31 Aralık 2013 Salı
2008'in En İzlenesi Filmleri
30 Aralık 2013 Pazartesi
Sanna Annukka tasarımları ve diğer şeyler
28 Aralık 2013 Cumartesi
Sabrın Sırrı
27 Aralık 2013 Cuma
La fontenden masallar / Ruhi Uzunhasanoğlu
Kaç gündür la fontenden masallar dinliyoruz… Efendim bu operasyon dış güçlerle birlikte çeteci cemaatin işidir. Anladık.O kısmı anladık kardeşim. Beraber yürüdüğünüz,yürüttüğünüz cemaat denilen canavar şimdi sizi “ham” yapmaya çalışıyor. Bunu yazan,söyleyen,dillendiren insanlara yine beraber “Zulüm ” yapmadınız mı ? Nedim Şener,Ahmet Şık ve bir çokları “Dokunan yanar” dediklerinde duymadınız bile. Başbakanın “Kitap bazen bombadan daha tehlikelidir” dediğini dün gibi hatırlıyoruz. O insanları cemaati anlatan kitaplardan dolayı, sabaha karşı çoluk çocuklarının gözleri önünde gözaltına almadınız mı ? Hapishanelere atmadınız mı ? Gerçekleri yazanlara daha dün hep beraber “Terörist” demediniz mi ? Şimdi bize neyin masalını anlatıyorsunuz. … Dış güçleri.karanlık odakları,faiz lobisini , uluslararası sermayeyi ,çıkar ilişkilerini bize ne anlatıyorsunuz. Bunlarla içli dışlı olan,memleketin bütün kaynaklarını “babalar ” gibi satan ve bunu da müthiş başarılı işler diye pazarlayan,övünen siz değil misiniz ? Yalandan Amerikaya posta koymayın.Yemeyiz. Paralel devlet diyorsunuz ya , Amerika , Devletin bütün belgelerini iki nüsha tutuyor elinde.Haberiniz yok muydu ? İktidara onların onayını alarak gelmediniz mi ? … Bakın,soruşturma kendilerine doğru yönelince ne oldu ? Hukuk’un üstünlüğü masalı da bitti. Cumhuriyet tarihinde görülmeyen bir ” Devlet krizi” yaşanıyor. Savcılar soruşturma başlatmak için polis bulamaz halde. Madem masumsunuz bırakın mahkemeler işini yapsın. Öyle diyordunuz yıllardır.Hayırdır ? Bakın her adımınızda biraz daha batıyorsunuz. Hep söylüyoruz.Hukuk ve adalet herkese lazım. Cehenneme giden yolun taşlarını döşüyorsunuz .Bu defa kendinize. … Uzatmayalım.. Çok basit bir soru soruyoruz ; Hırsızlık yapılmış.Hırsızlık.Kutu kutu paralar var ortada. Bu nedir ? Kimin parasıdır ?Nereden gelmiştir ? Önce bu soruya yanıt verin.Lafı dolandırmayın. “Cambaza bak” numarasına karnımız tok. Çok alıştınız tabii.Bir yaygara,bir şamata unuturlar nasılsa. Sahi Deniz Feneri ne oldu ? (Bak unutmuyoruz.) Çok şükür aklı ve vicdanı özgür fazlaca insan var bu ülkede. Siz ancak din illüzyonu ile kandırdığınız yandaşları oyalarsınız belki bir süre daha. Ama bir süre daha.
Her masalın bir sonu var usta.
26 Aralık 2013 Perşembe
Yeni yılda izlemeyi planladığım 50 film
Kopyalamanın Gücü ve Zaman Kaldıracı
Bugün sizinle, oldukça hızlı büyüyen, uzmanlar tarafından övgüyle bahsedilen, farklı farklı kesimler tarafından benimsenen Network Marketing iş modelini diğer sektörlerden farklı ve güçlü yapan iki özelliğini inceleyeceğiz; Kopyalama ve Zaman Kaldıracı..
Zenginliğe Giden Yol; Kopyalama..
Öncelikle kopyalamanın gücünden bahsetmek istiyorum.. Network Marketing sektöründeki kişilerin kopyalama diye adlandırdığı bu kavrama “katlama” da diyebiliriz. Kopyalamanın/katlamanın gücünü sıkça verilen şu örnekle anlatabiliriz; varsayalım ki, size iki seçenek sunuyorum, şuan vereceğim 1 milyon lirayı mı istersiniz, yoksa kendini 30 gün boyunca katlayan 1 lirayı mı? İlk bakışta 1 milyon, 1 liradan -kendini katlayan ifadesi bulunsa da- küçük gözüküyor. Hâlbuki kendini katlayan 1 lira, 20. günde 1 milyonu geçiyor. Bu katlama faktörünü kendiniz 3 veya 2 ile katlama hesaplaması yaparak da gözlemleyebilirsiniz. Mesela, 1 lira 20 günde 1 milyon oluyor ama büyük rakamlar son 3-4 günde oluşmaya başlıyor. Ve 30. günde ne oluyor biliyor musunuz? 1 milyarı geçiyor. Kısacası katlama faktöründe mükemmel bir güç vardır. İş dünyası için düşünürsek, katlama faktörünü aktif kullanmak bir ağ ile mümkündür. Katlama faktörünün bariz bir şekilde gözlemlendiği alanlara franchise(bayilik) sistemleri(Burger King, Starbucks vb.) ve kullanıcı bazlı internet projeleri(Facebook, Twitter vb.) örnek verilebilir.
Katlama faktörünün en mükemmel işlediği ve gözlemlendiği yer hiç şüphesiz Network Marketing iş modelidir. Katlama faktörü Network Marketing sektörü içerisinde genelde kopyalama olarak adlandırılır. Network Marketing işinde kopyalama mantalitesi basittir; işi öğrenirsin, ekibine dâhil ettiğin kişilere de öğretirsin ve öğretmeyi öğretirsin. Azim ve sabırla çalışarak bir süre sonra kopyalanarak/katlanarak büyüyen bir ağ oluşturabilirsin.
Özgürlüğün Diğer Adı; Zaman Kaldıracı..
Gelelim zaman kaldıracına, kopyalama ile ilişkili farklı bir kavramdır. Zaman kaldıracını “İş gücünüzün dışında kalan iş gücü/gelir kaynağı oluşturmak” diye tanımlayabiliriz. Bir nevi “para için çalışmak yerine zaman için çalışmak” da denilebilir. Yani siz şuan öyle şeyler yapacaksınız ki, ilerleyen zamanda sizin iş gücünüzün dışında size ait bir iş gücü (gelir kaynağı) oluşacak. Zaman kaldıracına uygun proje veya sektör örnekleri verebilirdim fakat zaman kaldıracını çalıştırmak daha çok işin kendisine değil, sizin planlamanıza bağlıdır. Örneğin, bir şirket kurdunuz ve gerekli çalışmalarla zaman içerisinde iyi bir noktaya getirdiniz. Şirketinizdeki çalışan sayısı 100 olsun, her kişinin günde 8 saat çalıştığını varsayarsak sizin şahsi iş gücünüzün haricinde kalan iş gücünüz günlük 800(8x100) saattir. Buradaki püf nokta şudur; Kurduğunuz sistem siz olmadan işliyorsa zaman kaldıracını aktif ve gerektiği şekilde kullanmışsınızdır. Sistemin –uzun vadede- iş gücünüze bağımlı kalmaması çok önemlidir.
Katlama faktöründe olduğu gibi zaman kaldıracının da en iyi kullanıldığı iş modeli Network Marketingdir. Fakat çok önemli bir nokta var; Network Marketing işinde ekibinizdeki insanlar sizin zaman kaldıracınızı oluşturduğu gibi, kendilerinin de zaman kaldıracını oluştururlar. Bu da Network Marketingi eşsiz yapan bir durumdur. İnsanlar burada bir veya birkaç kişi için çalışmaz, herkes birbirine güç verir, birbiri için çalışır.
Özetle, Network Marketing, Kopyalama ve Zaman Kaldıracı kavramlarından dolayı özgürlük ve zenginlik fırsatı sunan en iddialı iş modelidir. Bu iş modelinin ilerleyen yıllarda çok daha parlak yerlere geleceği, girişimcilerin gözdesi olacağı şüphe götürmez bir gerçektir.
Son olarak şunu hatırlamakta da fayda var; “Network Marketing, insanları zengin ve özgür yapmaz; zengin ve özgür olmak için gerekli ortamı ve fırsatı sunar.”
Kaynak: Network Marketing
24 Aralık 2013 Salı
Derin Yara / Akın Olgun
Bazı yaralar iyileşmez. Ruhunuza bir ömür boyu yerleştirilmiş, yaralardır onlar. Ne zaman kanayacağını, ne zaman sizi acıtacağını bilemezsiniz. Bir an, bir sessizlik, bir görüntü, bir ses, bir çığlık. En çok da duydugunuz çığlıklar…“Diri diri yaktılar” diyen kadın sesi. Her yılın, 19 Aralığında içinize bırakılmış tüm acıları ayağa kaldırıp, derin bir boşluğa bırakır. (Artık tutunduğunuz her kadının, biraz yanmış olduğu duygusu kaplar içinizi.) Düşersiniz hiç durmadan, alabora olursunuz, insansızlığın dalgalarında. Tek tek geçer, gözünüzün önünden yüzleri. Bedeni kavrulmuş, kömür olmuş, ezilmiş, iğdiş edilmiş dost, arkadaş, yoldaş yüzleri. Tanıyamazsızsınız hiç birini. Öyle ezilmiş, öyle parçalanmıştır ki, “Kimdi acaba o?” dersiniz ama; bilirsiniz içimizden, içinizden biriydi onlar.
“Teslim olun ” diyordu, karanlığın arkasından bir ses. “Teslim olun, söz veriyoruz başınıza hiç bir şey gelmeyecek.” Her şeyi yaptıktan sonra hiç bir şey yapmayacaklarının sözünü veren o kalın metalik ses.Dışarıda ise çırpınan ailelerin çaresiz yüzleri. Cezaevinin içine asker taşıyan cemselerin önüne kendini atarak, “Önce bizi ezin” diyen, anneler ve homurtusuyla yürüyen o demir yığını aracın egzos dumanı. Devletin, insan öğüten dişlerinin arasından sızan kan, barut ,beton parçaları ve enkazın tozları arasında sırtta taşınan devrim bedenleri.
Diri diri yakılan kadınların, kömürleşmiş vücutları, geride kalanların ise erimiş tenleri. Yüzlerinden ve bedenlerinden bir naylon gibi eriyerek akan o ten.“İçlerine şeytan girmişleri, şeytandan kurtarma operasyonu” diyen, Ecevit’in tikine asılı kalan korkunç buluşun acımasız operasyon izleri. Ve izler yalan söylemez. Bakabiliyorsanız eğer, her yerde onlar.
Bir şair, bir yazar, cuntalar görmüş, cezaevine konulmuş ” kontgerilla var” diyerek, adı dağlara taşlara yazılmış bir adamcık. Ezilenin ezilene sunduğu, zulüm ne kadar da ağır. Titreye titreye ölmek düştü, ona da.
Asker avlusunda betona yığılmış, yaralı bedenlerin üzerinde yürüyerek, sek sek oynayan esmer asker ağırlığı. Acı değil, asıl çekilen, onuru kırılmış olmanın ağır düşüşü. Gazla, mermiyle, sopayla, tekmeyle, panzerlerle, ne idüğü belirsiz gazlarla, Skorsky helikopterler, binlerce asker ve özel harekatçı tüm dünyanın gözü önünde eşitsiz bir “çatışma”nın zafer ilanını yapıyordu, o büyük yalan ve geride tarihin en bilindik izi yani; ezilenlerin pıhtılaşmış kanı duruyordu. Üstünde postal izleri, üzerlerinde ulusal manşetler, üzerlerinde büyük puntolarla “hayata döndürüldüler” sırıtışları. Devlet adamlığı hep tebrik ister ya, tebriklerle sarılıp, öpüşüp, koklaşıp kutladılar, zalim eserlerini. Oysa tarih uyumuyor, kaydediyordu tüm yaşananları.
(Bugünlerde üç beş tank yürüdü diye, mazlum sığınağı örüp, içine sermaye dolduranlar, o gün alkış krizine yakalanmış “yakın bu cadıları” histerisiyle tebrik kuyruğuna dizilmişlerdi. Hatırlamayı ve birilerinin hatırlatmasını sevmiyorlar onlar ama; hep hatırlatacağız)
İçeride gerçeklik duygusunun izleri silinmiş, hayal ile gerçeklik arasında an’lar kalmıştı. “Devlet içerinin gücünü abartmış” diyerek, dövüşmeye “hazır”lanmış bir direnişin iç sorumluluğu hiç konuşulmadı ve konuşulmayacak belki bir on yıl daha. Çünkü konuşmak, üzerine kurulmuş koca bir dünyanın altında kalma riski taşır. Oysa bu risktir, gelecegi sağlama alacak olan. Yanılsamalar, dokunulmaz bir kutsaliyet içine sokuldukça gerçek ama; sadece gerçek gecikecek belki o kadar.
Her iktidar, alfabenin harfleri ile açtığı cezaevlerini kokteylli basın tanıtımı yaparak başlıyordu işe. “İnsan için” diyorlardı. Tutsakların insan olduğunu hatırlayıveriyorlardı, her cezaevi açılışında. Meyve sularını ve hazırlanmış kanepeleri midesine indiren basın ise ertesi gün bu cezaevlerini öve öve bitiremiyor, koğuşlara, hücrelerin içindeki masalara konan yapay naylon çiçeklerin resimlerini dayayıp, “haber” geçiyordu. Cezaevi övmenin görgüsüz bir ayılık oldugunu kanıksayarak hem de. O naylon çiçekler gibi yapaydı, duyguları çünkü…
F-Tipi cezaevleri işte böyle sunuldu, kamuoyuna. Ring araçları operasyondan kalanları zincirleyip, bu canavarın ağzına taşıdı, hiç durmadan. Kapıda resmi ve siviller, ellerinde ameliyat eldivenleriyle tutuyorlardı, coplarını. Tutsakların bileklerine geçirilmiş, zincirlerden tutup, hızla canavarın içine doğru taşıyorlardı. Bir anda, yok oluyordu giden. Canavar, hiç doymuyordu. İçeride, korkunç bir işkence, insan etini parçalıyordu.
Aylar, mevsimler, yıllar devrildi. Balya balya tabutlar çıktı, F- Tiplerinden. Açlığın, kuş tüyü kadar hafiflettigi bedenler. Yüzlerce hafızasız tutsak, yoksul ailelerine teslim edildi. Yüzlerce insan, bu travmayla hayatın kenarına itildi.
Kalan sağlar bizim olmadı, olamadı.
21 Aralık 2013 Cumartesi
Bu hafta Instagram
Burada sevdiğim peyniri bulmakta epey zorlandım. Sonunda çocuklar için epey süslü paketlerde satılan bu yuvarlakları buldum. Kaşar ve krem peyniri arası bir tadı var. Paketleri tadından daha leziz bana kalırsa.
Şeftalili ürünlere her zaman zaafım oldu. Bu duş kremi ise bugüne kadar en başarılı bulduğum şeftali kokusu taklidi sanırım. Hani epey eskiden şeftalili Spice Girls lolipopları vardı, içinden çıkartma çıkardı. İşte o kokunun aynısı.
Neredeyse iki gün aralıksız mektup yazdım. Yılbaşı tebrikleri de eklenince neredeyse bir tükenmez kalemi yarıladım. Yoruldum ama sonuçtan memnunum.
Bu aralar yine çok fazla çay ve kahve içiyorum. Geçen sene kahveye koyduğum şekeri pat diye sıfırladığımdan beri içim rahat bir şekilde içiyorum ama içmemeliyim. Bu konuda kendimden şikayetçiyim. Sanırım tek 'kötü' alışkanlığım kahve ve bazen çay.
Bu hafta güzel gezdik tatili fırsat bilip. Havada bir değişiklik yok, gri ve soğuk. Karşınızda ünlü London Eye. Binemedik hala, önünden geçip duruyoruz sadece.
Londra'nın en sevdiğim parklarından biri. St.James Park. Diğer parklara nazaran daha dağınık, daha az planlı. Bu nedenle çok daha doğal. İçinde bir de minik göletler ve yüzlerce sincap var. Ördekler de var hatta. Hava kapalı olmasına rağmen çok güzel dolaştık, keşke yanımızda yiyecek bir şeyler olsaydı da sincapları besleseydik dedik, evet o kadar evcilleşmişler (:
Koca kuyruğuyla tombul bir sincap yine bir şeyler kemiriyor.
Nadir güneşli günlerden birinde uzun yürüyüş sırasında kendimizi şehrin en turistik yerlerinden birinde, St.Paul's de bulduk. Çok heybetli bir bina, bak bak bitmiyor. Güneş tam da burada biraz kemiklerimizi ısıttı.
Waterstones'da bulduğum Matildalı şey. Kitap ayracı ya da duvar süsü, ne olduğundan emin değilim ama ben pek sevdim. Bir şey Matildalı olur da sevilmez mi?
İngiltere'nin en eski, en ünlü şekerci dükkanlarından biri Hardy's. Bir arkadaşımıza yollamak için çikolata aldık buradan. Dükkanın içindeki renkler, kokular her şey o kadar şahane ki, anlatmak epey zor. En kısa zamanda bir daha gitmeyi planlıyorum.
Ve evet, tekrar okuyorum Harry Potter'ın son kitabını. Yanında da sade kahve. Bu kapak tasarımını görmemiştim, ben çok çok beğendim. Bu da bitince ne olacak bilmiyorum, bana acilen yeni seri bulmak lazım. Bu aralar Harry Potterlı, Yüzüklerin Efendisili günlerimi çok özlüyorum. Belki Taht Oyunları'na tekrar başlarım.
Ve Big Ben!
Cumartesi sabahı kahvaltısı. O kadar karanlıktı ki hava sabah olduğuna inanmak zor. Bu kitabı da okuyorum bir yandan, birilerini beklerken okumak için almıştım bir anda, sevdim. Büyük aile kahvaltılarını çok özlediğimi fark ettim.
Ve yine London Eye. Bu sefer daha yakından. London Eye fotoğraflarını çok seviyorum galiba (:
18 Aralık 2013 Çarşamba
KÜRESELLEŞEN TÜRK-İSLAMCI NURCULAR: GÜLEN CEMAATİ / Dr. Mustafa PEKÖZ
Ancak Eğer küresel sermaye’nin onayını ve desteğini arkasına alırsa Cemaat, AKP ile iç iktidar mücadelesinden çok daha kapsamlı bir çatışmaya hazırlanacaktır. Gülen’in kasetlerinden bunu görmek mümkün. Elindeki yargı, polis ve medya gücünü kullanarak hamlelere başlayabilir.
Gokyuzu9@aol.com
[1] OZDALGA Elizabeth, “Worldly Ascenticism in Islamic: Fethullah Gulen’s Inspired Piety and Ac- tivism”, Critique, 2000, sayı: 17, syf:24-28.
[2] GÜLEN, “At the Threshold of a New Millennium”, The Foutntain, No:29, 2000, syf: 24
[3] ERDO⁄AN Latif, Fethullah Efendi: Küçük Dünyam, Ad. yay. İstanbul, 1995, syf: 67
[4] YAVUZ, age, syf:297.
[5] AKMAN Nuriye, “Fethullah Gülen’le Röportaj” Sabah gazetesi, 25-30 Ocak, 1995.
[6]YAVUZ Hakan M., “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce/İslamcı- lık, Cilt;6, İstanbul, 2004, syf:296.
[7] YAVUZ, age, syf:301-302.
[8] age, syf:24.
[9] ESPOSİTO John, İslam Tehdit Efsanesi, Ufuk kitapları yay. İstanbul, 2002, syf:167.
Azmin Muhteşem Örneği - [Buz Devri - Scrat :)] (VİDEO)
Sanırım Scrat'ten almamız gereken çok ders var. :)
Kaynak: Network Marketing
Bir Müziğin Hissettirdikleri
17 Aralık 2013 Salı
Gördüklerimiz… Yaşadıklarımız… Kırılganlığımız… / Misak Tunçboyacı
Kırılganlığı başka herhangi bir sonuçtan çok daha iç kıyıcı, çok daha yıkıcı ve tahribatın boyutunu göstere gelen bir edim olarak tanımlamak mümkündür. Yok, yere değil muktedir eliyle handiyse bile isteye, göstere göstere yapılan her tahakküm öznesinde / öncesi ve sonrasında / varlığı artan bir edimdir kırılganlık. Biteviye biçimlendirmelerin nihai ayrışımlardan başka bir sonucu vaat etmediği bu yerde yıkımın kendisidir kırılganlık.
Herkesin ve her şeyin tekillikten ibaret, tek parça yapılandırıldığı, bellendiği, tek tipleştirilmiş, tornadan aynı çıkmış olduğunun avaz avaz duyurulduğu bu yerde, bu zamanda asıl nerelerden darbe aldığımızın vesikasıdır o kırılganlık. Her hamlede bir hezimetin sunulduğu, onca hezimetin hepsinin bir potaya, bir güne dâhil edildiği bir yerde nefes aldığımız anlarda varlığını göstere gelendir kırılganlık.
İradenin Allah’ın her günü sınava dönüştürüldüğü bu ülkede ve demokrasinin en ilerisinde asıl derdin her ne olduğunu bildirendir kırılganlık. Merkezin tamı tamına ortaklığın müşterekin lime lime edilmesinin karşılığıdır kırılganlık. Çokluğun linç edildiği, sözün beş kuruş etmez hallere havale edildiğini gösteren yansılardan, tavırların bile isteye yara açmak, yaraları deşmek ve daha fazla kırmak, dökmek, unufak edip yok etmek üzerinden şekillendirildiğini muştulayandır kırılganlık.
Yaşıyor muyuz bahsinin neden bu kadar sıklıkla karşımıza çıktığını anlamlandırabilmek için de önemli bir edimdir kırılganlık. Her türlü hak mahrumiyeti söz konusu olduğunda onu başkalarına, başka örneklere; öncüllere referans etmeye gereksinim bıraktırmayacak seviye ile yeniden dönüştüren, danışıklı dövüşlerle üzerimize salan bir muktedir algısının enikonu en kuvvetli olduğu en gözünü kararttığı meseledir kırılganlık.
Çoğunluğun beklentilerinin yüzde hesaplarıyla akıllara nakşedilmiş olanla her defasında söylenen yüzde ellilere karşı yüzde elliler ile ifade edildiği bir yerde, ifşaatın sınırlarında olan bitenlerin bunca vurdumduymazlık ile karşılanmasındandır kırılganlık. Her ne oluyorsa oluyor ama muktedirin yoluna engel olarak belledikleri, karşısına yüzdeleri çıkarta geldiği, istatistikî rakamlardan, lobilerden, fobilere arası hiç boş kalmayan yaftalamaların mekânına sahiplik eden bir meseledir kırılganlık.
Döküp, kırdıkça illa bu şiddetle değil sözün en sukut halinde bile kendini gösteren bir menzildir değindiğimiz. Acıyı kanatmaya devam eden, acıları bir politik mesel olarak çekiştirip, sündürüp, pejmürde eden yetmez amma lime lime ettiği her meselede olduğu gibi bundan da mağduriyet kotarmaya girişen bir ülkenin esaslarından birisidir kırılganlık. Onca söze karşılık hepimize bildirilen bir nihai sonuçtur çok daha açık ifadeyle; kırılganlık kalemimizin kırılmasıdır.
Tahakkümün biyopolitik söylevin geçer akçe bellenmesinden bugüne kadar ilerleyen her dönemeçte, her yirmi dört saatlik süreçte yeniden ve yeniden yapılandırılan, kırılan kalemler çoğaldıkça yekten her şeyi küçük kıyametler ile halletmeye hazır ve nazır bir aklın tezahürüdür… Gördüklerimiz… Yaşadıklarımız… Kırılganlığımız.
Henüz her şeyin tamama erdirilmediği bahsinin yükseltildiği her şeyin başlangıcında olduğumuzun ilanının aralıksız duyurulduğu bir yerdeyiz. Şimdi karanlığın modern zamanlardaki en gerçek-en keskin halindeyiz. İkamet ettiğimiz o nokta, bugünün şartlanmışlıklarda dünü kendine örnek aldığı her alanda muktedirin gerçek niyetini anlamlandırmaya yardımcı olacak çıkışlara, çıkarsamalara ev sahibidir.
Soluk almak söz konusu olduğunda o duruma bile menfi ya da müspet diye görüş bildirilebilecek bir yapının ta kendisidir denkleştirmeye çalıştığımız. Dün Gezi’de olanları bir biçimde sindiremeyenlerin bugünün politik ikliminde bütün bu halk kalkışmasından kendine en makbul anları iç etmek için kullana geldiği bir yapımın ta kendisidir. Her şeyi tükettirirken o isyan güncesini de, o güncenin içerisinden hayatlarımıza dahil olan söz etme gayretini de, cesaretini de yerle yeksan edebilmek, biri bitmeden bir başka fena ya da kötüye yol verebilmek için tercih edilenleri dosdoğru göstermektedir.
Kırılganlık yok yere değildir hani her gün aynı cümleleri kuruyormuşuz gibi görünse de her günümüze eylenenleri yan yana, üst üste istiflediğimiz sözleri bir kere daha gözden geçirdiğimizde bu kırılganlığı, bunca ceberutluğun sonucunda olanları fark edebilmek mümkün olacaktır. Nihayetinde bilindik kılacaktır. Her şeyi dönüşüm paravanının arkasında ağır aksak, sessiz sedasız ama mutlak bir biçimde sindirmeye amaç edinen ülkünün her neye yol verdiği böylelikle bir kez daha anlaşılacaktır. Bir kez daha hayatın elimizden çalınmasının farklı eksen ve çıkarsama ile kotarılan halleri tehditleri ve daha fazlası artık bilinesi, duyulası ve anlaşılasıdır.
Yara her yanımızı kapsamaktayken, yaygınlaşırken Berkin Elvan’ın başına getirilenlerin muallâkta konulmasıdır. Yahut ta Ali İsmail Korkmaz davasının akıbetinin şehirden şehre seyyahlığı, her yerde aynı kayıtsızlığın cismanileştirilmesidir. Elbette uyumaktan herhangi bir adalet tecelli edemeyecek hale dönüşmüş hâkimlerin bulunduğu Ethem Sarısülük’ün davasıdır bu mesel aynı zamanda.
Kilitli kapıların ardında davası gerçekleştirilen Mehmet Ayvalıtaş’ın kıyamıdır düşünülmesi gereken. İnadına damdan düştü denilerek karartılmaya en başından bu yana devam edilen Ahmet Atakan’ın katledilmesinin ardında olanların karanlığıdır sorgulanması gereken. Hala ve inatla Lice’de katledilen Medeni Yıldırım’ın Kalekol nam barışırken bile savaşmaya devam edeceğini deklare eden bir devlet aklına kurban edildiğini hatırlatmaktır vesselam.
7 Aralık’ta Gever’de Gerilla mezarlığına yapılan saldırılara yönelik protesto gösterilerinde Mehmet Reşit İşbilir’in ve Veysel İşbilir’in kolluk kuvvetince katledilmesinin, sanayi işçiliğinden terör örgütü üyesi olarak atfedilmelerine kadar bir dolu hazin olanın birlikteliğidir bir kez daha söylenmesi gereken. Yalanlar imal edilmeye devam edendir! Bir kaç gün sonra Bemal Tokçu’nun da İşbilir’lerin cenaze töreninde katledilmesidir zerre abartısız. Sözüm ona ileri demokrasi güncesinde gerisin geriye 90′lı yıllar yeniden gerçekliğimiz kılınmaktadır.
Kırılganlık, bütün bunlardan çok daha fazlasında elbette görünecektir. Birinin sözü diğerinin davasının akıbeti, bir diğerinin kenti veya semti talan edilmekten kaçınılmayacak bir bedel olarak önümüze her dem çıkartılacaktır. Neyin bedelidir sorgusunun daima uzağında tutulacağımız bir heyula. Her günümüz kıyametin başka bir şeceresiyle donatılırken insana kastın, doğaya kıyımın birisi diğerinden farksız hazin tavırların, asap bozucu yargıların ve yaftalamaların arasında ve ortasında kırılganlıktır çoğalan.
Her şeyin ve her günün bunca kör, bunca şirazesinden çıkmış olan bir devlet mekanizmasının insafına terk edildiği bir yerde yaşayabilmek amaların ve fakatların koynunda değil, şüphelere tam da istenildiği her dem bahsedildiği gibi ayrışarak değil sözü işiterek, yarayı görerek, önemseyerek mümkün olacaktır. Kırılganlık meseli laf ola beri gele bir mesel değildir. Her canımız yakıldığında, her günümüz karartıldığında, her birimizin kıyısında dolaşmaya devam eden lanetli gölgenin karşısına çıkıp hesap sorabilmenin gerekliliğidir hatırlanmasıdır en elzem olan, gerekliliğimizdir.
Aslolan ne kimliklerimiz, ne aidiyetlerimiz, ne şu ne buyumuzdur. Belki de en gerekli olan, öncelikli olan şey sesimizdir içimizden ta içimizden yükselmeye devam eden. Bunca kırılmaya, bunca hakaret, tehdit ve tenkitin ve kıyamın kıyısında sestir hepimize bu kırılganlığı aşabilmeye yardımcı olacak ötesi değil. Meram kısıtlandırılmış meram örselenmeye devam edilen, harap, viran eylemeye devam eden ömrü çalmaya, hayatı yok etmeye ant içenlere inat, inadına bir Pir Sultan Abdal deyişidir;
Ulu mahşer günü olur divan kurulur
Suçlu, suçsuz gelir orada dirilir
Piri olmayanlar anda bilinir
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
9 Aralık 2013 Pazartesi
En güzel resimli çocuk kitapları listesi
4 Aralık 2013 Çarşamba
Okuyan Kedi Tumblr'a geri döndü
okuyankedi.tumblr.com
Aşk Acısının Yararları
2 Aralık 2013 Pazartesi
Nerelerdeyim?
19 Kasım 2013 Salı
Londra'da Hafta Sonu, #6 - Green Park
Televizyonda Başarının Sırları
13 Kasım 2013 Çarşamba
Kedisiz hayat neden çok bayat?
"Ev, kedinizin olduğu yerdir."
Londra’ya geliş hikayemi binbeşyüzaltıncı kere tekrar etmeme gerek yok sanırım. Geldim, ve 'tüm' kedilerim (iki tane) geride kaldı. Yaşlı kedim ailemde, genç kedim de erkek arkadaşımın ailesinde. Nasıl özlüyorum bilemezsiniz. Belki de bilebilirsiniz. Kedisiz hayata hiç alışkın değilim. Kedisiz hayat çok bayat! Tam 90ların klişe sloganları gibi oldu. Her neyse, bu bayat ve yavan tadın sebeplerini açıklayayım:
Kedi(leri)nizi özlüyorsunuz. Her şeyini. En çok da oyunları. Benim için en güzel çalışma molası, ben çalışırken bir köşede uyuyakalan kedimi uyandırıp önce burnunu ısırmak sonra da gıdıklamak olmuştur. İşte artık bu yok. Molalarım sıkıcı pencereden dışarı bakmalardan, Candy Crush oynamalardan ibaret.Kış geceleri soğuk ve acımasız. Yıllar geçiyor ve yaşlanıyoruz, her gün biraz daha üşüyoruz. Kış gecelerinin vazgeçilmezi bir adet kedi, tercihen bol tüylü. Şöyle siz uykuya hazırlanırken battaniyenizin altına girecek, ayaklarınıza sokulacak ve sabaha kadar kum çuvalı gibi hareket etmeden fosur fosur uyuyacak.Bazı kediler her daim aç. Böyle kediler de en çok yemek vakitlerinde özleniyor. Benim minik kedim Ayı’nın açlık genlerine işlemiş gibidir. Londra’ya geldim geleli ne zaman güzel bir şeyler yesem, ah şimdi burada olsaydı da lokmaları boğazıma dizene kadar gözlerini ayırmadan bana baksaydı diyorum.Hayatta minik heyecanlar şart. Yaramaz bir kediniz varsa her gün yeni yeni maceralar demek. 10 dakikadır sesi mi çıkmıyor, kesinlikle dolaplardan birinin (kimbilir hangisinin) en ücra köşesinde saklanıyor; aniden şirinlik mi yapmaya başladı, kesin arka odalarda bir işler çevirdi...Tırmık izleri aslında yaşanmışlıktır ve biraz da korkunç görünümlü eller ve kollar demektir. Birkaç aydır ellerim pürüzsüz, lekesiz ve pamuk gibi. Çünkü gece ben uyurken onları kemiren, masa başında yazı yazarken bunu oyun sanıp ellerime saldıran kimsem yok.Kedileri şahane zaman tüketicilerdir. Bir tek kendileri değil, tüyleri de yeterlidir bunun için. Diyelim ki kışları kadifeden vazgeçemeyenlerdensiniz. Ve yine diyelim ki o gün bordo kadife pantalonunuzu giymişsiniz ve olur ya, herkes sanki o gün sizi bir yerlerde bekletmeye sözleşmiş. Beklerken ne yapılır? Pantalondan kedinizin tüyleri tek tek toplanır. Var mı bundan eğlenceli aktivite. Şaka. Kitap da okuyabilirsiniz aslında.Uyuyan kedi, pencereden bakınan kedi, boş boş oturup tahminen içinden “bana neden bakıyor ki şimdi bu böyle?” diyen kedi izlemeyi severim. En çok uyuyan kedinin kıvrım kıvrım kıvrılan patilerini mıncırmayı severim. Uyuyan kediyle uğraşmayı sevdiğim kadar, uyuyan insanı da türlü türlü numaralarla uykusundan kaldırmayı da bilirim.Tek çocuk olmanın acı gerçeklerinden biri de evde, sokakta canınız sıkıldığında uğraşacağınız birinin olmamasıdır. Kedilerim bu görevi uzun süredir layığıyla yerine getirmekteler. Kendi halinde oturan kediyi hop diye kucağa almalar, burnuna üflemeler, çok çok öpmeler, kendi kuyruğunu ısırttırmalar en sevdiklerimdendir. Bir süredir hayatım bomboş beyaz kağıtlar gibi.Eğri oturalım, doğru konuşalım. Buraya, bloga, "kedilerimle konuşuyorum ben" yazacak kadar cesur değilim. Konuşmuyorum zaten. Öyle uzun muhabbetler yapmıyorum da hani arada sırada, “nasılsın, naber, kuyruklar nasıl, sen yine şişmanladın ya, oh göbeğe bak” gibisinden şeyler söylüyorum. Sözlü sataşmalarda bulunuyorum. Bunları yapamıyorum bir süredir, çok canım sıkılıyor.En en çok uzun uzun gıdıkları, kulak arkalarını, göbekleri sevmeyi özlüyorum. Belki onlar da beni özlüyorlardır diye avutuyorum kendimi.Tüm bu sebeplerden ötürü kedisiz hayatı hiç sevmiyorum. Benim aklıma bunlar geldi. Sizin kedili hayatı sevme sebepleriniz neler? Eğer siz de bir süreliğine kedilerinizden uzaksanız, kedisiz hayatın tatsızlığını paylaşır mısınız?
image
11 Kasım 2013 Pazartesi
Josie Shenoy İlustrasyonları
8 Kasım 2013 Cuma
Aşk Acısından Nasıl Kurtuluruz?
6 Kasım 2013 Çarşamba
I Can Change The World! (VİDEO)
Dünyadaki tüm iyi veya kötü oluşumların, sadece bir kişinin ilk adımı atarak öncülük etmesiyle başladığını unutmayın! Küçük hamleler, büyük oluşumlar doğurabilir, yeter ki inanın..
Kaynak: Network Marketing
31 Ekim 2013 Perşembe
Londra'da Hafta Sonu, #3 - British Library
23 Ekim 2013 Çarşamba
Witches of East End
21 Ekim 2013 Pazartesi
Bir Erkek İçin Nasıl Vazgeçilmez Bir Kadın Haline Gelirsiniz?
Londra'da Hafta Sonu, #2
18 Ekim 2013 Cuma
Organo Gold Büyük Fırsatı
Organo Gold şirketi -eşsiz başarılar sayfasında da bahsettiğimiz gibi-, hızlı bir yükseliş ile dikkatleri üzerine çeken, inanılmaz başarılar yakalayarak tüm rekorları altüst eden bir şirkettir.
Faaliyet göstermeye başladığı ülkelerde piyasayı sarsan bir yükseliş gösteren bu şirketin gelecek aylarda Türkiye'de açılacak olması, muhakkak ki büyük bir fırsat. Biz de takım olarak bu açılışa hazırlanarak büyük bir başarı yakalamak istiyoruz.
İnternetin ve Eğitimin gücüne önem veren bir takımız. Büyük başarılar yakalama konusunda oldukça azimliyiz. Uluslarası çalışmalarımızda ve Türkiye hazırlıklarımızda bizimle beraber olmak isteyen, azimli, çalışkan ve takım çalışmasına uygun arkadaşları aramızda görmekten mutluluk duyarız.
Siz de bu büyük fırsattan en iyi şekilde yararlanmak istiyorsanız başvuru formunu doldurup bize ulaşın.
Kaynak: http://tr.ogworld.org
17 Ekim 2013 Perşembe
İzmir'de Mutlaka Gidilmesi Gereken Yerler Listesi
14 Ekim 2013 Pazartesi
Londra'da Hafta Sonu, #1
11 Ekim 2013 Cuma
Londra'da Ulaşım Halleri: Otobüs, Taksi, Metro, Bisiklet, Ayak
Fotoğraf makinemin kablosu yok, şarjı da yok. Telefonla saçma sapan fotoğraflar çekiyorum. Bu da kahvaltı karesi. Konumuzla pek alakası yok.
Londra yazılarını bekleyenler var, biliyorum, anca yerleşebildim. Kusura bakmayın. Bundan sonra daha sık yazıyor olacağım. Bu yazıda da Londra'da ulaşım nasıldır, nelerden kaçmalı, hayatta nasıl kalmalı gibi şeylerden bahsetmeyi düşünüyorum. Daha önce de dediğim gibi, Londra çok ama çok yürünesi, yürünülesi bir şehir. Eğer yaşadığınız yer ile her gün gitmeniz gereken yer arasında fersahlar yoksa, siz de çoğu Londralı gibi yürümeyi tercih edeceksiniz. Çünkü hem ucuz, hem de sağlıklı. Haritanızı yanınızdan ayırmamak şartıyla. Haritalarla aram peki iyi olmasa da burada zorunluluktan olsa gerek, en ufak bir kaybolmada hop çıkarıp haritaya bakıyorum. Her neyse, lafı daha fazla uzatmadan her biri ulaşım şeklinden ayrı ayrı bahsetmek en iyisi sanırım.Otobüs: Evet, o kırmızı, iki katlı otobüslerden var Londra'da. Elbette yenilenmişler, hatta 'hybrid' olanları yani elektrikle çalışanları bile var. Peki o en eskilere ne oldu derseniz, onları özel şirketler aracılığıyla özel günler için ya da şehir turu yapma amacıyla kiralayabiliyorsunuz. Geçen hafta sonu, gelin-damat ve çiftin ailelerini taşıyan iki katlı kırmızı bir otobüs gördüm. Pek sevimliydi. Ben de pek seviyorum bu nostaljik aracı, ama çok sık kullanmıyorum. Otobüse binmek için 'Oyster' kartı almanız gerekiyor. Sonra içine öğrenci olup olmamanıza, ve sanırım kullanma sıklığınıza göre para yüklüyorsunuz. Ben neden çok sık kullanmıyorum otobüsü? Çünkü duraklar kaldığım yere biraz uzak ve sabahları biraz midem bulanıyor otobüse binince. Genel olarak nasıldır otobüsler, rahat mıdır diye merak edebilirsiniz. Ben hiç çok kalabalık bir otobüse denk gelmedim. Yolum da çok uzun olmadığından rahattı yani. Diğer ulaşım olanakları göz önüne alındığında, aktarmalı otobüs yolculukları biraz yorucu olabilir belki. Yanlış bilmiyorsam, sabaha kadar devam ediyor otobüs seferleri. Bilmiyorum, sanırım otobüs hiçbir zaman en sevdiğim araç olmadı, dediğim gibi, mide bulantıları beni mahvediyor.Taksi: İngiltere'nin bir diğer kültürel ve turistik sembolü, siyah taksiler. Ben hiç binmedim. Londra'da sıklıkla taksi kullanabilecek kadar zengin de değilim. Duyduğuma göre adaylar binlerce caddeyi, yüzlerce turistik mekanı ezberlemeden geçemedikleri bir sınav sonunda taksi şöförü olma hakkını kazanıyorlarmış. GPS (elektronik yol bulma araçları) yaygın olarak kullanılmaya başladığından beri sınavda bir değişiklik oldu mu bilmiyorum ama trafiği yoğun olan her şehirde olduğu gibi Londra'da da taksi şöförü olmak zor iştir tahminen. Ve epey de güvenliymiş taksileri kullanmak, bana denen bu.Metro: İşte beni en çok zorlayan. Çünkü çok karışık, hele benim gibi harita okumakta zorlananlar için. Aktarmaları, hatları kesinlikle anlamıyorum. Bir de Londra metrosunun dünyadaki en geniş ağa sahip metrolardan biri olduğu düşünülürse, işim çok zor. Ama her gün kullandığım rotayı bir kere ezberlediğimde de, büyük rahatlık. Metro fiyatları da kart aldığınızda daha ucuza geliyor, öbür türlüsüne yani her binişte para vermeye zaten bütçe dayanmaz. Metroyu otobüse göre daha sık kullanıyorum, özellikle hava yağmurlu olduğunda. İngilizlerin 'Rush Hour' dedikleri zamanlarda, yani işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde metro ücreti daha pahalı. Bunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Rahat mı metrolar derseniz, ben genelde ayakta gidip geliyorum, sanırım epey kalabalık duraklardan binip, kalabalık hatları kullanıyorum. Bir de metro çok eski olduğundan, diğer Avrupa şehirlerindeki gibi geniş, hatta yürüyen merdivenler çoğu istasyonda yok. Daracık daracık merdivenlerden yeryüzüne çıkmak bazen içimi daraltmıyor değil. Metrolarda insanlar genelde kitap, dergi, gazete okuyorlar. Öyle dik dik insanlara bakma eylemini gerçekleştiren yok. Zaten herkes bir yerlere yetişme derdinde. Londra'nın geneline böyle bir 'sürekli acele etme hali' nüfuz etmiş.Bisiklet: Ah bisiklet! Bir şeyi hem nasıl bu kadar seviyorum, yapabilene özeniyorum hem de bu kadar korkuyorum anlayabilmiş değilim. Londra'da bisiklet epey yaygın. Rengarenk bisikletler her gün evden işe, işten eve sahiplerini getirip götürüyor. Hem ekonomik açıdan çok karlı, hem kullanan için spor niyetine, hem çevreyi kirletmiyor, hem de halihazırda kalabalık olan trafiğe daha fazla arabanın katılımını engelliyor. Kullananlar da epey bilinçli kullanıyorlar; kask, dizlik olmadan trafiğe çıkanı görmedim. Diğer güzel bir şey ise, her gün değil ama arada bisiklet kullanmak isteyenler ve bunu gerçekleştirebilmek için bir adet bisiklete sahip olmayanlar, yol kenarlarında bulunan bisikletleri makineye ödeme yapıp belirli bir süre için kullanabiliyorlar. Sanırım yakın zamanda aynı uygulama İstanbul'da faaliyete geçirilmişti. Ben gerçekten çok isterdim sanırım bisikleti her gün bir ulaşım aracı olarak kullanabilmeyi ama hem kendi sürüş kabiliyetime güvenemiyorum, hem Londra'nın bize göre ters ve her zaman son sürat akan trafiğinden korkuyorum. Önümüzdeki senelere kısmetse...Ayak: İşte benim tercihim. Çok spor yapan biri değilim ama çok iyi yürürüm. Saatlerce, dere, tepe, sırtımda kaç kiloluk çanta taşıdığıma bakmadan yürürüm. Yorulmam. Tabi sonradan sırtım ağrır, gece uykumdan ağrıyan bacaklarım yüzünden uyanırım ama olsun. Yürümeyi çok seviyorum, Londra'da daha da sevdim. Zaten yakın zamanda yürüyüş rotamı fotoğraflayıp burada paylaşmayı düşünüyorum. Yürümek hem yazın aldığım kiloların bir kısmını vermemi sağlayacak, hem de bütçeme katkıda bulunacak. En azından ben böyle umuyorum. Tabii bir de Londra'nın yağmurlu ve rüzgarlı havasını da unutmamak lazım. Şimdilik havalar güzel gidiyor, yürüyebiliyorum. Tahminen 1-2 haftaya tıklım tıkış metro istasyonlarında, yer altında olmanın verdiği o rahatsızlık hissiyle bir oraya bir buraya gideceğim. Türkiye'de pek rastlamadığım, burada görünce çok hoşuma giden şeyse özellikle çalışan kadınların son derece basit br çözüm bulmaları bu yürüyüş meselesine. Çalışan kadınların hepsi olmasa da, sanırım büyük bir bölümü topuklu ayakkabı giyiyorlar işe giderken. Londralı kadınlar topuklu ayakkabılarını yürümemek için bir mazeret olarak kullanmıyorlar, sabah evden çıkarken topuklu ayakkabılarını çantaya atıp yürüyüş ayakkabılarıyla yürümeye başlıyorlar; akşam dönerken de aynı şekilde. Son derece şık kıyafetlerin altında fosforlu sarı spor ayakkabı giyip moda kurallarını yerle bir ettiklerine tasalanmadan hızlı hızlı yürümeleri çok hoşuma gidiyor.Londra'da ulaşım halleri, en azından benim deneyimlediklerim böyle. Tüm Londra yazılarını aynı temenni ile bitiriyorum, bu yazıda da eksik kalmasın. Umarım bir gün sizin de yolunuz buraya düşer, benim anlattıklarımı kendiniz görürsünüz, şaşırırsınız, seversiniz.9 Ekim 2013 Çarşamba
200 Kişi Ateş Üzerinde Yürüdü
4 Ekim 2013 Cuma
Eğer Mutlu Olamıyorsanız, Geriye Ne Kalır ki? (VİDEO)
Kısa olduğu kadar, etkileyici bir kesit. Yine Les Brown klasiği..
Kaynak: Network Marketing
Psişik Güçler Üzerine
Sen Beden Değilsin, Beden Senin İçinde
2 Ekim 2013 Çarşamba
İyilik Yapan; İyilik Bulur! (VİDEO)
Yapılan iyiliklerin nasıl sonuçlar doğurabileceğini anlatan mükemmel bir kısa film. İzleyin, izlettirin.
Kaynak: Network Marketing
30 Eylül 2013 Pazartesi
Başarıya giden yol ve pilav yapmak!
Paperchase
27 Eylül 2013 Cuma
Londra yolunda neler oldu?
Bu sabah 9 civarında Londra. "Şanslısın, Londra'nın güzel havasını yakaladın" dediler bir de bana.
Londra’da odamdayım. Saat 19:30. Türkiye’de 21:30. Londra'da geçirdiğim ilk günün sonlarına yaklaştım. Yorgunluktan bacaklarım zonkluyor. Ancak ben işe dünkü yolculuğumu anlatarak başlamak istiyorum.
Bu sabah 5 gibi (İngiltere saatiyle) kalktım. O kadar hassas bir bünyem varmış ki, ülkeler arası 2 saat fark olmasına rağmen jet-lag olmayı başarabildim. Yorgun uyandığım gün hiçbir toplu taşıma aracı kullanmadan kilometrelerce yürüyerek geçti. Ama halimden şikayet falan ettiğim yok, şimdiden şehre hayran kaldım. Şehrin kendisinin anlatılacak çok şeyi var ama daha sonra. Her neyse, yolculuğu merak ediyor olabilirsiniz. O zaman anlatayım.
Dün sabah 5 gibi kalktım, önce hatırlayamadım günün önemini. Yatakta kımıldamadan tavana bakarken “Aa ben bugün İngiltere’ye gidiyorum” diye ani bir aydınlanma yaşadım, ters dönmüş bir mide ve kalp çarpıntısı eşliğinde hazırlanmak için kalktım. Azıcık kahve, bol bol yaşlı kedi ve aileyle vedalaşma faslından sonra yola çıktık, havalimanına vardık. Pek kalabalık değildi, bavulu teslim ettim. İstanbul'a gidecek uçağa bindim, yanıma 2 aylık bebeği olan, yurtdışında yaşayan pek sevimli bir kadın oturdu. İçimden “Parmakları da ne küçükmüş... Teni de da saydam gibi... Hiç de ağlamadı...” diye diye zaten kısa olan yol bebeği incelerken geçti gitti. El bagajı olarak bir omuz çantam bir de sırt çantam vardı ve zaman ilerledikçe eziyet oldular. Omuz çantam boşken bile ağırdı, sapı inceydi. Bir noktadan sonra kolum omuz hizasından kopacak gibi hissettim. Sırt çantamın kendi hafifti ama içinde bir adet laptop, bir ipad, dosya vb. ıvır zıvırla dolu olduğundan epey ağırdı. Her neyse, Londra uçağını beklerken erkek arkadaşımla buluştum, beni yolcu etmeye geldi yani. İyi ki de geldi (Okuyursan, selam, el sallıyorum sana). Heyecandan mı yoksa sabah 9 gibi hamburger yemeye karar verdiğimizden mi bilmiyorum, hiçbir şey yemek istemedi canım. Zaman pıtır pıtır aktı, Londra uçağının vakti geldi. 2 hafta uzun süre ayrılmamak üzere buluşacağımızı bilmemize rağmen, sonu iyi biten romantik komedi filmlerinin hava limanı sahnelerini aratmayacak bir performans gösterip vedalaştık. Sonra da bir ara sonunun hiçbir zaman gelmeyeceğini düşündüğüm bir yola çıktım, “gate (uçağa binmeyi bekleme yeri)” sanırım olabilecek en uzak yerdeydi. Uçak 1 saatten fazla rötar yaptı. Rötar yüzünden Heathrow Havalimanı’ndaki (Londra’nın en büyük havalimanı) iniş sırasını kaybetti. Yarım saat boyunca Londra semalarında tur attık. Böyle anlattığıma bakmayın, galiba geçirdiğim en keyifli uçak yolculuklarından biriydi. Çünkü...
Önümde yüzlerce film olanağı vardı (hani koltuk arkası ekranlardan) -ki ben beç milyonuncu kez de olsa Harry Potter izlemeyi seçtim-, sol tarafımda yeni tanıştığım ve aynı okula gideceğimiz kişi vardı, iyi anlaştık bence. Ama esas bomba, sağımdaki amcaydı. Bu kadar sevimli, komik bir amcayla daha önce hiç konuşmamıştım sanırım. Ben ilk gördüğümde herhalde ellilerinde dedim. 76 yaşında olduğu ortaya çıktı. Ama son derece centilmen olduğundan el bagajlarımızı baş üstü dolaplara bile o yerleştirdi, biz “Aman yapmayın” desek de. Kendisi Kıbrıslıymış. Çalışmak için Londra’ya gelmiş zamanında ve burada evlenmiş, bir sürü çocuğu olmuş. Koltuk arkası ekranları çalıştırmak biraz zahmet istediğinden ona ben yardım ettim. ‘Aksiyonlu bir şeyler’ istedi film seçiminde. Hemen seçtik, “Amaaan boşver be kızım, açar açar kaparım, parayla değil ya filmler. Canım ne istersen onu izerim” dedi. Zaten üç buçuk saatlik yolculuk boyunca tahminen on beş filmi açıp, biraz izleyip sonrasında değiştirdi. Bir keresinde kulaklıklarını takmayı unutup bana “Kızım bir baksana bundan ses gelmez” dedi. Bir kere de film izlerken uyuyakalıp, uyandığında ekranın sağ köşesinde gördüğü kadını ben sandı, “Sen ne zaman benim sağ yanıma geçtin ki?” dedi. Böyle böyle geçti gitti yolculuk, indik. Tabii pasaport kontrolünde upuzun ve bir o kadar da karmaşık bir kuyruk beni bekliyordu, garip bir şekilde epey hızlı ilerledi ve geçtim. Artık Londra ile aramda hiçbir engel kalmamıştı.
Kalacağım yer ile havalimanı arası arabayla 40 dakika. Ancak köprü üstündeki kaza sebebiyle yollar çok tıkalıydı. Tüm yolculuk yorgunluğu üstüne bir de iki saate yakın bir araba macerası vücudumdaki son enerji kırıntılarını da alıp götürdü. Buna rağmen Nijeryalı taksi şöförüyle pek güzel muhabbet ettik. Odama vardığımda halihazırda 41 numara olan ayaklarım şiştikleri için çizmelerin içinde çıkmadı, uzun uğraşlar sonucu yorgun düştüm. Zaten bavulumu açmadan uyuyakaldım.
Londra'ya geliş maceram böyleydi, beklediğimden eğlenceli geçti. Herhangi bir aksaklık çıkmaması şansımın yaver gittiğini gösterdi. Umuyorum böyle devam etsin. Güzel şeyler olsun ve ben de buraya onları yazayım, size anlatayım. Kısacası, yediğim içtiğim benim olsun, ben size gördüklerimi anlatayım.
Londra maceram başladı bile. Oley.
Organo Gold
Organo Gold 2008 yılında kurulmuş olmasına rağmen hızlı bir yükseliş göstermiş ve tüm dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu başarılar sadece sözde kalan başarılar değil elbette, ispatlı, tüm sektör tarafından bilinen başarılar..
3 Yılda İlk 100 Şirket Arasına Girmek...
2008'de kurulan Organo Gold, 2011 yılında 73. sıradan ilk yüze giriyor.
Kaynak: Direct Selling News
2012'de ise 66. sıraya yükseliyor ve cirosunu neredeyse ikiye katlıyor.
Kaynak: Direct Selling News
Düşünün ki burada yarıştığı şirketler 10-15 senelik şirketler ve bu listeye giremeyen binlerece şirket var! Ama Organo Gold 3 yılda harika bir başarıyla bu listeye adını yazdırıyor.
3-4 Yılda Sektörün En Çok Kazanan Liderlerini Çıkartmak..
İşte bu başarı benzersiz, bu başarıyı anlatmaya kelimeler yetmiyor. 3-4 senede 40-50 senelik şirketlerin liderlerini geçen liderleri çıkartmak nasıl bir başarıdır sizce? En çok kazanan ilk 100 listesine 9 liderini yazdırmak nasıl başarıdır? Bu başarının benzeri yok, tarifi de yok..
Çocuklarımızı İnternet Bağımlılığından Korumanın Yolları
Kaynak: Kişisel Gelişim
25 Eylül 2013 Çarşamba
Will Smith'den Başarı ve Hayat Dersleri (VİDEO)
Holywood dünyasının en başarılı isimlerinden olan Will Smith'in konuşma ve röportajlarından derlenmiş olan bu video da faydalanabileceğimiz çok güzel bilgi ve deneyimler var.
Etkileyici ve motivasyonel etkisi yüksek bir video.
Kaynak: Network Marketing
23 Eylül 2013 Pazartesi
Londra'ya taşınıyorum!
Bir Network Diziliminde Sistemden Ayrılanların Boşluğu Nasıl Dolar? (SORU)
SORU: Bu sistemlerin her hangi birinde başarısız olan kişi aradan çıktığında onun altında kalan grubun durumu ne olur ? ya da aradan çıkan kişinin yeri nasıl doldurulur?
CEVAP;
Bu sorunuzun cevabı şirkete göre ve dizilim modeline göre değişmektedir. Birkaç örnek vereyim;
Binary dizilim modellerinde, sistemden ayrılan veya herhangi bir şekilde pasif duruma düşenlerin yeri dolmaz veya altlar bir üste kaymaz, buna gerekte yoktur, çünkü binary diziliminde hatlardaki hacim önemlidir. Yani aktif kişilerin size yakın olması bir şey değiştirmez.
Unilevel dizilimde ise, sistemden ayrılan veya herhangi bir şekilde pasif duruma düşen olursa o kişinin alt grubu bir üste aktarılıp, direk size bir kademe yaklaştırılabilir. Bu en mantıklı ve güzel şeklidir. Bunu böyle uygulayan da vardır, pasife düşenlerin yerini doldurmayan şirketlerde vardır.
Breakaway dediğimiz hacim bazlı modellerde de kişilerin bir üste aktarılmasının önemi yoktur.
Özetle, hacim bazlı prim dağıtımlarında pasif kişinin grubunun bir üste geçmesi önemli değildir, kademe bazlı prim dağıtımlarında ise önemlidir. Uygulamalar ise şirketten şirkete değişmektedir.
Bahsi geçen dizilim metodlarını anlamak için Kazanç Metodları ile ilgili yazımızı okuyunuz.
Kaynak: Network Marketing