31 Ekim 2013 Perşembe

Londra'da Hafta Sonu, #3 - British Library

Bugün çok güzel bir gündü. Gerçekten. Her ne kadar yarın Londra'yı vuracak olan dev fırtınanın alametleri yavaştan kendini belli etse de, ayaklarımız yer yer yerden kesile kesile erkek arkadaşımla dolandık durduk. Fotoğraflarla anlatayım.Bugünkü planımız, istasyonda buluşup British Library'e gidip kütüphane kaydını yaptırmaktı. Nedense ben açıktır diye tahmin ettim ama tahmin edilebilir bir şekilde kayıt ofisi kapalıydı, ama olsun. Çok çok güzel gezdik, bir de bonus olarak şahane bir sergi yakaladık. Neyse ben en baştan anlatayım. British Library'e, pek ünlü kütüphaneye gidebilmek için (metro kullanacaksanız eğer) Northern Line üzerindeki King's Cross St. Pancrass istasyonunda inmeniz gerekiyor. Ben daha önce hiç bu taraflara gitmemiştim, şahane güzelmiş. Metro istasyonundan çıkıp sağa doğru yürüdüğünüzde yukarıda gördüğünüz devasa bina ile karşılaşıyorsunuz, otel. Sonra 1-2 dakika daha yürüdüğünüzde işte karşınızda British Library. Çok da güzel bir bahçesi, var. Avlu gibi olan bu yerin ortasında "The Last Word (Son Söz)" adlı cafe bulunuyor. Hem havanın serinliğinden hem de günün Pazar olmasından dolayı çok kalabalık değildi. Güneşli günlerde, çalışmaya ara verip portakal suyu içmek için şahane bir yere benziyor.Biraz buralarda dolandıktan sonra içeri girdik, gerçekten çok çok büyük bir yer. İçeride fotoğraf çekemedim pek, birinin çıkıp "Yasak!" demesinden korktum sanırım. Dediğim gibi, kayıt ofisinin kapalı olduğunu öğrenince biz de birazcık dolaşalım madem dedik. İyi ki de demişiz, son zamanlarda gezdiğim en minik, en sevimli sergiye denk geldik.Serginin adı, "Picture This: Children's Illustrated Classics (Bunu Resmet: Çocuk Klasikleri İlustrasyonları)". 4 Ekim'de açılmış, 26 Ocak'a kadar devam edecekmiş, giriş ücretsiz. The Folio Socety'nin katkılarıyla hayata geçirilen bu sergide 20. yüzyılın en popüler 10 çocuk klasiğinin ilustrasyonlarının ilk hazırlandıkları zamanki halleri ve yıllar sonra, bugün, günümüz ilustratörleri tarafından nasıl yorumlandıkları gözler önüne seriliyor. Çok afilli cümleler kurdum ama başka nasıl anlatılır bilemedim. Peki bu 10 kitap hangileri?Hobbit, Peter Pan, Paddington Bear, The Wind in the Willows, Just So Stories, Charlie and the Chocolate Factory (Charlie'nin Çikolata Fabrikası), The Railway Children (Demiryolu Çocukları), The Secret Garden (Gizli Bahçe), The Borrowers (Minik Kahramanlar), The Iron Man. Benim en sevdiklerim elbette The Borrowers ve Charlie and the Chocolate Factory oldu. Erkek arkadaşımsa Iron Man'in başından ayrılamadı. Bir de şey çok hoşuma gitti, küçük bir sergi olmasına rağmen, 3-4 tane minik ekran ve bu ekranlara bağlı kulaklıklar vardı. Klasik çocuk hikayelerini günümüzde tekrar resimleyenlerin deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyebiliyordunuz. Dil seçeneği var mıydı tam hatırlayamıyorum.Fotoğraf çekmek bu bölümde özellikle yasak olduğundan maalesef size gösterecek bir şeyim yok, ama şuradan serginin sitesine gidebilirsiniz. Şuradan da neredeyse bizim sergide gördüğümüz tüm çizimleri görebilirsiniz (sayfanın sağındalar). Burada da The Telegraph'da sergiye dair yayınlanmış bir yazı var (İngilizce), buradan da çizimleri inceleyebilirsiniz. Sergi çok kalabalık değildi, gezenler genellikle orta yaş ve üzeri insanlardı. Nostalji herkesin hoşuna gidiyor demek ki (: Bir de sergiye annesiyle gelen, yere uzanıp kitap ilustrasyonlarına bakıp bakıp kendi defterine bir şeyler çizen bir kız vardı, bayıldım. Kütüphanenin satış mağazasında sergiye özel ürünler de satılıyor. Yüksek fiyatlar (ya da bizim kısıtlı bütçemiz) nedeniyle biz sadece acıklı gözlerle uzaktan bakabildik. Olur da yolunuz Londra'ya, bir de British Library'e düşerse Ocak sonuna kadar, mutlaka gidin bir bakın derim bu sergiye. Hatta gidecekseniz birazcık da para biriktirin ve Winnie the Pooh'lu seramik tabak-kupa takımından satın alın, benim yerime de demli bir çay için, yanında da poğaça yiyin.Londra'daki bir başka Pazar günü de böyle geçti. Güzel geçti. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir. Belki kütüphane içinden fotoğraf bekleyenler hayal kırıklığına uğradı, kusura bakmayın. Kaydımı yaptırıp içeri girebilsem fotoğraf çekecektim ama kısmet değilmiş. Belki de çekemeyecektim, izin veriyorlar mı bilmiyorum. Her neyse, daha önümde bir sürü gün var, kütüphaneli gün hem de. Umuyorum siz de güzel bir Pazar geçirmişsinizdir. Sizi bugün gördüğümüz sincaplardan biriyle uğurluyorum.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Witches of East End

Okunası Cadılı Kitaplar listesinden sonra bu diziden bahsetmemek olmazdı. Popüler kültürde cadı imgesinin sıklıkla kullanıldığı malum. Ancak 90'lı yıllardaki kadar gündemde olmadığını da söylemekte fayda var sanırım. Geçen gün internet semalarında dolanırken karşıma bu dizi çıktı. Baktım, sevdim. 

Bu ay yayınlanmaya başlayan dizinin henüz üç bölümü var, dördüncü bölüm 27 Ekim'de yayınlanacak. Esasında Melissa de le Cruz tarafından yazılmış bir roman serisine dayanıyor hikaye. Başrollerde ise Julie Ormond, Jenna-Dewan-Tatum, Rachel Boston ve Madchen Amick var. Ben galiba en çok pek beğendiğim Julie Ormond için izliyorum bu diziyi (yukarıdaki fotoğrafta sağdan ikinci). 

Konusu nedir derseniz, şöyle: Joanna Beauchamp cadı anne. Yirmili yaşlarda da iki kızı var, Ingrid ve Freya. Joanna her cadı gibi yüzyıllardır yaşamakta, bu süre içerisinde de kızlarınının ölümüne defalarca şahit olmuş. Onun laneti, dünyaya sürekli ölümlerini göreceği kız çocuklar getirmek. Bu acı bir yerde canına tak edince de, Freya ve Ingrid'e cadı olduklarını söylemez, böylelikle onları koruyacağına inanır. Bir bakıma da öyle olur, kızlar yirmili yaşlarına sapa sağlim gelirler. Ancak her hikayede olduğu gibi, bu sıradan ve süt liman hayat Joanna'dan intikam almak isteyen, onun kılığında etrafa dehşet saçan bir başka cadının hayatlarına dahil olmasıyla pattadanak bozulur. Kızlar cadı olduklarını öğrenirler, pek acayip cadı teyze olaya dahil olur ve olaylar birbirini izler.

Dizi hem beğenilmiş, hem de biraz sıradan bulunmuş. IMDb puanı ise 7.2/10. Benim fikrimse, eğer cadı hikayeleri hoşunuza gidiyorsa ve en son izlediğiniz cadılı dizi bundan 10 yıl geride kaldıysa deneyebilirsiniz. Dizi yorumlarında dikkat ettiğim ve sizin için de belki önemli olabileceğini düşündüğüm noktalar var: Şiddet dozu çok yüksek olmasa da işe kötü cadılar dahil olduğunda sinirler biraz gerilebiliyor. Cinsellik şu an için birkaç öpüşmeden ibaret. Argo ise yok gibi gibi. Eğer bu konularda duyarlılıklarınız varsa, ilk bölüme bir göz atıp sonrasında devam edip etmemeye karar verebilirsiniz belki.

Dizinin IMDb sayfası şurada

Ben bu yazının çoğunda şu Wiki sayfasından yardım aldım (İngilizce)

Fragman benzeri bir şey izlemek isterseniz de şuradan

Severseniz, iyi seyirler (:image

21 Ekim 2013 Pazartesi

Bir Erkek İçin Nasıl Vazgeçilmez Bir Kadın Haline Gelirsiniz?

Bir Erkek İçin Nasıl Vazgeçilmez Bir Kadın Haline Gelirsiniz?Merhaba Hanımlar;Bir gerçeği kabul ederek başlayalım; erkekler dış görünüşten çok etkileniyorlar. Hatta karşısındaki kızın makyajla bu kadar güzel olduğunu, 10 cm’lik topuklu ile bu kadar uzun gözüktüğünü, cam mavisi gözlerinin lens olduğunu bilmesine rağmen.Fakat işin içine biraz daha girdiğimizde fiziksel görünüşün ilişkiyi başlatmakta önemli ama ilişkiyi devam ettirmede yetersiz olduğunu görürüz. İlk önce şunu bilmenizi istiyorum, psikolojide ‘hedonik adaptasyon’ diye kavram var, bu kısaca şu manaya geliyor; insan her ...

Londra'da Hafta Sonu, #2

Bugün epey geç kalktım. Hava kapalı, kalın perdeler de çekili olduğundan öğlene doğru uyandığımda güneşli bir Londra Pazar'ına uyandığımdan habersizdim. Açıkçası bugün için de bir planım yoktu. Odada kalıp, ders çalışmayı planlıyordum ama sonra aklıma blog geldi, Londra'da Hafta Sonu serisi geldi. Ve bir kez daha size dağınık çalışma masamın fotoğrafını anlatamazdım. Bu yüzden fotoğraf makinemi alıp dışarı çıktım. Kendi mahallemde dolanır, ilginç yerlerin fotoğrafını çeker ve sonra blogda onları anlatırım derken arkadaşımdan telefon geldi. Borough Market'taki Elma Festivali'ne gitmeye karar verdik!Borough Market zaten başlı başına şahane bir yer. Bir köşesinde yer alan Elma Festivali ise ortamı daha da şenlendirmişti. Yıllık elma hasadının kutlandığı bu etkinlik uzun yıllardır devam ediyor. Turistlerin de epey ilgisini çekiyor elbette. Öncelikle festivalin açılışını haber veren yürüyüş başladı. İnsanlar geleneksel kıyafetler ve elma hasadını temsil eden çelenklerle yürümeye başladılar. Büyük bir coşku hakimdi diyebilirim (: Biz o sırada henüz bir kafede kahvaltımızı ediyorduk, hemen kalktık, standların olduğu tarafa gittik. Açıkçası beklediğimden çok daha küçük bir alan ayrılmıştı ama yine de her şey çok samimi ve sevimliydi. Yirmiye yakın elma çeşidi vardı. Daha önce hiç görmediğim, üzüm tanesi büyüklüğünde elmalar bile vardı. Tadım serbestti. Sonra bir köşede elmalı yemekler pişiren bir aşçı vardı. Tarifler broşür şeklinde hazırlanmıştı, elbette aldım. Diğer köşede çocuklar için bir alan oluşturulmuştu. Gerçeği aratmayan yapma ağaçlara, elma şeklinde hazırlanmış kartlara dileklerini yazıp asıyorlardı. Festivalin en eğlenceli kısmı ise kesinlikle geleneksel danslarını sergileyen , ayaklarında ziller asılı olan amcalardı. Yer yer nefes nefee kalmış olsalar da, performansları herkesi epey etkiledi. Bana oldukça yeni olan bu ortamda bu kadar eğleneceğimi, kendimi dahil hissedeceğimi hiç sanmıyordum. Ama öyle oldu, çok güzeldi. Londra havası malum, festival üstü kapalı bir alanda gerçekleşti. Zaten ben alandan çıktıktan sonra şimşekli, gök gürültülü yağmur yağmaa başladı bile. Ben iki saate yakın vakit geçirdim festival alanında. Tahminen gün boyu farklı etkinlikler, yarışmalar düzenlenmiştir. Yukarıda sepette gördüğünüz elmalar içinde, sol ön taraftaki en küçük elmalardan tattım. Pek tatlıydı, ağızda pek de alışkın olmadığım bir şeker tadı bırakıyordu. Asıl ilginç elma ise sanırım sağ üst köşedeki kırmızı elmalardı. O kadar garip bir tatlı-ekşiliği vardı ki, yedikten sonra birkaç saniye ağzımı toparlayamadım. Elma satışı var mıydı emin değilim ama benim gözüme çarpmadı. Belki ayrı bir alanda beğendiğiniz elmaları satın alabiliyordunuz.Elma Festivali işte böyleydi. Ben iyi vakit geçirdim, insanların eğlendiğini gördüm. En çok da insanların içlerinden geldiği gibi dans etmeleri, 'elma' gibi günlük ve bir bakıma basit bir şey hakkında konuşmaları, birbirleriyle bildiklerini paylaşmaları çok hoşuma gitti. Bir de hasadı kutlamak özünde çok güzel bir şey değil mi? Bence öyle. Doğaya karşı minnettarlığı göstermek pek hoş. Umarım siz de görmüş kadar olmuşsunuzdur. Şimdi dolaptan güzel bir elma çıkarıp yemenin tam vakti (:

18 Ekim 2013 Cuma

Organo Gold Büyük Fırsatı

Organo Gold şirketi -eşsiz başarılar sayfasında da bahsettiğimiz gibi-, hızlı bir yükseliş ile dikkatleri üzerine çeken, inanılmaz başarılar yakalayarak tüm rekorları altüst eden bir şirkettir.

Faaliyet göstermeye başladığı ülkelerde piyasayı sarsan bir yükseliş gösteren bu şirketin gelecek aylarda Türkiye'de açılacak olması, muhakkak ki büyük bir fırsat. Biz de takım olarak bu açılışa hazırlanarak büyük bir başarı yakalamak istiyoruz.

İnternetin ve Eğitimin gücüne önem veren bir takımız. Büyük başarılar yakalama konusunda oldukça azimliyiz. Uluslarası çalışmalarımızda ve Türkiye hazırlıklarımızda bizimle beraber olmak isteyen, azimli, çalışkan ve takım çalışmasına uygun arkadaşları aramızda görmekten mutluluk duyarız.

Siz de bu büyük fırsattan en iyi şekilde yararlanmak istiyorsanız başvuru formunu doldurup bize ulaşın.

organo gold başarıları

Kaynak: http://tr.ogworld.org

17 Ekim 2013 Perşembe

İzmir'de Mutlaka Gidilmesi Gereken Yerler Listesi

Ben bu listeyi yazın hazrılamıştım aslında, erkek arkadaşımın İzmir'e beni ziyarete gelme ihtimali vardı. Pek kısmet olmadı, geriye bu liste kaldı. Herkesin 'İzmir'de mutlaka görülmeli' listesi farklıdır. Listede yer almayan bir yer görülmeyi pek de hak etmiyor değildir kesinlikle. Benim listemdekiler de kişisel deneyimlerden yola çıkarak yerlerini buldular. Belki siz de yorum bırakarak bu listeyi zenginleştirmek istersiniz?Eğer bayram tatilinde evdeyseniz ama belki 1-2 günlüğüne İzmir'e gidilebilir diyorsanız belki bu liste işinize yarayabilir. Fotoğraftaki gevreği de canım çekmedi değil.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Londra'da Hafta Sonu, #1

Güzel bir Londra fotoğrafı bekliyordunuz biliyorum, ama maalesef bugün dışarı çıkacak gücü kendimde bulamadım.

Londra'ya geldiğimden beri koşuşturup duruyorum. Bir iki önceki yazıda da dediğim gibi, anca yerleşebildim, bloga da yeni yeni vakit ayırabiliyorum. Hafta içi genelde okul işleriyle geçip gidecek gibi görünüyor. Esas şehir turlarımı ise Cumartesi ve Pazar günlerine saklıyor olacağım. Ben de dedim ki, madem öyle ben de "Londra'da Hafta Sonu" diye yazmaya başlayayım, her hafta sonu yaptıklarımı fotğraflarla ekleyeyim. Eğlenceli olabilir gibi geldi, siz ne düşünürsünüz bilemedim. Bu Pazar başlamaya karar verdim.

Bugün felaket bir hava var. Çok yağmurlu, çok rüzgarlı, epey de soğuk. Sokakta pek insan yok. Zaten tahminen çoğu kişi Cumartesi gecesinin yorgunluğunu atamamıştır hala (Dün ilk defa Londra gecelerine şöyle ucundan bakayım dedim, epey hızlı, epey kalabalık, durmak bilmez gibi). Ben bir de her zamanki gibi, grip oldum. Hem de epey ateşlisinden. Tüm bunlara rağmen son iki üç gündür dinlenmek yerine sürekli sokaklarda dolandığımdan geçmedi de. Bari bu Pazar hazır hava da kötüyken evde kalayım dedim. Sabahtan beri nelerle uğraştığımı gösteren şey ise yukarıda gördüğünüz fotoğraf. Şimdi tek tek anlatayım, soldan sağa başlıyorum.

Kırmızılı, harita gibi olan şey bir harita evet. İlk geldiğimde almıştım, kitapçık şeklinde. Gezilip görülesi yerlerin listeleri var, metro haritası var. Şehir rehberi yani. Bakkallarda bile satılıyor. Epey kullanışlı geldi bana. Neden masamın üstünde peki? Çünkü Londra'da gezilecek çok yer var. Her ne kadar benim zamandan yana pek bir sıkıntım olmasa da, aylık gezi planları yapmak işleri kolaylaştıyırıyor gibi. Ben de bu sabah oturdum masanın başına, önümüzdeki haftalarda sırasıyla nerelere gidebilirim, hangilerinden blogda nasıl bahsedebilirim diye liste yapmaya başladım.Şehir rehberinin yanındaki siyah Moleskine ise çocukluk arkadaşımın Londra'ya gelmeden önce uğurlama hediyesi. Kendisi de bir süredir bu defterleri düşüncelerini kaydetmek, sonra dönüp dönüp bakmak için kullanıyormuş. Yeni şehre elbette yanımda getirdim. Günlük benzeri bir defter tutma alışkanlığım normalde pek yoktur ama nasıl olduysa bu deftere yazmak bana kendimi çok iyi hissettiriyor. Belki de yeni geldiğim bu yerde çok da muhabbet edecek insan olmamasından olabilir. Bu arada, bu defteri bana hediye eden arkadaşım da "Dinleyen Mikrofon" adıyla blogda bir şeyler yazıyor olacak. Hatta yakın zamanda epilepsi ve bu hastalıkla yaşamak nasıl bir şeydir üzerine gerçekleştirdiğimiz bir söyleşiyi okuyabilirsiniz.Defter üstündeki sevimli mendil çok önemli çünkü dediğim gibi epey hastayım, çok burnum akıyor. Paketin arkasında şöyle yazıyor "Lots of posh parties to attend? Tissue for princesses who want perfection on the dance floor!" (Gidilecek bir sürü havalı parti mi var? Dans pistinde mükemmeli isteyen prensesler için mendiller) (: Hasta olunca çok mutsuz, çok huzursuz oluyorum ben. Bu yüzden desenli, kokulu bu pembe mendiller biraz daha iyi hissettiriyor kendimi.Siyah defterin yanında ise Paperchase'den aldığım ve çok çok memnun kaldığım kartuşlu kalem var. Bir süredir kartuşlu kalemleri kullanıyorum ve gerçekten herkese öneririm. Kartuşlu kalem nedir derseniz, ucu dolma kalem gibi. Ama sanırım mürekkep haznesi biraz daha farklı. Daha pratik, plastik tüpler var ve onu saplıyorsunuz, bittikçe de atıp yenisini takıyorsunuz. Metal dolma kalemler gibi ağır değil, ve çok daha hesaplı. Bir de Türkiye'de rastlamadığım ama burada her yerde bulabileceğim ellili renkli kartuş paketleri satılıyor hem de sadece 5-6 lira civarında bir fiyata. İşte kalemin yanında gördüğünüz 4 renkli tüp o paketten. Tabi kartuşlu kalem kullanıyorsanız, mürekkep kalitesi çok önemli çünkü bazı mürekkeplerin kağıt üstünde renkleri çok açılabiliyor, yazı okunmuyor kısa bir süre içinde.En sağdaki haftalık planlayıcı ise bu aralar hayatımı kurtarıyor, ajanda ile işbirliği içindeler. Ben bunu Ryman diye bir kırtasiye zincirinden aldım. Markası Emma Bridgewater. Hatta şimdi sitesine baktım gerçekten çok şahane şeyler var. Şuradan bakabilirsiniz siz de isterseniz. Elimin altında böyle bir şey olması, aman acaba bir şeyleri yapmayı unutuyor muyum paniğini ortadan kaldırıyor. Haftalık planlayıcının üstünde, defterin arasından çıkmış iki kraliyet ailesi mensubu görüyorsunuz. Bu kartpostal, çiftin bebeklerinin doğumu şerefine basılmış. Ben galiba 10 kişiye falan bu karttan yolladım (: Gördüğünüz gibi hala da yollamaya devam ediyorum. Kart ve mektup yollamak epey kolay. Kırtasiyelerden uluslararası pul alıyorsunuz, genelde altılı olarak satılıyorlar. Maalesef şu an fiyatı unuttum. Her neyse, sonra yol üstünde bulunan kırmızı posta kutularına atıyorsunuz pul yapıştırılmış kartınızı ya da zarfı. Bu kadar. 1-2 hafta içinde alıcıya ulaşmış oluyor.O çok güzel desenli defter Jackie Paper'dan. Neden sürekli marka yazıyorum? Çünkü kırtasiye severlerin ilgisini çektiğini düşünüyorum. Zaten tüm bu markaların daha detaylı yazılarını da hazırlamayı düşünüyorum vaktim olunca. Ben bu markanın desenlerine bayılıyorum, kağıt kaliteleri de pek güzel. Sitesi kapanmış, ama şuradan bir kısım ürünlere bakabilirsiniz sanırım. Bu deftere de derslerin haftalık okumalarıyla ilgili not alıyorum. Eğer böyle yapmazsam her şey birbirine karışacakmış gibi geliyor. Ve Cadbury. Ben hayatımda böyle güzel çikolata yedim mi bilmiyorum. Ama artık bir dur demem lazım. İngiltere'ye gelmeden önce hiç bu markayı tatmamıştım. Türkiye'de satılıyor mu onu da bilmiyorum. Özellikle benim gibi sütlü çikolata sevenler için bulunmaz bir şans girdiğim her markette yirmiye yakın çeşidini bulmak. Tabi bir de yaklaşan Cadılar Bayramı ve yılbaşı nedeniyle tam gaz çalışıyorlar, yeni yeni paketler görüyorum her gün. Bu arada, Cadılar Bayramı Londra'da nasıl kutlanıyor, neler yapılıyor'a dair bir yazı yakında blogda olacak (:Kitap arasında ise yazılmayı bekleyen bir mektubun zarfını görüyorsunuz. Mektup-kart işini en az mail, telefon mesajı kadar sık kullanıyorum. Çok inandırıcı gelmiyor olabilir ama bence siz de deneyin, çok daha eğlenceli.Ve şu aralar elimden düşürmediğim kitap. Gittiğim yerler hakkında bir şeyler okumayı herkes gibi ben de oldum olası sevmişimdir. Ian Mortimer ise İngiliz tarihi konusunda epey bilinen bir isim. Kitabın henüz Türkçe çevirisi yok. Ben bunu Kindle almadan önce Waterstone's'dan almıştım, hatta ikinci kitap yarı fiyatına indirimi vardı. Kitap neyi anlatıyor peki? Dili eğlenceli. Elizabeth dönemi İngiltere'sine ışınlansak nerede yaşardık, ne yerdik, ne giyerdik anlatılıyor. Mortimer bu kitaptan önce bir de Orta Çağ İngiltere'sine dair benzer bir kitap hazırlamış, o da epey sevilmiş. Aklınızda bulunsun, benim çok hoşuma gitti.

İşte böyle. Merak etmeyin, her haftasonu böyle dört duvar içinde olanlardan bahsedecek değilim. Londra'da gezip görülecek bin tane şey var. Bugünkü dışarı çıkmama kararımı ise yağmura ve gribe bağlıyorum. Şimdi burada saat 16:30. Artık kafamı toplayıp çalışmam lazım. Günün yarısını ıvır zıvır bin tane şeyle oyalanıp bitirmişim bile. 

Gelecek hafta sonlarında, Londra sokaklarında görüşmek üzere.

11 Ekim 2013 Cuma

Londra'da Ulaşım Halleri: Otobüs, Taksi, Metro, Bisiklet, Ayak

Fotoğraf makinemin kablosu yok, şarjı da yok. Telefonla saçma sapan fotoğraflar çekiyorum. Bu da kahvaltı karesi. Konumuzla pek alakası yok.

Londra yazılarını bekleyenler var, biliyorum, anca yerleşebildim. Kusura bakmayın. Bundan sonra daha sık yazıyor olacağım. Bu yazıda da Londra'da ulaşım nasıldır, nelerden kaçmalı, hayatta nasıl kalmalı gibi şeylerden bahsetmeyi düşünüyorum. 

Daha önce de dediğim gibi, Londra çok ama çok yürünesi, yürünülesi bir şehir. Eğer yaşadığınız yer ile her gün gitmeniz gereken yer arasında fersahlar yoksa, siz de çoğu Londralı gibi yürümeyi tercih edeceksiniz. Çünkü hem ucuz, hem de sağlıklı. Haritanızı yanınızdan ayırmamak şartıyla. Haritalarla aram peki iyi olmasa da burada zorunluluktan olsa gerek, en ufak bir kaybolmada hop çıkarıp haritaya bakıyorum. Her neyse, lafı daha fazla uzatmadan her biri ulaşım şeklinden ayrı ayrı bahsetmek en iyisi sanırım.

Otobüs: Evet, o kırmızı, iki katlı otobüslerden var Londra'da. Elbette yenilenmişler, hatta 'hybrid' olanları yani elektrikle çalışanları bile var. Peki o en eskilere ne oldu derseniz, onları özel şirketler aracılığıyla özel günler için ya da şehir turu yapma amacıyla kiralayabiliyorsunuz. Geçen hafta sonu, gelin-damat ve çiftin ailelerini taşıyan iki katlı kırmızı bir otobüs gördüm. Pek sevimliydi. Ben de pek seviyorum bu nostaljik aracı, ama çok sık kullanmıyorum. Otobüse binmek için 'Oyster' kartı almanız gerekiyor. Sonra içine öğrenci olup olmamanıza, ve sanırım kullanma sıklığınıza göre para yüklüyorsunuz. Ben neden çok sık kullanmıyorum otobüsü? Çünkü duraklar kaldığım yere biraz uzak ve sabahları biraz midem bulanıyor otobüse binince. Genel olarak nasıldır otobüsler, rahat mıdır diye merak edebilirsiniz. Ben hiç çok kalabalık bir otobüse denk gelmedim. Yolum da çok uzun olmadığından rahattı yani. Diğer ulaşım olanakları göz önüne alındığında, aktarmalı otobüs yolculukları biraz yorucu olabilir belki. Yanlış bilmiyorsam, sabaha kadar devam ediyor otobüs seferleri. Bilmiyorum, sanırım otobüs hiçbir zaman en sevdiğim araç olmadı, dediğim gibi, mide bulantıları beni mahvediyor.

Taksi: İngiltere'nin bir diğer kültürel ve turistik sembolü, siyah taksiler. Ben hiç binmedim. Londra'da sıklıkla taksi kullanabilecek kadar zengin de değilim. Duyduğuma göre adaylar binlerce caddeyi, yüzlerce turistik mekanı ezberlemeden geçemedikleri bir sınav sonunda taksi şöförü olma hakkını kazanıyorlarmış. GPS (elektronik yol bulma araçları) yaygın olarak kullanılmaya başladığından beri sınavda bir değişiklik oldu mu bilmiyorum ama trafiği yoğun olan her şehirde olduğu gibi Londra'da da taksi şöförü olmak zor iştir tahminen. Ve epey de güvenliymiş taksileri kullanmak, bana denen bu.

Metro: İşte beni en çok zorlayan. Çünkü çok karışık, hele benim gibi harita okumakta zorlananlar için. Aktarmaları, hatları kesinlikle anlamıyorum. Bir de Londra metrosunun dünyadaki en geniş ağa sahip metrolardan biri olduğu düşünülürse, işim çok zor. Ama her gün kullandığım rotayı bir kere ezberlediğimde de, büyük rahatlık. Metro fiyatları da kart aldığınızda daha ucuza geliyor, öbür türlüsüne yani her binişte para vermeye zaten bütçe dayanmaz. Metroyu otobüse göre daha sık kullanıyorum, özellikle hava yağmurlu olduğunda. İngilizlerin 'Rush Hour' dedikleri zamanlarda, yani işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde metro ücreti daha pahalı. Bunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Rahat mı metrolar derseniz, ben genelde ayakta gidip geliyorum, sanırım epey kalabalık duraklardan binip, kalabalık hatları kullanıyorum. Bir de metro çok eski olduğundan, diğer Avrupa şehirlerindeki gibi geniş, hatta yürüyen merdivenler çoğu istasyonda yok. Daracık daracık merdivenlerden yeryüzüne çıkmak bazen içimi daraltmıyor değil. Metrolarda insanlar genelde kitap, dergi, gazete okuyorlar. Öyle dik dik insanlara bakma eylemini gerçekleştiren yok. Zaten herkes bir yerlere yetişme derdinde. Londra'nın geneline böyle bir 'sürekli acele etme hali' nüfuz etmiş.

Bisiklet: Ah bisiklet! Bir şeyi hem nasıl bu kadar seviyorum, yapabilene özeniyorum hem de bu kadar korkuyorum anlayabilmiş değilim. Londra'da bisiklet epey yaygın. Rengarenk bisikletler her gün evden işe, işten eve sahiplerini getirip götürüyor. Hem ekonomik açıdan çok karlı, hem kullanan için spor niyetine, hem çevreyi kirletmiyor, hem de halihazırda kalabalık olan trafiğe daha fazla arabanın katılımını engelliyor. Kullananlar da epey bilinçli kullanıyorlar; kask, dizlik olmadan trafiğe çıkanı görmedim. Diğer güzel bir şey ise, her gün değil ama arada bisiklet kullanmak isteyenler ve bunu gerçekleştirebilmek için bir adet bisiklete sahip olmayanlar, yol kenarlarında bulunan bisikletleri makineye ödeme yapıp belirli bir süre için kullanabiliyorlar. Sanırım yakın zamanda aynı uygulama İstanbul'da faaliyete geçirilmişti. Ben gerçekten çok isterdim sanırım bisikleti her gün bir ulaşım aracı olarak kullanabilmeyi ama hem kendi sürüş kabiliyetime güvenemiyorum, hem Londra'nın bize göre ters ve her zaman son sürat akan trafiğinden korkuyorum. Önümüzdeki senelere kısmetse...

Ayak: İşte benim tercihim. Çok spor yapan biri değilim ama çok iyi yürürüm. Saatlerce, dere, tepe, sırtımda kaç kiloluk çanta taşıdığıma bakmadan yürürüm. Yorulmam. Tabi sonradan sırtım ağrır, gece uykumdan ağrıyan bacaklarım yüzünden uyanırım ama olsun. Yürümeyi çok seviyorum, Londra'da daha da sevdim. Zaten yakın zamanda yürüyüş rotamı fotoğraflayıp burada paylaşmayı düşünüyorum. Yürümek hem yazın aldığım kiloların bir kısmını vermemi sağlayacak, hem de bütçeme katkıda bulunacak. En azından ben böyle umuyorum. Tabii bir de Londra'nın yağmurlu ve rüzgarlı havasını da unutmamak lazım. Şimdilik havalar güzel gidiyor, yürüyebiliyorum. Tahminen 1-2 haftaya tıklım tıkış metro istasyonlarında, yer altında olmanın verdiği o rahatsızlık hissiyle bir oraya bir buraya gideceğim. Türkiye'de pek rastlamadığım, burada görünce çok hoşuma giden şeyse özellikle çalışan kadınların son derece basit br çözüm bulmaları bu yürüyüş meselesine. Çalışan kadınların hepsi olmasa da, sanırım büyük bir bölümü topuklu ayakkabı giyiyorlar işe giderken. Londralı kadınlar topuklu ayakkabılarını yürümemek için bir mazeret olarak kullanmıyorlar, sabah evden çıkarken topuklu ayakkabılarını çantaya atıp yürüyüş ayakkabılarıyla yürümeye başlıyorlar; akşam dönerken de aynı şekilde. Son derece şık kıyafetlerin altında fosforlu sarı spor ayakkabı giyip moda kurallarını yerle bir ettiklerine tasalanmadan hızlı hızlı yürümeleri çok hoşuma gidiyor.

Londra'da ulaşım halleri, en azından benim deneyimlediklerim böyle. Tüm Londra yazılarını aynı temenni ile bitiriyorum, bu yazıda da eksik kalmasın. Umarım bir gün sizin de yolunuz buraya düşer, benim anlattıklarımı kendiniz görürsünüz, şaşırırsınız, seversiniz.

9 Ekim 2013 Çarşamba

200 Kişi Ateş Üzerinde Yürüdü

 BU PAZAR,TAM 200 KİŞİ,KOR ATEŞİN ÜZERİNDEHİÇ ACI ÇEKMEDEN YÜRÜDÜ!HAKAN MENGÜÇ’ÜN DÜZENLEDİĞİ “DEĞİŞİM VE MOTİVASYON SEMİNERLERİ”NİN SONUNCUSU 6 EKİM PAZAR GÜNÜ MASLAK SUN PLAZA’DA GERÇEKLEŞTİ“İÇİNDEKİ GÜCÜ KEŞFET” SLOGANIYLA BUGÜNE DEK PEK ÇOK KURUM VE KİŞİYE SEMİNER VEREN HAKAN MENGÜÇ, “KENDİNE İNANIRSAN ATEŞİN ÜZERİNDE BİLE YÜRÜYEBİLİRSİN” DEDİ VE BU İDDİASINI DA HAYATINDA BU DENEYİMİ HİÇ YAŞAMAMIŞ KİŞİLER ÜZERİNDE KANITLADI.GÖSTERİDE 1 TON ODUN ÖNCE YAKILIP KÖZ HALİNE GETİRİLDİ, ARDINDAN KATILIMCILAR 700 SANTİGRAT DERECEYE VARAN KÖZLERİN ...

4 Ekim 2013 Cuma

Eğer Mutlu Olamıyorsanız, Geriye Ne Kalır ki? (VİDEO)

Kısa olduğu kadar, etkileyici bir kesit. Yine Les Brown klasiği..

Kaynak: Network Marketing

Psişik Güçler Üzerine

Dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz.Bu ne demek?Aslında şu anda önünüzden bir ihtimal binlerce elektrik dalgası geçiyor, mesela bildiğimiz radyo dalgaları geçiyor, ultraviyole ışınları geçiyor, tv kanallarının dalgaları geçiyor vs. vs.Fakat bizim 5 duyumuz sadece belirli dalgaları alıp ses, koku, görme, dokunma ve tat duygusuna çevirebiliyor. Yani bunlar bizim alıcılarımız. Radyo frekanslarını alabilmek için bir radyo alıcısına ihtiyacımız var, röntgen ışınlarını görebilmek için röntgen cihazına..Yani şunu demek istiyorum, biz binlerce bildiğimiz bilmediğimiz dalgalardan sadece 5 tanesini algılayabiliyoruz.İşte ...

Sen Beden Değilsin, Beden Senin İçinde

Yaşam çok ilginç, bizi her gün biraz daha şaşırtıyor.Mesela dış dünya dediğimiz şey tamamen kapkaranlık ve elektrik dalgalarından oluşan bir yer fakat beynimiz o dalgaları alıp ses, koku, renk, hisse çeviriyor.Örneğin yukarıdaki resimde yeşil yapraklar görüyorsunuz, bu yeşil renk nerede? Resimde mi? Gerçekte mi? İkisinin cevabı da hayır, sadece zihnimizde. (Elektromanyetik spektrumdaki belirli bir frekanstaki gözünmez bazı bozunmalar gözümüze ulaşmakta ve orada bozunmaya neden olmakta, bir kimyasal reaksiyona girmekte ve beynimizdeki görme merkezine bir akım olarak gitmekte, ...

2 Ekim 2013 Çarşamba

İyilik Yapan; İyilik Bulur! (VİDEO)

Yapılan iyiliklerin nasıl sonuçlar doğurabileceğini anlatan mükemmel bir kısa film. İzleyin, izlettirin.

Kaynak: Network Marketing