketlerde vardır.

Breakaway dediğimiz hacim bazlı modellerde de kişilerin bir üste aktarılmasının önemi yoktur.

Özetle, hacim bazlı prim dağıtımlarında pasif kişinin grubunun bir üste geçmesi önemli değildir, kademe bazlı prim dağıtımlarında ise önemlidir. Uygulamalar ise şirketten şirkete değişmektedir.

Bahsi geçen dizilim metodlarını anlamak için Kazanç Metodları ile ilgili yazımızı okuyunuz.

Kaynak: Network Marketing