30 Eylül 2013 Pazartesi
Başarıya giden yol ve pilav yapmak!
Paperchase
27 Eylül 2013 Cuma
Londra yolunda neler oldu?
Bu sabah 9 civarında Londra. "Şanslısın, Londra'nın güzel havasını yakaladın" dediler bir de bana.
Londra’da odamdayım. Saat 19:30. Türkiye’de 21:30. Londra'da geçirdiğim ilk günün sonlarına yaklaştım. Yorgunluktan bacaklarım zonkluyor. Ancak ben işe dünkü yolculuğumu anlatarak başlamak istiyorum.
Bu sabah 5 gibi (İngiltere saatiyle) kalktım. O kadar hassas bir bünyem varmış ki, ülkeler arası 2 saat fark olmasına rağmen jet-lag olmayı başarabildim. Yorgun uyandığım gün hiçbir toplu taşıma aracı kullanmadan kilometrelerce yürüyerek geçti. Ama halimden şikayet falan ettiğim yok, şimdiden şehre hayran kaldım. Şehrin kendisinin anlatılacak çok şeyi var ama daha sonra. Her neyse, yolculuğu merak ediyor olabilirsiniz. O zaman anlatayım.
Dün sabah 5 gibi kalktım, önce hatırlayamadım günün önemini. Yatakta kımıldamadan tavana bakarken “Aa ben bugün İngiltere’ye gidiyorum” diye ani bir aydınlanma yaşadım, ters dönmüş bir mide ve kalp çarpıntısı eşliğinde hazırlanmak için kalktım. Azıcık kahve, bol bol yaşlı kedi ve aileyle vedalaşma faslından sonra yola çıktık, havalimanına vardık. Pek kalabalık değildi, bavulu teslim ettim. İstanbul'a gidecek uçağa bindim, yanıma 2 aylık bebeği olan, yurtdışında yaşayan pek sevimli bir kadın oturdu. İçimden “Parmakları da ne küçükmüş... Teni de da saydam gibi... Hiç de ağlamadı...” diye diye zaten kısa olan yol bebeği incelerken geçti gitti. El bagajı olarak bir omuz çantam bir de sırt çantam vardı ve zaman ilerledikçe eziyet oldular. Omuz çantam boşken bile ağırdı, sapı inceydi. Bir noktadan sonra kolum omuz hizasından kopacak gibi hissettim. Sırt çantamın kendi hafifti ama içinde bir adet laptop, bir ipad, dosya vb. ıvır zıvırla dolu olduğundan epey ağırdı. Her neyse, Londra uçağını beklerken erkek arkadaşımla buluştum, beni yolcu etmeye geldi yani. İyi ki de geldi (Okuyursan, selam, el sallıyorum sana). Heyecandan mı yoksa sabah 9 gibi hamburger yemeye karar verdiğimizden mi bilmiyorum, hiçbir şey yemek istemedi canım. Zaman pıtır pıtır aktı, Londra uçağının vakti geldi. 2 hafta uzun süre ayrılmamak üzere buluşacağımızı bilmemize rağmen, sonu iyi biten romantik komedi filmlerinin hava limanı sahnelerini aratmayacak bir performans gösterip vedalaştık. Sonra da bir ara sonunun hiçbir zaman gelmeyeceğini düşündüğüm bir yola çıktım, “gate (uçağa binmeyi bekleme yeri)” sanırım olabilecek en uzak yerdeydi. Uçak 1 saatten fazla rötar yaptı. Rötar yüzünden Heathrow Havalimanı’ndaki (Londra’nın en büyük havalimanı) iniş sırasını kaybetti. Yarım saat boyunca Londra semalarında tur attık. Böyle anlattığıma bakmayın, galiba geçirdiğim en keyifli uçak yolculuklarından biriydi. Çünkü...
Önümde yüzlerce film olanağı vardı (hani koltuk arkası ekranlardan) -ki ben beç milyonuncu kez de olsa Harry Potter izlemeyi seçtim-, sol tarafımda yeni tanıştığım ve aynı okula gideceğimiz kişi vardı, iyi anlaştık bence. Ama esas bomba, sağımdaki amcaydı. Bu kadar sevimli, komik bir amcayla daha önce hiç konuşmamıştım sanırım. Ben ilk gördüğümde herhalde ellilerinde dedim. 76 yaşında olduğu ortaya çıktı. Ama son derece centilmen olduğundan el bagajlarımızı baş üstü dolaplara bile o yerleştirdi, biz “Aman yapmayın” desek de. Kendisi Kıbrıslıymış. Çalışmak için Londra’ya gelmiş zamanında ve burada evlenmiş, bir sürü çocuğu olmuş. Koltuk arkası ekranları çalıştırmak biraz zahmet istediğinden ona ben yardım ettim. ‘Aksiyonlu bir şeyler’ istedi film seçiminde. Hemen seçtik, “Amaaan boşver be kızım, açar açar kaparım, parayla değil ya filmler. Canım ne istersen onu izerim” dedi. Zaten üç buçuk saatlik yolculuk boyunca tahminen on beş filmi açıp, biraz izleyip sonrasında değiştirdi. Bir keresinde kulaklıklarını takmayı unutup bana “Kızım bir baksana bundan ses gelmez” dedi. Bir kere de film izlerken uyuyakalıp, uyandığında ekranın sağ köşesinde gördüğü kadını ben sandı, “Sen ne zaman benim sağ yanıma geçtin ki?” dedi. Böyle böyle geçti gitti yolculuk, indik. Tabii pasaport kontrolünde upuzun ve bir o kadar da karmaşık bir kuyruk beni bekliyordu, garip bir şekilde epey hızlı ilerledi ve geçtim. Artık Londra ile aramda hiçbir engel kalmamıştı.
Kalacağım yer ile havalimanı arası arabayla 40 dakika. Ancak köprü üstündeki kaza sebebiyle yollar çok tıkalıydı. Tüm yolculuk yorgunluğu üstüne bir de iki saate yakın bir araba macerası vücudumdaki son enerji kırıntılarını da alıp götürdü. Buna rağmen Nijeryalı taksi şöförüyle pek güzel muhabbet ettik. Odama vardığımda halihazırda 41 numara olan ayaklarım şiştikleri için çizmelerin içinde çıkmadı, uzun uğraşlar sonucu yorgun düştüm. Zaten bavulumu açmadan uyuyakaldım.
Londra'ya geliş maceram böyleydi, beklediğimden eğlenceli geçti. Herhangi bir aksaklık çıkmaması şansımın yaver gittiğini gösterdi. Umuyorum böyle devam etsin. Güzel şeyler olsun ve ben de buraya onları yazayım, size anlatayım. Kısacası, yediğim içtiğim benim olsun, ben size gördüklerimi anlatayım.
Londra maceram başladı bile. Oley.
Organo Gold
Organo Gold 2008 yılında kurulmuş olmasına rağmen hızlı bir yükseliş göstermiş ve tüm dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu başarılar sadece sözde kalan başarılar değil elbette, ispatlı, tüm sektör tarafından bilinen başarılar..
3 Yılda İlk 100 Şirket Arasına Girmek...
2008'de kurulan Organo Gold, 2011 yılında 73. sıradan ilk yüze giriyor.
Kaynak: Direct Selling News
2012'de ise 66. sıraya yükseliyor ve cirosunu neredeyse ikiye katlıyor.
Kaynak: Direct Selling News
Düşünün ki burada yarıştığı şirketler 10-15 senelik şirketler ve bu listeye giremeyen binlerece şirket var! Ama Organo Gold 3 yılda harika bir başarıyla bu listeye adını yazdırıyor.
3-4 Yılda Sektörün En Çok Kazanan Liderlerini Çıkartmak..
İşte bu başarı benzersiz, bu başarıyı anlatmaya kelimeler yetmiyor. 3-4 senede 40-50 senelik şirketlerin liderlerini geçen liderleri çıkartmak nasıl bir başarıdır sizce? En çok kazanan ilk 100 listesine 9 liderini yazdırmak nasıl başarıdır? Bu başarının benzeri yok, tarifi de yok..
Çocuklarımızı İnternet Bağımlılığından Korumanın Yolları
Kaynak: Kişisel Gelişim
25 Eylül 2013 Çarşamba
Will Smith'den Başarı ve Hayat Dersleri (VİDEO)
Holywood dünyasının en başarılı isimlerinden olan Will Smith'in konuşma ve röportajlarından derlenmiş olan bu video da faydalanabileceğimiz çok güzel bilgi ve deneyimler var.
Etkileyici ve motivasyonel etkisi yüksek bir video.
Kaynak: Network Marketing
23 Eylül 2013 Pazartesi
Londra'ya taşınıyorum!
Bir Network Diziliminde Sistemden Ayrılanların Boşluğu Nasıl Dolar? (SORU)
SORU: Bu sistemlerin her hangi birinde başarısız olan kişi aradan çıktığında onun altında kalan grubun durumu ne olur ? ya da aradan çıkan kişinin yeri nasıl doldurulur?
CEVAP;
Bu sorunuzun cevabı şirkete göre ve dizilim modeline göre değişmektedir. Birkaç örnek vereyim;
Binary dizilim modellerinde, sistemden ayrılan veya herhangi bir şekilde pasif duruma düşenlerin yeri dolmaz veya altlar bir üste kaymaz, buna gerekte yoktur, çünkü binary diziliminde hatlardaki hacim önemlidir. Yani aktif kişilerin size yakın olması bir şey değiştirmez.
Unilevel dizilimde ise, sistemden ayrılan veya herhangi bir şekilde pasif duruma düşen olursa o kişinin alt grubu bir üste aktarılıp, direk size bir kademe yaklaştırılabilir. Bu en mantıklı ve güzel şeklidir. Bunu böyle uygulayan da vardır, pasife düşenlerin yerini doldurmayan şirketlerde vardır.
Breakaway dediğimiz hacim bazlı modellerde de kişilerin bir üste aktarılmasının önemi yoktur.
Özetle, hacim bazlı prim dağıtımlarında pasif kişinin grubunun bir üste geçmesi önemli değildir, kademe bazlı prim dağıtımlarında ise önemlidir. Uygulamalar ise şirketten şirkete değişmektedir.
Bahsi geçen dizilim metodlarını anlamak için Kazanç Metodları ile ilgili yazımızı okuyunuz.
Kaynak: Network Marketing
20 Eylül 2013 Cuma
Bol köpekli söyleşi
18 Eylül 2013 Çarşamba
İş Dünyası ve Girişimcilik
İş dünyası her geçen yenilenmekte ve gelişmektedir. Teknolojiyle birlikte olanakların çoğalması farklı iş kollarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Günümüzde evden çalışma mantalitesi gittikçe değer kazanmakta ve rağbet görmektedir. Evden yapılabilecek işler arasında en popüleri de Network Marketingdir. Bu sektör birebir pazarlama mantığını esas alsa da asıl kazancını organizasyon kurma yani tavsiye mantığına dayandırmıştır. Tabi sektöründe kendi içerisinde birçok farklı kazandırma biçimi vardır. Bu iş modeli ne kadar değerli olsa da, bu işi yanlış uygulayan da birçok insan vardır, bu yüzden sizin Network Marketing ile ilgili herhangi bir seçim yapmadan ya da ön yargıya kapılmadan önce tarafsız bir gözle sistemi veya seçeneklerinizi iyi tartmalısınız.
Ülkemizde de her geçen gün girişimcilik daha fazla anlam ve değer kazanmaktadır. Bu konuda yapılan birçok çalışma gösteriyor ki, artık memur mantalitesi değerini kaybediyor. Dolayısıyla iş dünyasında yeni iş alanları doğuyor ve birçok kazanç kapısı açılıyor. Tabi bu kadar kazanç kapısının açılmasının, kötü kullanımların olabileceği düşünülürse olumsuz sonuçlarda doğurabiliyor. Bu yüzden insanların daha çok bilinçlenmesi ve doğru ile yanlışı ayırt edebilecek bilgi düzeyine ulaşması önem arz etmektedir.
Tıp ve Edebiyat bir araya gelirse
source
Blogu bir süredir takip edenler ciddi bir hastalık hastası olduğumu bilirler. Bu nedenle hastalık muhabbetinden, hastanelerden koşarak kaçarım. Kendi kendime teşhisler koyup ne kadar ömrüm kaldığını hesaplarım. Sonra geçer, bir sonraki panki sürecine kadar. Bu nedenle de tıbbi herhangi bir şey kulağıma çalındı mı pıtır pıtır kaçarım. Geçer zamanla demeyin, geçmiyor. Aklımda vardı bir süredir tıp ve edebiyatın beraberliğinden doğan kitaplara dair bir liste hazırlamak. Dediğim gibi, bu konuda pek bir şey okumadığımdan yardımıma şu Goodreads listesi koştu. Ben de arasından gözüme çarpanları seçtim. Bakın bakalım, blogdaki tüm listeler gibi bu liste de katkı ve yorumlarınıza açık.Karısını Şapka Sanan Adam - Oliver SacksGuguk Kuşu - Ken KeseyFrankenstein - Mary ShelleyGözyaşı Kapısı - Abraham VergheseKız Kardeşim İçin - Jodi PicoultSırça Fanus - Sylvia PlathBeni Asla Bırakma - Kazuo IshiguroDr. Jekyll ve Mr. Hyde - Robert Louis StevensonKelebek ve Dalgıç Giysisi - Jean-Dominique BaubyBeyindeki Hayaletler ve İnsan Zihninin Gizemlerine Doğru - V.S. RamachandranUyanışlar - Oliver SacksKoma - Robin CookKolera Günlerinde Aşk - Gabriel Garcia MarquezDr. Moreau'nun Adası - H.G. WellsDoktor Jivago - Boris PasternakCumartesi - Ian McEwanKörlük - Jose SaramagoSarı Duvar Kağıdı - Charlotte Perkins GilmanStiff: The Curious Lives of Human Cadavres - Mary RoachThe Immortal Life of Henrietta Lacks - Rebecca SklootZengin Olmak İçin Finansal Zekanızı Geliştirin!
Kaynak: Kişisel Gelişim
16 Eylül 2013 Pazartesi
Buz ve Ateşin Şarkısı / Taht Oyunları - George R.R. Martin
source
Şu yazıda artık blogda yakın arkadaşlarımın da yazılarına yer vereceğimden bahsetmiştim. Bu söyleşimsi şeyi de Irene Adler (mühendis olan arkadaşım) ile hazırladık. Bence pek keyifliydi, umarım siz de sonuna kadar okursunuz. Bence epey iyi bir yazı oldu (: Biraz uzun ama pek güzel. Aramızda mesafeler olduğundan, Facebook mesajları üzerinden hazırladık, orijinal haline neredeyse hiç dokunmadım. Bu "söyleşi" ilk olduğundan ötürü yorumlarınız epey önemli, azıcık vakit ayırıp hoşunuza gitti mi, gitmedi mi, haber verebilir misiniz?Song of Ice and Fire, yani Buz ve Ateşin Şarkısı. Bu kitap serisinin adını söyleyelim sonra da sessizce saygı duruşunda bulunalım bence. O kadar iyi, o kadar sürükleyici.Serinin yazarı George R.R. Martin. Sakallı makallı, bildiğimiz amca. Kafasının içinde bunca yıl neler tutmuş, şaşkınlık verici. Yapımcılar da bizim kadar şaşırmış olacak ki, dizisi de çekildi, hala da devam ediyor, belki duymuşsunuzdur ve hatta izliyorsunuzdur, Game of Thrones (Taht Oyunları). Ben dizisiyle 2011 Eylül’ünde tanışmıştım, gözümü kırpmadan (gerçekten, hiç uyumamıştım) yayınlanmış bütün bölümleri izleyip bitirmiştim. Sonra kitapları okumaya niyetlendim. İlk iki kitabı aldım ama araya dersler, başka kitaplar girdi, onlar unutuldular. Geçen haftadan beri ilk kitabı okuyordum, yeni bitti. E tabi, dizinin ilk sezonunu izlemiş olduğumdan çok heyecanlanmadım okurken ama yine de güzeldi. Dizinin neredeyse kelimesi kelimesine bir uyarlama olduğunu anlamış oldum. Şimdi benim için sırada ikinci kitap var. Bu arada ben Türkçe çevirilerinden okudum, fena değildi. Lafı uzatmadan mikrofonu Irene Adler'e devrediyorum. O biraz anlatsın. Sonra ben biraz daha yazayım, sonra o yine bir şeyler eklemek ister belki. Böylelikle bu kitap söyleşisini de Facebook mesajları yardımıyla hazırlayalım. Lafı açmak için ben birkaç soru atayım ortaya.
Okuyan Kedi: Merhabalar. Hemen başlıyorum sorulara. Sen serinin ilk önce dizisini mi izlemiştin yoksa kitaplarla mı başladın? Nedir genel olarak seri hakkında fikirlerin, görüşlerin, hislerin? Herhangi bir şeyi anımsattı mı sana, diğer eski serileri mesela? Kısacası nedir senin deneyimin ve hikayen?
Irene Adler: Ben önce ilk iki sezonu izledim yani serinin ilk iki kitabi olan "Taht Oyunları" ve "Kralların Çarpışması". Seriye önce dizi olarak başladığım ve çok beğendiğim için kitaplara başlamıştım, açıkcası hedefim dizinin sonraki sezonlarını beklerken meraktan çatlamamaktı fakat inanılmaz bir şey oldu ve kitaplarının diziden bile daha iyi olduğunu keşfettim. Bu kadar iyi bir dizi için şaşırtıcı bir durum bu. O ağzımız açık kala kala izlediğimiz olayları heyecandan hızlı hızlı nefes alıp bölüm bitince "Bu kadar da olmaz" diyerek okuyorum. Seri bana genel olarak günümüz dünyasını anımsattı. Buna ne yazık ki demek istiyorum ama kitapların ya da dizinin sıradanlaşması anlamında değil. Esinlenilen yerleri ve olayları keşfetmek insanı daha da heyecanlanıyor. Mesela "Braavos Rodos mu?" derken "Yok yok acaba Venedik mi, kanallar falan..." diyorum. Eski serilerle kıyaslama/benzerlik arama konusunda da; bu kadar klasik bir fantastik öge (ejderhalar) içeren bir serinin bu kadar insanın kendini içine koyabileceği bir atmosferde yansıtılması şimdiye kadar başarılmış bir şey değil. Yüzüklerin Efendisi ile kıyası abuk buluyorum çünkü orada iyiyle kötünü, siyahla beyazın savaşı daha pastoral bir şekilde anlatılırken Buz ve Ateşin Şarkısı'nda grilerin çatışmaları genelde şehirlerde geçiyor. Ejderha Mızrağı serisine de ne yazık ki bol bol vakit ve para vermiş biri olarak o konuyu açmak bile istemiyorum aslında ama onunla da kıyaslamam istenirse; yine yollarda dağda bayırda geçen ve her karakteri fantastik olan bir seriyle bahsettiğimiz serinin tek ortak yanının "ejderhalar" olduğunu söylemekle yetineceğim.Okuyan Kedi:Pekii, karakterlere gelecek olursak ve diziyi de göz önünde bulundurursak, bazı karakterler çok seviliyor, bazılarından ölesiye nefret ediliyor. Bir de arada kalanlar var. Bu gruplamada kimi nereye dahil edersin sen? Mesela Tyrion epey şahsına münhasır bir abimiz. Tabii ben dizide de kitaplarda da senden geriyim, sonrasında neler olacak bilmiyorum. Dizinin ilk iki sezonu üzerinden yorum yapıyorum. Ne diyordum, hah işte karakterlerin kurgulanışı nasıl sence? Serinin kurgusu karakterlerin sabit tiplemeler olmayışları üzerinden mi ilerliyor acaba? Kimsenin bir sonraki adımı kestirilemiyor, böylelikle heyecan pıt pıt artıyor mu?
Irene Adler:Aynen öyle. Karakteri sevsem mi sevmesem mi diye karar veremiyorsunuz. Zaten bunu bize ilk başta belli ediyor, serinin Prince Charming'i diyebileceğimiz Jaime Lannister'ı ablasıyla yatakta yakalıyoruz, Jaime Bran'i itiyor fakat "aşk için yaptıklarım..." diyor bunu yaparken. Kalbi pıt pıt çarpan genç kızlarımız da "adam ikiziyle birlikte, ay resmen ensest çok iğrenç" mi desek "aa resmen aşık" mı desek bilemiyoruz. Her karakterin bir kişiliği var ve bu seride gerçekten kimse kutsal ya da masum değil. Arya sadece kurtulmak için değil intikam hırsıyla da saldırıyor, Tyrion o kadar iddialı bir karaktere sahipken hayatta kalmak için koşulları zorluyor. Her bölümde başka karaktere bağlanıyorsunuz. Her karakterin kusuru var ve içlerinden kusurlarını sevdiğiniz karakter favoriniz oluyor. Karakterler çok bizden, çok insan. Ejderha kanı ve Khaleesi olan Daenerys'in bile aslında bir genç kız olduğunu, aşık olup yanlış kararlar alabileceğini görüyoruz. Benim sanırım en sevmediğim karakter Bran. Son kitaptayım ve anca gittiği yeri ve amacı gördük ve "ee, bunun için miydi" diye bozuldum açıkcası. Spoiler vermemek için anlatmayacağım ama böyle bir yolculuğun, yanlarına katılan iki Jojen'in, Hodor ve yabanıl canımız ciğerimiz ablamızın daha keyifli bir maceraya atılmasıni bekliyordum sanırım. En haysiyetli, en büyümüş karakter Jon Snow, benim de favorim kendisi. "Siyah"ları kuşanmış olmasına rağmen en beyaz karakterimiz o. Kendini tamamen diyara adamış durumda. Arada hırsları ile mücadele etmek zorunda kalsa da sadık kalıyor. Belki de çocukca bir saflıkla kendini bir amaca teslim etmiş durumda. Hem özeniyorsunuz hem de hayret ediyorsunuz. Karakterin "piç" olması ve seride piçlerin insanlar tarafından hep geri plana itilmiş insanlar olmalarına karşı dimdik ayakta duruyor. Spoiler vermemek için burada tekrar kendi lafımı kesiyorum. Okuyan Kedi:Ben bu aralar mekan analizlerine merak sardım, edebiyatta ve sinemada. Bu açıdan neler diyebiliriz sence? Dizi özellikle bunu incelemek için eşsiz bir maden. Karakterin içinde bulunduğu mekanla özdeşleşmesini sevmiştim, özellikle Khal Drogo'nun hikayesinde. E tabi kitaplarda da her bölümde merkezdeki karakterin ve onunla beraber mekanın değiştiğini görüyoruz. Tüm bunlar senin için nasıl bir okuma deneyimi oluşturdu? Beni yer yer yordu ama bir o kadar da hızlandırdı, şimdi nereye gidip kimin hikayesini dinleyeceğim dedirtti.Irene Adler: Kitaptaki mekan ve zaman durumu biraz sıkıntılı ve başlangıçta okumayı zorlaştırıyor çünkü aynı hikayeyi ya iki kez duyuyoruz ya da çok önemli bir anı atlayıp sonra geri dönüyoruz. Ama ya kitaplara alıştıkça bunu okumak kolaylaşıyor ya da seri ilerledikçe bu sorun azalıyor. Aslında ikisi de, önemli olayların tekrarı ilerleyen kitaplarda çok ender görülüyor bunun yerine önemli bilgiyi/olayı biz biliyoruz gibi atlayıp sonra tekrar dile getirme yöntemiyle bizi zorluyor; acaba ben bunu okudum da unuttum mu dedirtiyor. Bunda en bariz örnek Jaime Lannister' ın elinin kesilme sahnesi. Dizide şok edici bir bölüm kapanışı olan sahneyi kitapta çok farklı bir şekilde, yaşanmış bir olay/ bir anı olarak görüyoruz. Mekanlar da karakterler kadar değişken, aynı mekan farklı karakterlerin hakimiyetiyle o kadar çok değişiyor ve önem kaybediyor ki... Şimdi spoiler vermeden tam şiddetiyle açıklamam mümkün değil ama Winterfell (Kışyarı) bu açıdan dikkatle takip edilmesi gereken bir örnek. Kuzeyin kalbi olarak başlıyor hikayeye bildiğimiz gibi. Mekanlarda daha önce de söylediğim gibi çok güzel ve okumayı daha keyifli hale getiren bir nokta da kendi dünyamızdan esinlenildiğini keşfetmek. Açıkcası en merak ettiğim yer Valyria ama o konuda bir "kıyamet"ten başka bir bilgi yok. Bu da başka yerlerde, dinlerde veya efsanelerde "kurgulanmış" olan bir şehirden/ülkeden esinlenildiğini düşündürtüyor (bu konuda duyarlı arkadaşlar lütfen alınganlık yapmasın neyden bahsettiğim kesin değil sonuçta, nerden esinlendiğini ancak yazar kesin olarak bilebilir) Kings Landing de tam bir başkent. Bizdeki anlamıyla değil yani, Ankara gibi değil, İstanbul gibi bir başkent. Aslında gitmemiş olsam da New York'tan esinlenilen noktaları olduğunu düşünüyorum, bir başkent olduğu halde "evsiz" insanlara sahip olmasıyla mesela. Zenginliğin içindeki fakirlik, pis kokular, aç insanlar... Hem yaşamak isteyeceğiniz hem karmaşasından kaçmak zorunda hissedeceğiniz bir başkent kısacası. Stannis ile mekanları bağdaştırmak istiyorum çünkü Stannis kitap boyunca hep karakteri gibi soğuk ve kasvetli yerlere gidiyor, ya da Stannis'in gittiği yerler zihnimizde birbirine benziyor. Daha önceden tanıdığımız mekanları bile daha keyifsiz bir yere getirmeyi başarıyor Stannis Baratheon, first of his name. (Bu yazdığım Stannis gezdikçe anlaşılacak, şimdi nerelere gideceğini yazmayacağım tabi ki) Özgür şehirler ise tam bir muamma. Onları anlamak için sanırım biraz tarihle ve eski şehirlerle ilgili olmak gerek. Ama Orta Doğu'daki zamanında medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski şehirlerden esinlenildiğini düşünüyorum, Mereen'li kısımları okumuş olanlar dediğimi anlayacaktır. Ayrıca Qath'da dendiği gibi, bahsedilen şehirler hep çok eski şehirler, batıdiyardan daha eski, buradan da doğu (bizim dünyamızdaki doğu) olduğunu anlayabiliriz. Ayrıca baharat ticareti vesaire... Aslında dünyamızdan daha az çirkinmiş şimdi fark ettim, en azından sadece batıdiyar hüküm altında, özgür şehirlerde zenginlik kendi içlerinde kalıyor. Böyle giderse ben spoilera koşacağım o yüzden bu soruya cevabımı burada bitiriyorum, aslında her mekan, her karakter her ayrıntı çok güzel ve değerli, düşündükçe keyif veriyor ama bunlar ilk aklıma gelenler.Okuyan Kedi: O zaman son bir soruyla bu yazıyı noktalayalım, zaten epey uzun oldu. Ama okuyanlar bu seri hakkındaki yazımızı sever, "Bize biraz daha bu seriden bahsedin" derlerse devamını yazarız. Sence bu kitap serisini, diziyi kimler sevebilir, kimlerin pek hoşuna gitmeyebilir?Irene Adler: Bence bu seriyi "ay aman orta çağ, kaleler falan, istemez" diyen insanlar bile sevebilir. Nereden mi biliyorum, kendimden biliyorum, kitaplarda sorun yok ama günümüzde (ya da gelecekte) geçen dizileri tercih ediyorum. "İyi de o bizim dünyamız değil dolayısıyla orta çağ değil" diyenler de olacaktır ama benim anlatmak istediğim anlaşıldı diye düşünüyorum. O kadar alakasız zevklere sahip insanların ortak noktası oldu ki bu dizi, "kim sevmez?" Sorusuna verilebilecek cevabı bulamıyorum ama HBO'nun tarzından hoşlanmayan seyirciler rahatsız olup izlemeyi bırakabilir (özellikle ilk sezonda bol bol cinsellik var, bazen rahatsız edici düzeyde olabiliyor)13 Eylül 2013 Cuma
Başarılı Bir Girişimci Olmanın Sırları
Kaynak: Kişisel Gelişim
12 Eylül 2013 Perşembe
Kitap söyleşileri gibi gibi
source
Eylül ayının gelmesine birçok sebepten ötürü seviniyorum. Bunlardan biri de blog ziyaretçilerinin sayısının artması. Her yaz olduğu gibi bu yaz da blog epey sessizdi, her ne kadar ben sık sık yeni yazılar eklemeye çalışmış olsam da. Her blog için gerçerli mi bu durum acaba?
Bu sene blogda epey bri yenilik olacak gibi. Bunlardan biri de şu. Bugüne kadar kitap yazılarını hep ben yazdım. Bundan sonra, ara sıra, erkek arkadaşımla bir kitabı aynı anda okuyup sonra hakkında birazcık söyleşi tadında bir şeyler hazırlamayı planlıyoruz. Daha çok sohbet tadında gerçekleşecek bu ‘şey’e dair aklımızda soru işaretleri elbette var.
Öncelikle, ne tür kitaplar okumalıyız ondan emin değiliz? Belki yakın zamanda 10-15 kitaplık bir anket sonucunda hep beraber karar verebiliriz. Ne dersiniz? Klasik Türk edebiyatı, Dünya edebiyatı, çok satanlar, fantastik edebiyat, biyografiler... Seçenek çok, aklımız karışık.
Benim aklımda, ikimizin kitap üzerine konuşmalarını kayıt cihazıyla kaydedip sonra onu yazıya dönüştürmek var. Ama belki ses kaydını da koyabiliriz, daha farklı ve eğlenceli de olabilir. Video için erken daha galiba (:
Hangi kitabı okuyacağımızı bir süre önceden duyuruz diye tahmin ediyoruz, belki katılmak isteyenler de olur.
Şimdilik epey havada duran bir fikir, siz de yorumlar kısmına ne düşündüğünüzü yazarsanız beraber şekillendirebiliriz.