30 Eylül 2014 Salı

Akın Kaya … BİR EYLÜL TRAJEDİSİ

Arnavut kaldırımlı, dar sokaklı İstanbul’un en eski semtinin birinde giriş katında ne ararsan bulabileceğin derme çatma, birazda pasaklı, estetikten uzak ağır nem ve plastik kokulu dükkâna girdik. Leğen ve içinde ne olduğunu hep merak ettiğim ve sonradan kuşyemi olduğunu öğrendiğim çuvalların arkasından yetmiş yaşlarında ki Hacı Arif bizi görünce, olduğu yerden doğrulup göz ucu ile süzdü. Gözlüğünü taktı, neden geldiğimizi sorar gibi el işareti yaptı, zira hiç alışveriş yapacak gibi durmuyorduk. Arkadaşın kiralık ev için geldiğimizi söylemesi Hacı’nın iştahını kabartmış ama şüpheci bakışlarında ki yoğunluk fark edilir şekilde artmıştı. Yeleğinin cebinden köstek saatine baktı. Kapıya doğru yöneldi, namaz vakti geldiğini evvela camiye gitmemiz gerektiğini sonra ev için konuşabileceğimizi söyledi. “Haydi beraber gidelim” demesi ile davetine icabet edilmesi bir anda oldu. Ürkütmemek, gönlünü hoş tutmak gerekiyordu ev sahibi ile anlaşma öncesi. Ben bir şekilde kaçmayı başarsam da arkadaşım trajikomik bir şekilde Hacı Arif ile cami yoluna düşmüştü.

Ahşap merdivenlerin her basamağı ayrı bir tonda ses veriyordu. Henüz ikinci kata geldiğimizde Hacı yorulmuş olacak ki biraz soluklanalım dedi. Başından takkesini çıkarıp, yüzündeki teri sildikten sonra bir güzel katlayıp cebine koydu. Dönüp tekrar evi hangimizin kiralayacağını sordu. Cebinden bir deste anahtar çıkarıp, el yordamı ile bir tanesini seçip anahtar deliğine soktu olmadı! Sırayla bu harekete devam etti. Yardım talebimizi katiyetle ret ettikten yaklaşık bir yirmi dakika sonra büyük işlemeli ahşap kapıyı açmayı başardı. Hacı arkadaşa sürekli sorular soruyor iyi bir kiracı olması konusunda gözdağı veriyordu. Odaların birine adımımı atınca, pencerenin üstünde duvardaki haç işlemesini gördüm. Bu bir Rum evi idi.

Bilmediğimiz hangi yaşamların mekanındaydık böyle! Sanki o Rum aile hala orada yaşıyordu ve birazdan evin hanımefendisi içeri girip bize ne aradığımızı soracaktı. Ürperdim, birazda utandım ve hüzünlenmiş vaziyette Hacının yanına gittim. Bu evi ne zaman aldığını, eski sahiplerini tanıyıp, tanımadığı gibi sorular yönelttim. Sorulardan pek memnun olmamıştı  – Gavurların eviydi burası! ‘’Rahmetli’’ babası ve arkadaşları hepsini satırlarla kovalamış bu mahalleden! Hacı konuştukça başım dönüyor ellerim titriyordu, dinlemeye bilmeye tahammülüm yoktu ama öğrenmeliydim bu istilayı…

Petro, İstanbul’un en becerikli ayakkabı ustalarından biriydi, Rum eşrafı içinde de sevilen sayılan bir zattı. Karısı Malinda ve çocukları ile mütevazi bir hayat yaşarken, bir Eylül gecesi dükkanına giren eli palalı komşuları tarafından tehdit edilmişti. Petro onlarla konuşmaya, sorunun ne olduğunu anlamaya ve çözmeye çalışmak için adeta yalvarmıştı ama çetelerin gözü dönmüştü Petro’yu dinlemiyorlardı. Tartaklayıp, hemen evini ve dükkanını terk etmesini aksi halde bunu zorla gerçekleştireceklerini söylüyorlardı.

Malinda sofrayı topladıktan sonra bir hayli keyifsiz olan kocasının yanına bir sandalye çekip oturdu. Petro, başı önünde öylece duruyordu. Yemek boyunca da hiç konuşmamıştı, karısının elini tutması ile irkildi ve çocukların uyuyup uyumadığı sordu. Malinda şefkatle bakıyordu kocasına. Neler olduğunu Kilisede ki ayin sonrası ayaküstü sohbetlerde konuşulan konu olduğunu tahmin ediyordu. Petro’ya evi ve dükkânı satıp bir an önce buralardan gidebileceklerini söyledi. Petro ise kaymakamın sürekli müşterisi olduğunu, zaman zaman sohbet ettiklerini, bu meseleyi onunla konuşup halledebileceği söyledi. Karı koca uzun saatler bir çare aradılar durdular ve gidip uyuyan yavrularının başını okşayıp üstlerini örtükten sonra tedirgin bir uykuya daldılar.

Petro ensesinde ani bir acı hissetti. Elinden gazete ve ekmeği düştü. Dönüp bakmak istedi, yapamadı. Olduğu yere yığıldı. Nefes alıp veriyordu ama hareket edemiyordu. Kanının ekmeğin yanından süzülüp gittiğini görüyordu. Bağrışmalar, hakaretler ve tekbir seslerini duyuyordu ama hiçbir tepki veremiyordu. Malinda ve çocukları düşündü, onları kurtarmak için son bir gayret ile doğrulmaya çalıştı, olmadı. Başına toplananlara karısına ve çocuklarına dokunmamaları için bir şeyler söylemeye çalıştı ama dudaklarını oynatamadı. Göz kapakları ağırlaştı, derin bir uyku hali çöktü üzerine. Uyumak istemiyordu, çaresizlik boğazına düğümlendi. Son kez  çocukları ve Malinda için Tanrı’ya dua etti ve uykuya daldı!

Hacı bin lira kira istedi!  Hacı, Malinda’nın çocuklarının bir tanesini kaçırmak için kollarına alıp koştuğu merdivenlerden düşüp ömrünün sonuna kadar sakat kaldığı, diğerinin de mübadele yolunda hastalıktan ölen çocuklarının uyuduğu bu oda için bin lira istedi.

Hacı, Petro’nun iki kadeh içip udunu çaldığı, karısının ona şarkıları ile eşlik ettiği bu pencere kenarı için bin lira istedi.

Hacı, ölüm ve sürgün ile gasp edilmiş bu ev için bin lira istedi.

Her metre karesinde acının ve zulmün olduğu bu topraklarda yaşamayı hiç sevemedim, Teneffüs ettiğim hava, içtiğim su bile onların hakkı olduğunu biliyorum ve haklarını helal etmelerini diliyorum… Çünkü söz, bir acıyı tarif etmeye yetmiyor…

Akın KAYA

28 Eylül 2014 Pazar

Akın Olgun yazdı… Kobane neyi anlatıyor?

Kürt hareketinin bölge üzerinde kurduğu siyasi hat ve politik öngörüsü tartışmasız bir şekilde Ortadoğu’nun en önemli aktörü haline getirdi kendisini

AKIN OLGUN/ BirGün

Kürt hareketinin bölge üzerinde kurduğu siyasi hat ve politik öngörüsü tartışmasız bir şekilde Ortadoğu’nun en önemli aktörü haline getirdi kendisini. Siyasi esneklikleri, dengelerin akışına uygun bir şekilde konumlanmalarını sağladı. Ortadoğu üzerinde varlık mücadelesi bu esnekliğe sahip olmadan sağlanamaz. Pragmatizmin doğusunda siyaset böyle yürüyor. Türk dış siyasetinin bölge üzerine kurduğu keskin tavır alışları zaman içinde birçok yerde kırıldı. Türk dış siyasetinin ideolojik çöküşünü canlı seyrettik. Cumhuriyetin kuruluşu ve dünyadaki hızlı gelişmeler Türk dış politikasını daha içe kapanık, korunaklı bir siyaset çizgisi üzerine temkinli ve dengeli bir politika yürütmesini gerektiriyordu. ABD çizgisine katılım dahi bu dengelerin ölçüsü ile ilerliyordu. AKP iktidarı ile bu denge siyaseti çöpe atıldı. Yeni hat, aktif rol alan, müdahale eden ve Müslüman bir ülke olarak ABD’nin oluşturduğu “gâvur alerjisi”nin ateşini dindirecek ılımlı İslam modellemesine döndü. Biçilen rol ile pratik asla birbirine paralel yürümedi. İktidar bölge üzerinde kendi küçük hesaplarını, ABD’nin çıkarları arasına yedirmeye kalkarak daha baştan çuvalladı. Arap Baharı denen isyan en çok yeni Türk dış siyasetinin çapsızlığını ele verdi. Değişen dengeler, Mısır ve Müslüman kardeşler üzerinden yapılan siyaset ve Esad’ın üç beş günde gideceğini sanan yorumlamalara uygun tavır alışlar, Esad muhaliflerine sağlanan imkânlar ve derken “değerli yalnızlık” buluşu ile soslanmış Davutoğlu fiyaskosu… Esası, bu işi becerememiş, kotaramamış ve ellerine yüzlerine bulaştırmış olmalarıdır.

IŞİD’i bir kurtarıcı olarak beslemeleri ve kendilerine bağımlı hale getirerek bölgedeki Kürt siyasetini boğma çabaları ise artık sırıtıyor ve Amerikalıların bile sabrını taşırdığını gösteren “hoşaf” olma halleri ise içler acısı bir döküntülüğü ele veriyor.

IŞİD’in Kürt bölgelerine saldırısının açık bir Türkiye operasyonu olduğunu hepimiz biliyoruz. Fikir firikikcileri yandaş yazarlar ile Başbakan yardımcısı Y. Akdoğan’ın Kobane meselesine dair ifadesi birçok şeyi ele veriyor “PYD’nin önce pozisyonunu değerlendirmesi gerekir. Suriye bağlamında Esed’e bakışı ve pozisyonu bizim için önem taşıyor. Bu değişmeden de Türkiye, yani böyle bir yakınlaşma görüntüsü oluşması da çok kolay görünmüyor yani.”(Cumhuriyet) Özeti şu; Eğer Kürt siyasi haraketi bizim Esad politikamızın arkasında durur ve birlikte haraket ederse bu saldırılar durur. Kürtleri Esad’a karşı bir vurucu güç olarak görmek isteyen Akdoğan yağmur duasına çıkmış görünüyor. Lakin ABD’nin bölge siyaseti şimdilik Esad değil, bölge petrolünün güvenliğinin sağlanması. IŞİD’e karşı operasyon koalisyonu içerisine girmemek için ayak diretmiş olmarındaki ana kaygı, IŞİD ile kurduğu bağ değil, Esadlı bir çözümün varlığının devam etmesi. Kürtleri, kendi dış politikalarına yedeklenmiş aktör olarak görme taleplerinin altında, yeniden “etkin” olma savaşı var.

PKK artık bölgenin hem koruyucu gücü, hem de geliştirdiği demokratik birliktelik formülü ile yarattığı kazanımları meşrulaştıran bir örgüt. Bu meşruluğun bölge üzerinde tanınmasına dair geliştirdikleri taktikler ise dönemsel kesintilere uğrasa da hızla kabul görüyor. Rojava işte bu yüzden sratejik bir Devrim. Kobane bu yüzden önemli. Tampon bölge politikasına PKK’nin “işgal” diyerek gösterdiği tepki, yarattıkları meşruluğun Batı tarafından da tasdik edilmesine bir çağrı aslında. Uluslararası bir kabul için şartlar çok uygun ve çözüm politikasının nasıl ilerleyeceğinin kararı bu alanda verilecek. Kobane bu yanıyla Kürt haraketinin ikinci doğumu.

Barzani’nin yanar döner tutumu ile Türk dış politikasının kıvranması arasında kurulan politik bağ, Kürt haraketinin bölgede artık sözü geçen bir aktör olmasına duyulan rahatsızlıkta ortaklaşıyor. Rojava devrimi boğulursa, bölgenin üstüne Barzani ve Türkiye yayılacak.

Dışarıda yaşanan çöküşü, iç siyasete yani bulgurdan olmamaya odaklayacak iktidar. Dışarıda kaybetikleri her şey için, içeride “iç ve dış mihrak” demagojsine sarılacak.

Bu demektir ki başımıza daha çok çorap örecekler. Tabi kendi başlarına da.

Kobane neyi anlatıyor? http://birgun.net/news/view/kobane-neyi-anlatiyor/6157

26 Eylül 2014 Cuma

Mustafa Peköz yazdı… IŞİD’İN KOBANİ SALDIRI, ORTADOĞU’NUN DİZAYN EDİLMESİ TÜRKİYE’NİN KAYBETMESİ

IŞİD’in Kobani’ye yönelik gerçekleştirdiği saldırı, uluslar arası ve bölgesel güçlerin gündemini meşgul eden en önemli konulardan biridir. Birleşmiş Milletlerin yıllık  toplantısının merkezinde IŞİD’e karşı atılması gereken adımlar ve saldırının uluslararası alanda meşrulaştırılması tartışıldı. Küresel  sermaye, Ortadoğu’da uygulamaya koyduğu çok yönü politik  stratejiler, IŞİD üzerinde resmileştirmeye çalışıyor.  ABD ve Fransa tarafından başlatılan hava operasyonları önümüzdeki süreçte artarak genişleyeceğine dair önemli veriler ortaya çıktı.

IŞİD, Ortadoğu’da stratejik ittifakları yeniden tanımlanmasında önemli bir işlev gördü. ABD-İran, İngiltere-İran diplomatik ilişkileri hızla kurulmaya başlamakla kalmadı, İran aşamalı olarak Ortadoğu’nun merkez ülkelerinden biri haline getiriliyor. Çatışma merkezi haline getirilen Irak ve Suriye’deki politik dengelerin yeniden kurulmasında İran’ın aktif rol oynayacağı  artık kabul ediliyor. Ortadoğu’nun 21.yüzyıl çeyreğinin yine ittifak güçleri olarak S. Arabistan, Mısır ve İran’ın ön plana çıkartılmasının gerekçelerinden biri de  IŞİD ve El Kaide gibi radikal İslamcı örgütlerin yarattığı etkidir.

Musul gibi stratejik bir il, IŞİD tarafından ele geçirilmedi tersine özellikle ABD tarafından belirlenen politikaların yaşama geçirilmesi için teslim edildi. IŞİD’in bölgeyi bütünüyle  askeri ve politik bir kaosa dönüştürmek için yapmış olduğu kanlı vahşetine göz yuman uluslararası güçlerin, bugün aynı gerekçelerle IŞİD’e karşı hava operasyonlarına başlamış olmaları, esasen bölgenin yeniden dizayn edilmesinin ilk adımıdır. Bu sadece bölgedeki stratejik ittifak güçlerinin yeniden belirlenmesi değil aynı zamanda S.Arabistan, Katar, Kuveyt ve Türkiye gibi devletlerin yeniden reorganize edilmesinin  ilk adımıdır.

IŞİD’in bölgedeki politik dengelerin değiştirilmesi için oynadığı rol henüz tamamlanmış değil. ABD kurmaylarının ‘IŞİD ile mücadele yıllar alabilir’ biçimindeki değerlendirmenin bir başka ifadesi IŞİD’in  önemli oranda darbeleneceğini ama bütünüyle tasfiye edilmeyeceğini gösteriyor. IŞİD, önemli oranda zayıflayan ama varlığını sürdüren bir güç olarak Ortadoğu denklemi içinde tutulması, ABD’nin çıkarlarıyla bütünüyle uyumludur. Böylelikle, körfez devletlerinde yapısal bir kısım değişikliklerin zorunlu hale getirilmesi için İŞİD’in varlığı bir tehdit olarak kullanacaktır. Körfez devletlerin siyasal yapısında bir kısım değişiklikler yaptırılarak İran gibi içte ‘liberal İslam’ politikasının yaşama geçirilmesi hedefleniyor.  Bu bakımdan İran’ın aşamalı bir şekilde ön plana çıkartılmasının bir başka ifadesi de, İran’daki şeriatçı yapının bir benzerinin körfez devletlerine model olarak sunulması amaçlanıyor. Aynı şekilde IŞİD saldırılarının körfez bölgesine doğru yayılması olasılığının artması, birleşik tek merkezli bir liberal İslam devletinin kurulmasını çok daha fazla güncelleştirilecektir.

IŞİD’in Rojeva Özerk Yönetiminin kantonlarından biri olan Kobani’yi hedef tahtasına oturtması, bir bakıma Kürdistan coğrafyasına yönelik  tasfiye stratejisinin  ölümcül son saldırısıdır.  Bir çok saldırıların  ortak  bileşkesi ise  Ortadoğu’da yeniden şekillenen ilişkilerde Kürtlerin artan stratejik gücünü kırmak ve denklemin dışında tutmaktır. Irak ordusundan ele geçirdiği ağır silahlarla Rojevaya yönelmesi ve bugün bütün askeri gücüyle Kobani’ye saldırması, Kürdistan bölgesinin politik olarak bütünüyle   tasfiye edilmesidir. Bu bakımdan Kobani’nin savunulması esasen bütün Kürdistan coğrafyasının savunulmasına eş değerdedir

IŞİD ile çatışmalı olan bölge ülkeleri dahi, Ortadoğu’da Kürtlerin politik bir güç olarak, masanın bir tarafından bulunmasını  istemiyorlar. IŞİD’in Musul’a girmesinden sonra, saldırılarının merkezine Kobeni’yi koymuş olması, IŞİD üzerinden izlenen çok yönlü tasfiye politikasının en önemli halkasıdır. Bu bakımdan IŞİD, özellikle bölge ülkeleri tarafından çok yönlü destekleniyor ve yönlendiriliyor. Rojeva’da oluşan ‘Özerk’ bölgenin zora dayanan bir askeri güçle dağıtılması, esasen 21.Yüzyılın yükselen gücü olarak Kürtlerin Ortadoğu denkleminin dışına itilmesidir. Bu durum bir tesadüf olmayıp çok yönlü belirlenen politikanın bir parçasıdır.

Özellikle Türkiye bu sürecin en önemli merkezi üssü olarak işlev gördü. AKP’nin geliştirdiği Sünni eksenli bölgesel politikaların Suriye’deki ve Irak’taki yansımaları tahmin edilenden çok ağır olduğunu bugün ortaya çıkan politik kaostan görüyoruz. PYD’nin Batı Kürdistan bölgesinde ilan ettiği “demokratik özerkliği” boğmak ve Kürdistan merkezli politik bir oluşumu engellemek için aktif olarak desteklenen IŞİD’in İslam adına gerçekleştirdiği katliamlar kesintisizce devam ediyor. Bu bakımdan IŞİD’in, Rojeva’da Kobani’ye yeniden çok kapsamlı bir saldırıya yönelmiş olması, Kürtlerin oluşan politik gücünü ve stratejik oluşumunu tasfiye etmeye yönelik çok yönlü planların en önemli halkalarından birini oluşturuyor.

Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasının en önemli halkası, Kürdistan coğrafyasının istikrarsızlaştırılması üzerine kurulmuş bulunuyor.  AKP’nin IŞİD gibi her türlü katliamı yapan bir örgüte destek vermesinin esas nedeni; Türk devletinin varlık nedenini ortadan kaldıracak olan Rojeva’da Kürdistan Özerk Bölgesinin oluşumunu engellemektir. Ancak Türkiye’nin izlemiş olduğu bu politik bütünüyle çöktü. IŞİD’in Kobani saldırısı aynı zamanda Türk devletinin en son saldırısı ve çırpınışı olarak  tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu saldırıdan ortaya çıkacak politik tablo aynı zamanda Türkiye’nin izlemiş olduğu  tasfiye politikasının  çöküşü olacaktır.

Türkiye Yol Ayrımında ve ABD’ye Teslim Olması Kaçınılmazdır.

Türkiye’nin çok açık bir yol ayrımında olduğu ve ABD ve AB eksenli izlenen politikanın dümen sunuya girmek zorunda kalacağı kaçınılmazdır. Erdoğan’ın uluslararası alanda vizyonu sıfırlanmış bir cumhurbaşkanı olarak ayakta kalma şansının olmadığını koltuğuna oturduktan sonra çok daha net olarak gördü.

NATO toplantısı onun için  ilk deneyim olarak ne tür bir tehlike ile karşı karşıya kalacağını anladı. Türkiye’nin kullandığı en önemli argüman rehineler meselesiydi. ABD’nin çok açık desteği ve IŞİD’E verilen önemli tavizlerle bu sorun aşıldı ve Rehineleri serbest bırakıldı.  ABD Dışişleri Bakanı Keryy’in, ‘Türkiye’nin elinde hiç bir bahane kalmadı’ demesi esasen Erdoğan’a ayar verilmesi olarak algılandı.  Birleşmiş Milletlerin yıllık toplantısında  Erdoğan’ın muğlak cümlelerine karşılık Keryy’in ‘Türkiye savaşta ön safta yer alacaktır’ açıklaması, Erdoğan’a ve hükümeti çok açık bir dayatmadır. Kararı veren ABD olduğu çok açık ve nettir.

Birincisi Türkiye, Ortadoğu’da izole olmuş bir devlet olarak ABD’nin IŞİD politikalarına kendisini artık uyarlamak zorunda kalacaktır. İkincisi, Erdoğan, bugüne kadar izlediği politikaları devam ettirirse koltuğunda rahat oturamayacağını,  Irak savaşından sonra generallerin başına ne gelmişse, kendisinin de aynı durumla karşılaşacağını görmeye başladı.  Bu bakımdan Türkiye, IŞİD konusunda ABD ve İngiltere’nin politikalarına hızla uyum sağlayacaktır. Türkiye’nin bölgesel ilişkilerde etkisiz ve hatta tasfiye edilmesi, onun devlet olarak varlığını ciddi oranda tehlikeye düşüreceği artık görülmeye başlandı. Bu bakımdan iç politikada güçlü görünen Erdoğan’ın uluslararası ilişkilerde tersine etkisiz bir durumda olduğu NATO ve Birlemiş Milletler toplantısında netleşti. Bundan sonra, karşımızda küresel güçlerin ekonomik, politik ve askeri çıkarlarına tam uyumlu bir Cumhurbaşkanı göreceğiz.

Ayrı bir yazı  olmakla birlikte, ortaya çıkan bu yeni durum, Türkiye’nin bölgesel ve iç politikasında çok daha farklı politik krizlere yol açacaktır.  Örneğin, Türkiye’nin Rojeva gerçeği karşısında  ne gibi bir  stratejik değişikliğine gidecektir? Esad rejimiyle ilişkilerini  nasıl belirleyecektir? Körfez ve Mısır politikasında nasıl bir değişiklik yapacaktır? Türkiye içinde örgütlü olan IŞİD ile ilişkiyi nasıl dengeleyecektir ve IŞİD saldırılarına karşı nasıl bir önlem alacaktır? Bunlara benzer gündeme gelen ve gelecek olan çok kapsamlı sorular Türkiye’nin oluşturacağı bölgesel politikalar bakımından önemlidir. Erdoğan ve Davutoğlu’nun izlemiş olduğu ve bütünüyle artık iflas etmiş bölgesel dış politikanın yeniden şekillendirilmesi Türkiye’yi çok daha ciddi bir yol ayrımına getirecektir. ABD’ye hızla uyumlu olmak zorunda kalacak olan Türkiye, artık güçlüler arasında değil güçsüzler arasında yer alacaktır.

IŞİD merkezli saldırılar, bölgesel değişimde Ne gibi sonuçlara yol açar:

Kobani’de Kürt askeri güçlerinin IŞİD saldırılarını boşa çıkartarak etkisini korumaları, Ortadoğu’da Kürtlerin stratejik bir güç olarak aşamalı bir şekilde güç dengelerinin içerisine çekilmesini zorunlu hale getirecektir. Böylesi bir strateji değişimi orta vadede Türkiye, Suriye ve Irak’ın konumunu da doğrudan etkileyecektir.  Bu yeni durum söz konusu bu  işgalci ve statükocu dört devletin geleceğini de belirsizleştirecektir.  Rojeva’da ‘Özerk’ Kürdistan yönetiminin kurulması ve bunun uluslararası güçler tarafından kabul görmesi, 21.yüzyılın ilk çeyreğinde Batı/Rojeva ve Güney Kürdistan yönetimlerinin birleşmesi, Ortadoğu’nun haritasını kaçınılmaz ve zorunlu olarak değiştirecektir. Uluslararası küresel sermaye de bu gerçeğin farkındadır.

Bölgenin statükocu devletlerin Kürtlerin lehine olan bu gelişmeleri durdurmak için saldırılarını sürdüreceklerdir. Bu bakımdan Kobani’ye saldırı, Türkiye’nin, Irak’ın, Suriye’nin ve hatta İran’ın çıkarlarıyla örtüşüyor. Kobani’nin düşürülmesi, Kürdistan toprakları üzerinde devletleşen  güçler için hayati önemde görülüyor. Bugün söz konusu bu devletler birbirleriyle çatışmalı halde de olsa, Kürtler karşısında stratejik olarak işbirliği  içerisindedirler. Ancak Kürdistan coğrafyası üzerinde varlığını sürdüren devletlerin Rojeva politikası bütünüyle çöktü.  Kobani’den sonra Rojeva’nın toplumsal bir güç olarak bölgesel denklemin içinde yer alması,  Türkiye’nin iç politikası üzerinde çok ciddi oranda etkili olacaktır. Türkiye, bu gelişmenin farkında olduğu için ABD’nin politikalarına boyun eğmek zorunda kalırken aynı zamanda Rojeva konusunda ABD ve AB’den bir kısım istemleri olacaktır.  Ancak hiç bir politik talep Rojeva gerçeğini değiştirmeyeceği, Türkiye’nin  PYD’nin  toplumsal yapısını ve politik gücünü kabulleneceği artık kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor.

Rojeva’nın politik olarak kazanması aynı zamanda içte PKK ile ilişkilerin yeniden yapılandırılması ve müzakere sürecinin çok daha ciddi düzeyde sürdürülmesinin kaçınılmaz olacağını ortaya koyuyor.

Türkiye bölgesel ilişkilerde kaybederken, Kürtler bütün saldırılara ve katliamlara rağmen kazanıyorlar. Kobani’de kim kazanırsa denklemi o güç belirleyecektir.

gokyuzu9@gmail.com

18 Eylül 2014 Perşembe

Yeşim Numan/ DARBE Mİ DEDİNİZ?

12 Eylül faşist darbesinin kaymağını yiyen, yedikçe semiren AKP’nin kendini “darbe mağduru” olarak tanımlaması siyasi tarihimizin en büyük ironilerinden biri, belki de birincisi. Dini, “Sol’un panzehiri” olarak gören 12 Eylül’den en büyük kazancı İslamcı kesimin sağladığı tartışılmaz bir gerçek. Ancak gerçekler Akepe için çok önemli değil. Önemli olan muhalifleri susturmak, yaratılan kutuplaşmayı, gerekirse çakma mağduriyetlerle güçlendirmek ve ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak. Bu yüzden sahte gözyaşları içinde 12 Eylül’den hesap sormaya söz verirken, 1981′de açılan Metris’te 1979′da işkence gördükleri yalanını, hem de bir çoğu evlatlarını işkencede kaybetmiş Cumartesi Anneleri’nin gözlerine baka baka söylerken utanmıyorlar. Ve bu yüzden hükümet karşıtı her eyleme, gösteriye, hatta eleştiriye “Darbe var!” çığlıklarıyla histerik tepkiler veriyorlar.

 

Meclisteki ve sokaktaki muhalefete, Türkiye’de halkların ortak demokrasi mücadelesinin miladı olan Gezi’ye, haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarına hükümetin tek bir yanıtı var: “Darbeciler!”  Darbeci yaftası son olarak Beşiktaş’ın taraftar topluluğu çArşı’ya yapıştırılmak isteniyor. Kafa kesen, soykırım yapan, 49 vatandaşımızı üç aydır rehin tutan IŞİD’e terörist demekten aciz AKP’nin Yeni Türkiyesi’nde, polisin orantısız şiddetine orantısız zekayla karşılık veren taraftar grubu çArşı’nın üyeleri, terör örgütü kurmakla suçlanıyor. Devletin tırları kim olduğunu açıklayamadığı gruplara, ne olduğunu açıklayamadığı yükler taşırken, ülkenin dört bir yanında ihtiyacı olan çocuklara tırlar dolusu kitap, giyecek, oyuncak taşıyarak umut dağıtan çArşı yargı önüne çıkartılıyor. Deprem bölgesinde bebekler soğuktan donarak ölürken, babasını, kardeşini iş cinayetinde kaybetmiş vatandaşı devlet tekme tokat döverken, köy okullarına yardım kampanyaları yapan, Van’daki depremzedelere, Soma’da yetim kalan çocuklara devletin esirgediği şefkati götüren çArşı’nın üyeleri için  müebbet hapis cezası isteniyor. Barcelona’da siyah futbolcu Eto’ya yapılan ırkçı saldırılardan nükleer santrale,  Suriyeli mültecilerden otizmli çocuklara,  fayton atlarından Gazze’deki katliama her türlü sosyal konuda duyarlı davranan çArşı’nın darbe yapmaya çalıştığı iddia ediliyor.

 

Darbe mi dediniz? Darbeden bol ne var memlekette? Yeni Türkiye başlı başına bir darbe!

 

Erkeklerin ayda ortalama 23 kadını öldürdüğü, 45 kadına ve çocuğa taciz ve şiddet uyguladığı Yeni Türkiye’de, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nin  devlet koruması altında öldürülen kadınlardan haberdar olmaması, kanunda yapılan değişikliklerle tecavüz ve tacizin adeta ödüllendirilmesi kadınların  yaşam hakkına darbedir. İki kadının katilini televizyon programına çıkartıp ne kadar güleryüzlü olduğunu söyleyen hayasız sunucu ve stüdyoda bu pespayeliğe alkış tutan şuursuzlar darbecidir.

 

Darbe, eğitim sisteminin kirli siyasi oyunlara alet edilerek yap-boz tahtasına dönüştürülmesi ve gelecek nesillerin geleceklerinin karartılmasıdır. Öğrencilerin TEOG rezaletiyle evlerinden kilometrelerce uzağa yerleştirildiği, özel okulla okulsuzluk arasında seçime zorlandığı, parası olmayana okuma hakkının verilmediği sistemi kuranlar ve uygulayanlar darbecidir.

 

Darbe mi dediniz? Devletin ordusunun 34 sivili katletmesi, barıştan bahsederken çocukları havan toplarıyla paramparça eden kalekollar dikmesidir darbe. Sefil bir mizansenle kışladaki bayrağı indirip, kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışmak, düzmece bir savaş başlatmak için kendi vatanını vurmayı planlamaktır. Barışı rehin alıp oy karşılığı şantaj aracı olarak kullananlardır gerçek darbeciler. Sivas’ta 33 canı diri diri yakanları aklayanlardır. Gencecik, savunmasız insanları sokak aralarında döverek öldürenler ve öldürdükleri çocukları terörist ilan edip, annelerini meydanlarda yuhlatanlardır.

 

Yeni Türkiye’de hukuka karşı darbe var! Yolsuzluğun araştırılmasını engelleyen; bir dönem savcısı olduğu davanın, çıkarları değişince kumpas olduğunu iddia edendir. Aile boyu hırsızlığı, havuz medyasını, pişkinlikle yapılan rüşvet pazarlıklarını ortaya koyan ses kayıtlarının montaj olduğunu göstermek için devletin kurumuna ısmarlama rapor hazırlatandır.

 

Her sene binden fazla işçi cinayetine göz yummak, katilleri yeni ihalelerle ödüllendirmek emeğe karşı darbedir. İş cinayetlerine fıtrat, öldürülenlere şehit hükmü verenler darbeciliği iyi bilirler.

 

Darbe, demokrasiyi şaibeli seçimlerin sandıklarına hapsedip, düşünce ve ifade özgürlüğü, insan hakları, eşitlik gibi olmazsa olmazları yok saymaktır. Anadilde eğitimi yasaklamaktır darbe. “Afedersiniz Ermeni”dir. “Biliyorsunuz Alevi”dir. “İsrail dölü”dür. Kim demiş darbeler hep postal sesiyle gelir diye? Vesayetin el değiştirdiği Yeni Türkiye’de, “Emri ben verdim” cümlesi, darbenin makosen sesidir.

 

Ve darbecilerin ustası, villada milyarlarla beraber onuru, haysiyeti sıfırlanırken, dinden, imandan, ahlak ve edepten bahsedendir.

 

Darbe mi dediniz? Bir yandan “Darbe var!” diye feryat figan ederken, darbenin hasını yaptınız, adını Yeni Türkiye koydunuz. Eski Türkiye’nin bol dipçik darbeli çeyrek demokrasisiyle, kin yiyip nefret kusan islam faşizminin karışımından yarattığınız, yeni adı altında eskiye öykünen, medeniyeti duble yola, ekonomisi inşaata endeksli, bayramları yas eyleyen, ölümlere sevinen, insan yaşamının sudan ucuz, vicdan bedelinin çok pahalı olduğu, iç işleri içler acısı, dış işleri dışlanmış, uluslararası itibarı yerle yeksan bir hilkat garibesi. Ve sizler, bu berbat çürümüşlük içinde, halkın paralarıyla yaptırdığınız saraylarda, altın suyuna da batırsanız kendinizi, içinizin kötülüğünü, yüreğinizin çirkinliğini, çamur kaplı zihninizin kokuşmuşluğunu örtemeyeceğinizi biliyorsunuz. Daha kötüsü, sizinle birlikte pisliğe batmayanların bunu apaçık gördüğünü biliyorsunuz. Bu yüzden bu kadar korkuyorsunuz size benzemeyen herkesten ve her şeyden. En cok da ezdiklerinizden… Alevi’den, Kürt’ten, işçiden, kadından. Bu yüzden korkuyorsunuz Gezi’den, çArşı’dan. Dövdünüz gitmediler.  Öldürdünüz bitmediler. İftiralarınızla da yenemeyeceksiniz. Çünkü yargıladığınız 35 kişinin arkasında sadece çArşı, sadece Beşiktaş değil, her takımdan, her kesimden, her ezilmiş kimlikten milyonlarca insan var.  Ve er ya da geç, hep birlikte haykırarak başınıza yıkacaklar dışı beyaz, içi zifir saraylarınızı:  Faşizme karşı, zulüme karşı, darbeciye karşı, kardeşimsin çArşı!

http://15pont.blogspot.co.uk/2014/09/darbe-mi-dediniz.html?spref=tw

 

(16/09/2014)

15 Eylül 2014 Pazartesi

Dünyanın Senin Farklılığına İhtiyacı Var! (VİDEO)

Siz farklısınız. Evet, diğer tüm insanlardan farklısınız, özelsiniz. Farklılığınızın peşinden koşun..

Kaynak: Network Marketing

Misak Tunçboyacı yazdı… Eylül’ün On İkisi

Umudun kırımı için her şeyin kullanıla geldiği her adımda varlığını zapt etmek, derdest edip sınırlandırmak, mümkünse adını bir daha anmamak için eldeki tüm imkânların seferberliğine seyirci olarak atanmışız. Kullanıla gelen dil birbiri peşi sıra alınan tedbirler ve hep aynı uzama ulaşan devletin kontrol mekanizmaları bu umudu yerle yeksan edebilmek için güncelleniyor an be an, halen. Sürüp duran gayret hali içinde, menzildeki ümit var olmayı artık küçümsenen, parçalanan yok edilebilen bir unsura dönüştürüyor. Dört yanımız yağma ve kırımdan mülhem. Dört yanımız zulüm ve onun ört basındaki rezaletlerle hemhal. Her yerimiz dönüşüme kurban edilmek için bir istimlâk bahsine teslim. İstimlâk lafın gelişi, yıkım ile yeni bir ülke tahayyülü gerçeğe eviriliyor. Behemehal devreye konulan tedbirler, yapılmaya çalışılanlar bu bahislerin az ötesindeki değil tam da merkezindeki ümidi alt üst ediyor.

 

Yok, edilmeye çalışılan ümit ile beraber hayatın renklerinden ıraklaştırılmasıdır özetin özeti olarak. Dönüştürmekteki gailenin, yerle yeksan edilenin üzerinden çıkılacak yepyeni korkunçluk abideleri olduğu -unutturuluyor hemencecik. Gündem yoğunlaştırılırken, kavga dövüş, hır gür umut yeriliyor. Gündem hızlıca ilerlerken geriye bakmaya fırsatımız bile olmadan hayatlarımız dönüştürülüyor. Kapkaranlıkta kala kaldığımız halin tezahürü bir figürasyon ya da imgeden gerçeğe dönüşüyor o bahiste işte bu menzilde. Kendini tekrar etmekten alı koymayan hamleler bütünü sarsıntıları çoğaltıyor bir durağı, bir sonu olmaksızın, bir yeteri bulunmaksızın. Yeter artık imi gerçeklikte işitilmeyenin ta kendisine dönüştürülüyor. Tabi olarak atanmış, birbirine eklenmiş olan hamleler bütününde yegâne amaç, biyopolitik uzamın sağaltımı olan bedene kurulacak tahakkümü an be an arttırıp sonu bilinmeyen kara deliklerin içerisinde yaşamı sürdürmek olduğu artık aleniyettedir.

 

Ümit, haybeden değil işte bile isteye, bilinerek, görerek, duyulup anlaşılarak bizatihi daha fenalarına ulaşabilmek için sıradanlaştırılmış olan faşizmin karşısında yıkılmaya devam edilmektedir her gün şartlar biraz daha zorlanarak. Geçmişi unutmamız salık verilmektedir. Geçmişin, enikonu ve basbayağı hatalarından hiçbir ders alınmadığını unutmamız salık verilmektedir. Onca şeyin bir dolu vakıanın, bir sürü elemin, epey hallice kırımın karşısında sözü mü olur arkası sorguya ya da bahse konu edilebilir mi kısımları yekten imha edilerek, günün ve şimdinin içerisindeki hemen her şeye kayıtsız bir biat istenmeye devam edilmektedir. Dünün sorgulamaları bir yana çoktan istiflenmişken, bugün o menzilden arta kalanların tamamlanması için çabalar birbirine denk getiriliyor. Denk getirilip yeniden çatılıyor. Betonarme.

 

Kervan düzülürken, geçmiş için geçip gitmiştir bahsi yükseltiliyor bir yerlerden bir avaz. Hemen hiçbir şey, hiçbir yere kayıp göçmemişken, gitmemişken unutursunuz bahsi sıkıştırılıyor arsız ve umarsızca. Ümit kendini korumaya almaya yardımcı olan basit bir sığınağı oluşturan bir ifadeden ya da terimden ibaret değildir insan lügati için. İnsaniyet bahsinde gereksinim duyduğumuz şey, ayağa kalkabilmek için bir vesiledir. İnatla ve inatla yola koyulabilmek için düşüp kala kaldığımız yerden çıkıp ta bir gün yüzü görebilmek için başlangıç noktasıdır. Salt terimlerden ya da algıda yer etmiş olan tanımların birlikteliğinden ibaret olan bir sayıklama değildir ümit. Kendimizi, başkalaştırılmış bireyler haline evirilen birer mekanik yapımdan alıkoyacak olan bir meseledir. Bu günlerin bir yerinden dâhil olan tahakküm ediminin asla sahneden ayrışmamış olduğunu yineleyen vurgun halinin bizi nereye taşıdığına dikkat ettiğimizde ümidin de aslında her ne olduğu konusu biraz daha aleni olacaktır.

 

Genellendirmelerin güncelliğinde usulca bir sesleniştir kimi yerde bir yer ve bir zamanda hiç beklenmeden çıka gelen bir çağrıdır. Yer ve gök birbirine karışırken devlet gözetiminde, handiyse sağa dönseniz de sola dönseniz de aynı belagatle burun buruna kalınan bu yerde bir çağrıdır, yaşama çağrı. Ümit berhava edilmeye çalışılırken gerçekte lazım olanlar için bir meseledir bize bir şeyleri hatırlatmaya çalışan, hemen her an. Hemen her gün sinizmin dolaylarında yol aldırılırken, buna alıştırılma süreçlerinden süreç beğendirilirken bir yerde yol bir yerde çıkış bulabilmek için çabalanmayı akla düşürendir. Saatleri sayıyoruz, dakikaları ve anları dâhil ederek teker teker bütünlüyoruz. Bize verilmiş olan yaşam hakkının, sıradana dair olanın hakkının sacayaklarından birisi olan ümidin yağmalanmasına tanık ediliyoruz. ‘Çıplak’ olana ait hak tanımlaması içindeki mihenk taşı öğütülüyor aralıksız.

 

Devletin karşısında diye anılan ve bildirilen hemen her mesele temeli eğrelti bir biçimde yok ediyor. Ümit elden kayıp gidiyor bu satırlar yazılmaya çalışılırken halen ve hala. Benzerlerini daha önce gördüğümüze dair tespitlere yer verilen kimi çıkarsamaları bugünün güncelliğinde zoru, zapt-ı raptı birlikte bir arada görmeye devam ediyoruz. Bunu teyit etmediğimiz gün kendi namımıza, sıradan olan için kayda düşmeyen gün yok, gece yok, sabahı yok akşamı yok. Aksam bileşenler arasındaki eğreltiliği daha derin yıkımlara ulaştırabilmek için dönüştürülmekte ve çalışma sürdürülmekte ve hayat güncellenmektedir. Ümidin yerle bir edilmesi bugüne dair bir mesele değildir sadece evveliyatını yıllar yılıdır bocalayarak kendini kanıtlamaya çalışan devlet mekanizmasının her odağında görebilmek mümkündür.

 

Dün dünde kalmıştır diye söylene gelen o dün hiç de orada kalmamaktadır. Bugüne taşınan, derdi kederi ve bir dolu insana karşı işlenen suçun güncel ya da etkisi kuvvetlenmiş yeni düzenlemelerini beraberinde getirmektedir. Ne ki unutuşlarımızda rehin edilmek istenen, bilakis bildiğimiz şeyleri de unutmamızı salık veren bir algıdır alanımız dâhilinde şekillendirilmeye devam edilen. Doksan bir yıllık tecrübenin sonunda evirilerek, bir karanlığa dönüştürülmesinin izleri yer almaktadır o bahiste. Doksan bir yıl bir dolu şeye karşı gelmektedir. Doksan bir yıl bir dolu acının ta kendisidir. Doksan bir yıl içerisinde, her yönden eklenmeye çalışılan derdest edişler yara yerini artık karşı konulmaz bir biçimde kötürümün ta kendisinde dönüştürmektedir. Bağlantıların arasındaki o boşlukların daha derin ve daha büyük darbeler ile şekillendirildiği bir ülkedir burası.

 

Her darbenin arkası bitmeyecek yeni sorunların buyur edilmesidir. Yine yeni yeniden kurguya dâhil edilen halk eyleyemedi, başat! seçkinlerin dimağları dönüştürsün varsa bu noksanları gidersin kolaylamasından analizlerin sonu zulümle kesiştirildi bu yerde. Bu ülkedeki dünün dünde kalmamasının müsebbibi yaşadığımız son otuz dört senenin belki de bunca ivedilikle ümidi yerle yeksan edilebilmesinin teminatını oluşturan bir günceden değiniler bu metnin bir bağlantısını oluşturacaktır. Önümüz ve ardımız günümüz ve geleceğimiz de bu manzaradan türetilenlere göre şekillendirilen hamlelerle dönüştürülüyor nitekim. Otuz dört yıl kısa bir zaman dilimi gibi görünüyor kimilerinin usunda, tarih saymalar eksiltmeler ve çoğaltmaların birbirini takip ettiği bir yerde kısa bir aralık diye biliniyor. Tarihi aralıkların değil, bilakis bir dönemin değil hemen her günün içinde bir biçimde gölgesini tamı tamına yaşaya durduğumuz bir eksiltmenin ta kendisidir o süre. On İki Eylül, Bin Dokuz Yüz Seksen.

 

Sıfırlamaların atası olan bir tarih, bugün çok iyi bilinen linçlerin, derdest etmelerin ve artık üzerinde ortak bir kanaatin oluşturulacağı kesin olan, zulmün güncelliğinin atası olan bir tarihtir. Düzayak belirtilmesi gereken şeylerden birincisi demokrasi mefhumunun nasıl da bile isteye çekiştirilip asla, hiçbir türlü sorgulanamaz kılındığı bir zamanın ta kendisi ve başlangıcı olduğudur. Otuz dört yıl boyunca süre giden ve günümüzde devam ettirilen bir simyanın aslen neye yol verdiğini göstermektedir. Hayır, bu kronolojik bir On İki Eylül yazılaması değildir ki anlatmakla tükenebilecek bir mefhum değildir o tarihten alıntılanması gerekenler. Anlatılması için yılların gerektiği bir utanç vesikasıdır. Hiçbir türlü konuşulamayan hiçbir türlü o bahisten yola çıkılamayan bir yerde eksikliğimizin tescil edildiği bir tarihtir. Başlı başına işkencelerden mürekkep bir ülkenin imal edilmesinin, içerisi gibi dışarısının da mahpushaneye çevrilmesinin önü açılan bir tarihtir On İki Eylül.

 

Güz sancısının etkisinden kurtulmayan bir yerde daha fena en kötüsü için çabalanmanın başladığı bir dönemdir. Otuz dört yılın belagatinin, sistem olarak yutturulmaya devam edilen zokalara sahip çıkılan bir ülkenin tastamam bina edilmesinin belki de en başat mesulüdür. General Evren’in öncüllüğündeki darbenin eksiği daha derine taşımak için hiçbir şeyden kaçınılmayan bir süreklilik olduğu muhakkaktır. Yaraların birbiri peşi sıra geldiği bir yerde daha beterlerinin yolu ümidi de yok etmek adına çıkartılan, eylenen, enikonu işlevselleştirilen dönüşümlerle beraber sağlanır. Yazmak yasaktır, söz etmek yasak, düşünmek yasaktır fikri bir şeylere dönüştürmek en azından belirtmek, adını anmak yasaktır. Söz konusu bile edilemeyecek şeylerdendir sorgulamak, ümidin mahvına bunca sebep olunmuşken bugün bile bazı şeylerin yüzleşme bahsinde gözden koşar adım kaçırıldığı bir meselenin ta kendisidir On İki Eylül.

 

Korkunun kalıcılaştırılması çabasında devletin eli hep kuvvetlidir ancak bu denk getirmeye çalıştığımız şeyin tam karşılığını oluşturabilecek zapt etmelerin öncüllüğünde olanı bizatihi gösteren ilktir On İki Eylül. “Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir anayasa düzeni” bahsinin ardından çıka gelenler tümünü ispatlayan bir sürekliliğin temel dayanağıdır. Erdal Eren’dir On İki Eylül’ün hatırlattığı korku ikliminin neye dönüştüğünün nereden hareketle kotarıldığının kanıtlarındandır. On yedi yaşın bu ülkeye bir tehdit teşkil edebileceğinin bildirildiği, idamın ivedilikle yapıldığı bir zulümdür işte adlı adına. Çocuklarına kıymaya doymayan bir ülkenin eylediği hemen her fenalığı eksik gedik olmadan tekrar eden bir aklın, normalleştirildiği ilk deneyimlerdendir. Denek edilenler insanlıktır, sıradan olanın ta kendisidir.

 

Hakkında konuşulmayanlar için kırmızçizgilerin icat olunduğu bir yerde Erdal Eren’in ardı bir dolu kırımdır yine, yıllar yılı her şeyin o “büyüktür” bahsine sıkıştırıldığı bir yer böyle böyle temellendirilir. O temeller üzerinden yükselen ülkeyi sadece satır başlarıyla okuduğumuzda, On İki Eylül’den bugüne hemen her gün o milli birlik, bütünlük fasılalarının arasında cılız bir halkın egemenliği söylemi sürülüp durulurken aslolan erkânın bekasıdır. Erkânın elinden kuşatılmış bir toplumun sürdürülebilirliğidir. Umudun asla adının anılmayacağı bir karanlık günce böyle böyle oluşturulmuştur. Neredeyse her bahse her an karışılan bir ülkede sıradanın, halkın sözünün işlevsizleştirilmesi böylelikle sağlama alınır. Devir yüzleşme dönemi olarak zikredilirken bugün istikrarla sürdürülenin o eksik konulanları yeniden dönüştürerek darbenin bıraktıklarıyla bir kötürüm sistemin devamlılığını sağlama alıp yeniden kökleşmesini sağlamaktır.

 

Yaşadığımız yeri bu sadece birkaç küçük değini içerisinde anlatılanlardan öteye sorgulayabilmek, dünde ne olduğunu bilip, bugün nereye doğru hamleler yapıldığını akla düşürmektedir ve hatırlatmaktadır. Görünen bir imgeden çok daha fazlası hep bir biçimde ötelenen kıyametin ta kendisidir. 1982 Anayasası’ndan türetilen her hamleden bu ülkenin nasıl bir ümitsizlik girdabının derinine çekildiği gösterimdedir. Görünen bir imgeden çok daha fazlası hep bir şekilde anlaşılmazdan gelinenlerdir. Her şey meydandadır uluorta bir âmâdan birçok fakattan azade gerçeklik yalın, çıplak karışımızdadır. Otuz dört yıl önce ülkeye edilebilecek en büyük felaketin tezahürü, arkasından çıka gelen söylemleri, kuramları devletin nasıl bir algı içerisinde dönüştürüldüğünü de göstere gelmektedir. Dün hiçte dünde kalmamış, hemen her gün yeniden şekillendirilip, o zaman zapt edilen akıl fikrin yeni sürümleri için inat ve ısrarla güncellenmektedir.

 

Devlet denilen mekanizma halka karşı olmayı amaç edine gelen bir mekanizma olarak sürekliliğini sağlamaktadır haddizatında. Dün Evren’den bırakılan saha için Özal’ından, Çiller’ine, Erbakan’ından, Erdoğan’ına ve Davutoğlu’na birbirini takip eden bir süreklilik içerisinde sağ bağnazlık, muhafazakârlık titri altında güncellenmiştir. Her şeyin doğrusuna varmak için ortak ve müşterek olarak bildirilenler daha büyük ayrıştırmalar adına birer vesile haline dönüştürülmüştür bu ülkede. Dün yasak olan bugün de yasaktır, bir büyük ihtimal dâhilinde yarın da aynen bu şekilde tecrübe ettirilecektir. Dün Kürd’ün adı sanı yoktu bugün görmek istemeyenler haricinde yine bilen, duyan yoktur. Dün Ermeni demek terörizmi çağrıştıran bir meseleydi kimilerinin usunda bugün de devletin safında olmayan herkese tamı tamına uygun görülen bir yafta.

 

Dün korkular vardı, isimlerden bugün de korkular var x’den q ve w’dan. Dün kitaplar yakılıyordu, sessizliğe daha fazla gömülebilmek için bugün kitaplarda anlatılanların önemli bir kısmı geçersizleştirilmeye çalışılıyor halen. Dün yergi vardı bugün o bahsi çoktan aşan bir nefret iklimi var. Dün engellenen düşünsellik bugün toptan interneti bu sanal, yarı özgür alanın bile daha büyük gözetleme çabasında hiçleştiriliyor. Dün yasak olanı bugün daha büyük zırhlarla kuşatarak, erişilmez eyleyerek, dokunulmaz kılarak, bahsini bile ettirmeyerek kalıcılaştırılmaya çalışılan bir yeni ülke var. Form var, daha önce bilinen bir akış bir tabii yaşanmış zulümler var, engel tanımayan devlet aklının kırk katırı kırk satırı çoktandır kafalara düşen bombalar haline dönüşüyor. Form var, daha önce bilinen bir karşılaşma bugün o bilinenleri alt üst eden bir bakışımda affedersizlerle anılan bir yurttaşlık bahsi var.

 

Fıtratları hep şerden yana kullanan bir dimağ var. Boyuna geçirilmiş olan sicimin acısını ömür billâh az değil basbayağı çekecek insanlar var, halen kayıplarına dair en ufak bir teşebbüsün olmadığını idrak ettiğimiz bir ülke var. Kirkor’un Azad’dan, Moşe’nin İbrahim’den, Ayşe’nin Kemal’den Ali’nin Ali’den uzak kaldığı, hep buna çabalanılan bir ülke var. Gerçekte olan bitenin umudun yıkımı olduğunu göstere gelen bir ülke var. Basit ve temel hakların bile üzerinde perdelemeler ya da gelişi güzel düzenlemelerin milli birlik ve beraberlik diskuru ile şekillendirildiği halen bu bahsin etrafında sözlerin, kararnamelerin imzaya açıldığı bir yer var. Bilinçli bir halde söz yerle bir edilirken “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz” denilmiş olan bir aradan bugün hiç kimsenin gülemediği bir ülkeye varılmış olması var.

 

Meseleler peyderpey daha çok açmazlarla şekillendirilirken, kanıksatma yolu tercih edilirken fıtrattan dolayı uygunluğu için tesciller gerçekleştirilirken, güzel ölümler meydana geldiği zikredilirken istatistik olmaktan da bir adım öteye varmayan kayıpların ülkesi var. İşçi cinayetlerinin bir gün konuşulduğu onların bahsinin kısadan kestirilmeye çalışıldığı yaralardan mürekkep bir halimiz var. Her şey açıktan ve her şey eskisinden de çabuk bir biçimde kötülüğün insafına terk edilmeye devam ediliyor E bu dün dünde kalmıştı diye bahsedilenler, hayatta bir biçimde sözün önünde günün içinde tam anlamıyla yeniden dönüştürülmektedir. Her günümüzün korkuyla sarmalanmasının, yıllar yılı devam olunan hamlelerin milletin iradesi diye söylenip durulanların bir iradeden çok patronun emir erliğine uygun, olur verenlerden mülhem olanların avazları, temennileri olduğu bir kere daha ortaya çıkıyor.

 

Bugün yeniden şekillendirilirken, her yerde saflaşmaların bir adım ötesini yeni kırılmalar oluşturmak adına elden gelenin yarına bırakılmadığı bir yere dönüşürken yeni Türkiye her şey ezberlere rehin olarak yol almaya devam etmektedir. Kürd’ün Türk’e derdini anlatması, Ermeni’nin Alevi’ye hasbıhali değildir mesele. Hepsinin bir uzamda sözü birlikte eyleyebilmesinin önüne kalıcı engeller konulmasıdır mesele, meselemiz. Sancılarla büyüdük bu ülkede. Korkular beğendirildik. Sustuk sessizleştirildik, derdest edilip, hizaya çekildik, her defasında bu son denilirken bir de baktık arkası kesilmeyen bir tahakküme rehin edildik. Sözü hiçbir makama derdi ve şikâyeti kimseye bildiremedik. Hayati olana varmak için daha kaç On İki Eylül anması geçecektir.

 

Hayata kast eden sistemin, bugünlerde yeniden tanımlandırılması olanca hızlılığıyla güncellenirken yeter artık demek için, bunu fark etmek için daha kaç On İki Eylül anması geçecektir. Adaletsizliğin normalleştirildiği, hırlıdan hırsızdan beyefendi, kanaat önderi yaratan karanlığın gününde bir umudun bırakılmadığını fark etmek adına, daha kaç On İki Eylül anması geçecektir. Büyük sözlerin devri tükeniyor. Kutsiyet atfedilen devlet şablonu yerine insana önem vermek duyumsamak sorunları iş işten geçmeden konuşmak için daha kaç On İki Eylül anması geçecektir. Bahsedilenler müştereklerimizdir birbirimizi duyacak mıyız? Bahsedilenler ezberden okunan masallardan kurtulmanın gerekliliğini işaret etmektedir cidden önemser miyiz?

 

Misak TUNÇBOYACI İstan’2014

 

12 Eylül 2014 Cuma

Mustafa Peköz/ NATO’NUN IŞİD OPERASYONU KARARI VE İZOLE OLAN TÜRKİYE

Galler’in başkenti Cardiff’te toplanan NATO zirvesinin gündeminde; Ukrayna ve IŞİD eksenli Ortadoğu’daki politik gelişmeler bulunuyordu. Ukrayna sorunu gündemde bulunmakla birlikte dikkatler esasen Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesine yönelik askeri ve politik stratejilere çevrildi.

Küresel güçlerin uluslar arası alandaki saldırıların organize eden NATO, Ortadoğu’da yeni bir savaşın ön hazırlıklarını yapıyor.  Küresel güçler tarafından yönlendirilen ve özellikle Irak, Suriye ve Kürdistan coğrafyasını kan gölüne çeviren IŞİD’e karşı yeni bir askeri harekâtın yapılması, Ortadoğu’nun küresel sermayenin kontrol altına alınmasının önemli halklarından biri olarak görülüyor.

IŞİD’in tasfiyesini içerek askeri saldırının birçok yönde analiz edilmesi, Ortadoğu’nun geleceği bakımından bize bir fikir verebilir. Bu bakımdan mesele IŞİD’in gelişmesini doğrudan veya dolaylı olarak destekleyen ve katliamlarına sessiz kalan devletlerin bugün askeri olarak tasfiye etmeye karar vermiş olmaları, IŞİD’den kurtulmaktan çok, bölgedeki siyasal sistemlerin yeniden düzenlenmesiyle ilgilidir. IŞİD’in tasfiyesi için bu kadar güce gerek olmadığını, bu kaos hareketinin yapısı hakkında bilgi sahibi olanlar bilir.

IŞİD gibi kaos yaratmakla görevlendirilmiş bir harekete yönelik yapılacak olan askeri saldırının önderliğini üslenen ABD dışında İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Danimarka, Polonya, Kanada ve Avustralya yer alıyor.  ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel tarafından “çekirdek grup” olarak adlandırılan saldırı merkezi, “ileride daha geniş ve kapsamlı bir grubun oluşturulmasını” sağlayacağına dikkat çekti.  Böylelikle hem Rusya ve Çin’in, hem de körfez devletlerinin küresel ittifaka katılması sağlanacak.

IŞİD’in Tasfiyesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Kararıdır:

Küresel sistemin iki gücü ABD ve AB, Ortadoğu’da yeni bir hamle yaparak, güç ilişkilerinde etkili olmak istemelerine rağmen Rusya’nın çok önemli bir etkisi olduğu ve hatta radikal İslamcı Hareketlere yönelik tasfiye planının esasen Putin tarafından önerildiği biliniyor. Ukrayna meselesi nedeniyle AB ve ABD ikilisinin Rusya ile aralarında ciddi bir sorun oluşmuş olsa da, Irak ve Suriye’de Radikal İslamcı Hareketlere karşı aynı politik perspektife sahip bulunuyorlar. Rusya’nın başından beri Suriye’de İslamcı örgütlerle çatışma halindedir ve önemli bir tecrübeye sahiptir.

ABD’nin önderliğinde 10 ülkenin çekirdek grubu oluşturması Rusya ve Çin’in dışlandığı anlamına gelmiyor. Rusya sürecin aktör gücü olarak bölgedeki konumlanışı, NATO eksenli oluşturulan güçlerle bir ittifakı zorunlu hale getirecektir. Putin ve Obama ikilisini buluşturan en önemli ortak noktalarından biri de, Ortadoğu’daki radikal İslamcı örgütlerin tasfiyesidir. Bu konuda stratejik işbirliği içinde oldukları söylenebilir.

Radikal İslamcı Hareketin bölgede güçlenmesi aynı zamanda AB, ABD ve Rusya sınırları içerisinde etkili olmasına yol açacağı ve bu bölgelerde politik kaos yaratacakları biliniyor. Böylesi bir durumun oluşması, bölgesel eksenli şiddetin küresel bir düzeye doğru yayılması korkusu çok daha belirgin olarak hissedilecektir. Bu bakımdan, önce kendileri tarafından desteklenen ve büyütülen bu hareketlerin bir kısmı kontrolden çıkmaya başlayınca bu kez tersten tasfiye edilmesi için yeni operasyonlara başvuruluyor.   IŞİD, küresel saldırı güçlerin izlediği politikalar sonucu oluşturulan ve onların bölgedeki politikalarının uygulanması için işlevli kılınan bir kaos hareketidir. İşlevini giderek tamamlamaya başladığı için de tasfiyesi gündeme geldi. Bu operasyonda kaç bin kişinin öldüğünden çok küresel şirketlerin enerji kaynakları üzerindeki çıkarlarının korunması daha önemlidir.

IŞİD Operasyonu Ortadoğu’nun Yeniden Dizayn Edilmesidir

IŞİD tarafından gerçekleştirilen saldırıların en önemli özelliği, İslam dünyasına karşı oluşturulan psikolojik algıdır.  Radikal İslamcı Hareketlerin gerçekleştirdiği eylemler İslam’ın uluslararası alanda teşhir edilmesi için sıklıklı kullanıldı. İslami Cihatistler olarak tanıtılan örgütlerin, çocuklar dâhil binlerce insanların boğazını kesmesi, Ezideler ve Aleviler başta olmak üzere azınlıklara karşı toplu katliamlara yönelmesi, kadınların köleler gibi pazarda satılması gibi çağ dışı yöntemler, uluslar arası medya aracılığıyla ‘İslam budur’ algısı oluşturuldu. Öyle ki İslam dünyasında dahi belirgin bir kırılma yaşanıyor. Ortadoğu’ya yeni bir askeri müdahaleye Arap dünyasının sokaklarında dahi pozitif yaklaşılıyor.

Radikal İslamcı hareketlere karşı başlatılan operasyonun kapsamının çok daha genişleterek bütünüyle küresel bir ittifaka dönüştürülmesi, IŞİD’in tasfiye edilmesinin çok ötesinde Ortadoğu’daki siyasal rejimlerin mevcut yapısında bir değişikliği gündeme getirebileceği gibi ortaya çıkacak yeniittifaklara da politik bir zemin hazırlayacaktır. IŞİD’e yönelik tasarlanan askeri operasyon, Ortadoğu’daki bütün politik ilişkilerin yeniden dizayn edilmesi anlamına geliyor.

Operasyon sonrası körfez bölgesindeki siyasal rejimler kendilerini zorunlu olarak reorganize edeceklerdir. Başta S.Arabistan, Katar, Kuveyt, BAE gibi ülkelerin ‘şeriata dayanan rejimlerinde belirgin bir kırılma ve değişim gündeme gelme olasılığı yüksektir. IŞİD’in devletsel versiyonu olan bu rejimlerin kendisini değişime sokarak küresel sistemin içinde doğrudan çekilmeleri bir bakıma zorunlu hale gelmiş bulunuyor. Irak, Libya ve Mısır’da başlatılan iktidar değişim tarzı Suriye’de devam etmedi.  Suriye’nin bir iç savaşla harabeye dönüştürülmesi de küresel güçlerin stratejilerinin bir parçası haline geldi.  Böylelikle bütünüyle işlevsizleşmiş bir Esad rejimi bölgesel güç ilişkilerinin dışında kalacaktır.

Bugün ortaya çıkan politik tablonun hedefinde enerji yataklarına hâkim olan yapay Arap devletlerdi bulunuyor. Bunların değişimi Libya ve Mısır’dan farklı olarak, IŞİD’in ortaya çıkarttığı politik kaosun etkisiyle gerçekleştirilecektir. S. Arabistan,  bir yıl önce radikal İslamcı örgütlere verdiği desteği kesip özellikle IŞİD’de tehdit olarak gördü. Yakın bir dönemde Katar dahil olmak üzere diğer körfez ülkeleri IŞİD’i ‘terörist’ olarak ilan ederek ABD’nin belirlediği politikaya uyum sağladırlar. Küresel sermaye, bölgedeki stratejik çıkarları izin mevcut rejimlerin yapısında bir kısım değişimleri gündeme getireceklerdir. Şeriat yönetimlerinin revize edilmesi kaçınılmaz olarak gündeme geleceği gibi, esas stratejik plan ise  ‘İslam’ın yeniden yorumlamasına ilişkin politikanın ‘devreye konulmasıdır. Bu noktada kilit iki ülke ön plana çıkacaktır; Mısır ve S. Arabistan.

 IŞİD  Operasyoru Ortadoğu’da Güç İlişkilerinin Yeniden Tanımlayacaktır

IŞİD’e yönelik düşünülen küresel operasyon, bölgesel ilişkileri yeniden belirleyecektir. Daha önce vurguladığımız gibi söz konusu denklemin yeni oyuncuları ön plana çıkacaktır. Bunlardan biri İran’ın olacağı biliniyor. Özellikle Irak ve Suriye’deki etkisi dikkate alındığında İran olmaksızın politik istikrarın sağlanmayacağı çok açıktır. Ayrıca  Rusya ve Çin dışında Almanya’nın İran ilişkileri de oldukça önemlidir. ABD’nin yeni Ortadoğu politikasında İran’a önemli bir işlev yüklüyor. Bunun birden olmayacağını da iki taraf biliyor.  IŞİD ile mücadelede ortak hareket etmeleri, İran’ın İslamcı örgütlerle mücadelede deney sahibi olması, yakınlaşmayı arttıran bir faktördür.  Mısır, Ortadoğu’nun güç ilişkilerinde yeniden hızla ön plana çıkan bir ülke haline getirildi. Özellikle Hamas ve Tel Aviv yönetimi arasındaki arabulucu girişimi bu sürecin önemli bir halkası oldu.  Kahire yönetiminin radikal İslamcı örgütlere karşı izlediği oldukça sert politik tavır, hem ABD’nin hem de İsral’in güvenini kazandı.   S. Arabistan ise her koşulda kendisin ABD’nin politikalarına en hızlı adapte eden Arap devletidir. ABD olmaksızın bir ay ayakta kalamayacağını bilen Suudi Krallığı, ABD’nin ihtiyaçlarına göre hem yönetiminde değişikliklere gider, hem de İslamcı örgütlere karşı daha fazla önlemler alır.  Uluslar arası alanda da önemli bir ekonomik güce ve silah pazarına sahip olan S.Arabistan, Ortadoğu dengelerindeki varlığını koruyacaktır. Ayrıca diğer körfez devletleri üzerinde yarattığı politik etki, bölgesel ilişkilerde kendisi için bir avantaj olarak ön plana çıkıyor.  Aralarında önemli politik farklılıklara rağmen İran, Mısır ve S.Arabistan’ın bir başka buluşma noktası da daha çok Selefi kökenli radikal İslamcı örgütlere karşı ortak bir tutum belirlemeleridir.  Bu bakımdan NATO merkezli küresel güçlerin IŞİD’e karşı yapacakları askeri operasyona söz konusu ülkeler hem destek vereceklerdir hem de daha sonraki politik ilişkilerde ortak buluşma noktalarını arttıracaklardır.

IŞİD Operasyonu Türkiye’nin Dahası Erdoğan’ın Açmazıdır

NATO toplantısında esasen yalnızlaşan ve sürecin dışında kalan bir Türkiye gerçeği vardı. Erdoğan iç politikadaki dik başlılığının tersine oldukça sessiz ve çekingen bir tavır içerisinde oldu. Dünyanın gündemi IŞİD operasyonu varken, Erdoğan’ın derdi Gülen’in iadesini sağlamak için Obama’da ricada bulundu.  Yasadışı telefon dinlemeleri nedeniyle kükreyen Erdoğan, yıllardır Türkiye’yi dinleyen Almanya için Merkel’e ancak sitem edebildi.

Başta ABD ve İngiltere olmak üzere operasyon içinde yer alacak güçler Türkiye’nin önüne bir ödev koyacakları biliniyor.  Obama’nın Erdoğan’ın sırtına vurması bir bakıma verilen ödevleri yerine getirmesi için yaptığı bir uyarı olarak anlaşıldı.  Erdoğan, toplantının en etkisiz ve yalnız kalan lideri olarak, Türkiye’nin güç ilişkileri içerisinde yer alamayacağını gösterdi.  ABD ve AB’nin Türkiye algısı önemli oranda değişti ve özellikle Erdoğan’a yönelik ciddi güvensizlikleri bulunuyor.  Erdoğan’ın sırtına yüklenen sorumlulukları yerine getirip getirmemesine göre politik tutum çok daha fazla netleşecektir.

IŞİD’e aktif destek veren iki ülke bulunuyor: Katar ve Türkiye. Katar son açıklamalarıyla desteğini çektiğini ve IŞİD’i ‘terörist’ ilan ettiğini açıkladı. Türkiye ise Rojeva’da Kürtlere karşı aktif olarak desteklediği IŞİD’e karşı açık bir tutum almak istemiyor. Bunun birçok nedeni bulunmakla birlikte birkaç noktaya dikkat çekilebilir. Birinci Türkiye radikal İslamcı militanların geçiş merkezi olarak kullanıldı, bu durumda belli bir gerileme olmakla birlikte halen devam ediyor. İkincisi, Türkiye, Cihat savaşının finans merkezi olarak işlev görüyor. Milyar dolarlar cihatçı güçlere aktarmak için Türkiye bankalarına aktarıldı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu sıcak paranın bir kısmını karşılıyor. Üçüncüsü IŞİD ile MİT arasında önemli ilişkiler bulunuyor.  MİT, Suriye’deki iç savaşı derinleştirmede aktif görev aldı ve bir bakıma İslami örgütleri yönlendirdi. Ayrıca bütün askeri desteği Türkiye’den karşılayan IŞİD ve El Nusra; Türkiye’nin olası tavrına karşı elindeki belgeleri kamuoyuna açıklayabilir. Böylesi bir olasılı durum Türkiye’nin inkâr ettiği aktif desteğin deşifre olması anlamına gelir. Dördüncüsü Erdoğan içte politikasını daha çok Sünni İslam üzerine kurdu ve toplumda çok açık bir saflaşma yarattı. Hem IŞİD’in hem ülke genelinde örgütlenmesine destek verdi, hem de çok sayıda militanın Suriye’de savaşması için bütün olanakları sundu. Arap ülkelerinde ciddi bir toplumsal desteği olmayan IŞİD’in tersine Türkiye’de belirgin bir taban oluşturmuş durumda. Bu nedenle Türkiye’de eylem yapma potansiyeli olduğu biliniyor ve buna zemin hazırlayan AKP’nin izlemiş olduğu Suriye politikasıdır. Beşincisi, Devlet, Kürt Hareketiyle olasılı bir çatışmalı süreç başladığında, IŞİD ve El Nusra saflarında savaşan Kürt ve Türk kökenli İslamcı militanları devreye koymayı planlıyor.  Bir bakıma eskiden Hizbullah militanlarına yaptırdığını bunan sonra IŞİD ve El-Nusra’ya yaptırmayı düşünüyor, Altıncısı, 34 Türk diplomatı IŞİD elinde bulunuyor. Türkiye’nin operasyona destek vermesi, bunların yaşamlarını riske edebilir.

Kürtlere silah verilmesinden oldukça rahatsız olan ve PYD’nin artık uluslar arası güçler karşısındaki konumunun resmileşmesini kabullenemeyen Türkiye aslında IŞİD’e yönelik küresel bir operasyona sıcak bakmıyor.  Ayrıca Davutoğlu’nun sıfırlanan Ortadoğu politikası nedeniyle IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı örgütlere de ‘terörist’ demiyor. Tersine onlarla birlikte hareket ediyor ve destekliyor.

NATO zirvesinde tartışılan hiçbir soruna yanıt veremeyen Erdoğan, alınan kararların fiilen dışına düştü. IŞİD tasfiyesi için yapılacak operasyonda görev almayacak bir Türkiye’nin ve Erdoğan’ın Ortadoğu’da belirlenen yeni stratejilerin dışında kalacağı kesin. Diplomatik olarak, Türkiye halen müttefik görülmesine rağmen, politik ilişkilerin gerçeği dikkate alındığında bunun böyle olmadığı çok net olarak görülüyor. Bu bakımdan oluşturulmaya çalıştırılan yeni Ortadoğu’da Türkiye’nin yer almaması, fiilen tasfiyesi anlamına gelecektir.  Bu bakımdan Erdoğan kendi politik geleceğini dahi korumak istiyorsa, küresel güçlerin önüne koyduğu plana uygun hareket etmek zorunda kalacaktır. İzoleden kurtulmanın başka yolu bulunmuyor.

IŞİD Operasyonu Kürtleri Stratejik Güç Yapacaktır

Bir başka yazının konusu olmakla birlikte birkaç noktanın altını çizmekten yarar var. Birincisi Uluslar arası güçler, Hewleri askeri, politik ve diplomatik olarak destek veriyor. Bu durum Kürdistan Bölge Yönetiminin uluslar arası meşrutiyetini çok daha fazla arttırdı. Peşmerge gücü olmaksızın oluşturacak koalisyon gücü beklenen başarıyı gösteremez. Bu bakımdan Güney askeri güçlerinin elde ettiği başarı aynı zamanda Kürtlerin politik olarak Bağdat’ta daha etkili olması ve özellikle tartışmalı bölgelerin Kürdistan’a dâhil edilmesini sağlayacaktır. İkincisi, Rojeva’da radikal İslamcı örgütlerle tam 2 yıldır aktif savaşan YPG, artık stratejik bir güçtür.  Olası bir operasyonun Suriye içerinde devam etmesi için YPG askeri güçlerinin müdahale gücü olarak devreye girmesi demektir.  Bir başka ifadeyle YPG’nin İŞID karşısında elde ettiği askeri başarılar, politik olarak Rojeva’nın kabul edilmesi anlamına gelecektir. Üçüncüsü,  PKK’nin askeri gücü olan YPG’nin Şengal’de, Maxmur’da Kerkük ve Musul çevresinde IŞİD karşısında gösterdiği başarı, uluslar arası güçlerin önemli oranda dikkatini çekti. ABD, İngiltere, İran gibi ülkelerin YPG ve HPG ile yan yana savaşmak zorunda kalmaları, Ortadoğu’nun politik dengelerinin zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucudur. Bu bir tercih olmayıp bir bakıma zorunlu olacaktır. Bu zorunluluk,  PKK’nin politik olarak kabul görmesi ve devletsiz bir güç olarak dengelerin içinde söz sahibi olacağını ortaya koyuyor. Bunun en somutlaşmış hali ise Rojeva’daki Demokratik Özerk yapının tanınması ve PKK’nin ‘terör’ listesinde çıkartılmasıdır.

IŞİD operasyonu, Ortadoğu’nun politik istikrarsızlığı içinde dengelerin yeniden oluşturulmasında önemli bir hareket noktası olarak işlev görecektir.

Gokyuzu9@gmail.com

10 Eylül 2014 Çarşamba

Yeşim Numan / ERKEKSENİZ TEKER TEKER ÖLÜN!

ERKEKSENİZ TEKER TEKER ÖLÜN!

Çiçeği burnunda atanmış Başbakan Ahmet Davutoğlu, önceki gün Torunlar GYO’nun Mecidiyeköy’deki inşaatındaki katliamda öldürülen 10 işçinin “şehit hükmünde” öldüğünü beyan edip, ruhlarına Fatiha okunmasını buyurmuş.

TDK ‘şehit’ kelimesini “Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse” olarak tanımlıyor. İnşaat şirketlerinin %1000′e yaklaşan kar payını artırmanın ve rant mafyasının güçlenmesini sağlamanın AKP hükümeti için “kutsal bir ülkü veya inanç” olduğu malum. Ancak, Davutoğlu’nun bunu bu kadar açık yüreklilikle itiraf etmeyecek kadar zeki olduğunu umuyoruz. Bu durumda, ihalelerle besledikleri şirketin inşaatında katledilen işçilere şehitlik payesi vererek, işçi yakınlarından, klasik bir şehit ailesi klasiği olan “vatan sağ olsun” demecini duyacağını umuyor olsa gerek. Friedrich Durrenmatt ne güzel söylemiş: Bir devlet cinayet işlemeye hazır olduğunda kendine ‘vatan’ adını verir.

35 senede yaklaşık sekiz bin kez duyduk bu sözü. “Vatan sağ olsun.” Gencecik evlatlarını devletin faşist politikaları yüzünden bitmek bilmeyen kirli savaşa kurban veren sekiz bin ana-baba, cok yıldızlı askerlerin ve çok korumalı devlet erkanının önünde acılarını haykırmaya utandırılırken hep aynı ezberi tekrarlamaya zorlandılar: Vatan sağ olsun.  Ezberi bozanlara, devlete evladının kanını helal etmeyenlere, “artık şehit cenazesi görmek istemiyoruz” diyenlere, dönemin Başbakanı RTE gereken açıklamayı yaptı: Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.

Benzer bir açıklamayı Soma’da “şehit” olan 301 maden işçisi için de yaptı RTE: Ölüm bu işin fıtratında var. Üstelik bu kez, anlamayanlar için 1800′lerden örneklerle taçlandırdı açıklamasını. Hala anlamayanların hakkı elbette kötekti. Onu da esirgemedi.

Pazar günü basın toplantısı yapan Torunlar GYO Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Torun, İmam Hatip Lisesi’nden arkadaşı (ve ustası) RTE’den öğrendiklerini başarıyla uygularken, fıtrat yerine daha teknik bir terim kullandı: Sektörel vaka.

Yan gelip yatma yeri değil. Fıtratında var. Sektörel vaka. Cinayetleri normalleştirmek için muktedirin ve himayesindekilerin uydurdukları söylemler hep aynı. Son on yılda “terörle mücadele” adına ölüme gönderdikleri 1200 asker gibi, rant ve daha fazla kar payı adına öldürdükleri 12 bin işçiye de “şehit” diyerek, ellerindeki kanı temizlemeye çalışıyorlar. Son on yılda AKP parti-devletinin doymak bilmez rant hırsının, “terör belası” dedikleri kirli savaşın 10 katı kadar can aldığını görmeyelim istiyorlar. Son on yılda işçi ölümlerinde Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada yer aldığımızı unutturmaya çalışıyorlar. Ama bu işçi milleti böyle çoğul ölmeye devam ederse, Yeni Türkiye’nin işi zor.

“Erkekseniz teker teker ölün lan!” O zaman ne medya haber yapar, ne “darbeciler” sokaklara dökülür. Acılı, çaresiz aileler, sessiz sedasız yaslarını tutarken, geride kalan çoluk çocuğun rızkının derdine düşer, hak aramakla, mahkemelerle uğraşamazlar. Yasalar zaten patronların emrine amade. Kimseler duymadan, hallediverirler aralarında. Öyle ya, kol kırılır, yen içinde kalır. Beş ay önce aynı inşaatta 19 yaşındaki Erdoğan Polat’ın öldüğünü kaç kişi duydu? Olay üzerine yapılan teftişte ortaya çıkan bir çok güvenlik eksikliği için 6720 lira civarında bir ceza ödenmiş. İnşaatın durdurulmasına gerek bile görülmemiş.  Durmak yok, sömürüye devam.

Ama ölü sayısı çift basamaklara çıktı mı, işte o zaman uğraş dur. Bir kere, basın toplantısı yapmak zorunda kalır patronlar. Durduk yerde can sıkıntısı, tabii. Yandaş basın tamam, ama şu Gezicilerle paraleller yok mu… Abuk subuk bir sürü soru sorarlar. İş güvenliğiymiş, taşeronmuş, sigortaymış. Nasıl anlatsınlar? “Bizi en çok çeken  %950 kar… Anlayamazsınız.” İşleri güçleri var adamların. Göstermelik soruşturmalarla uğraşıp, günah keçisi bulup, hesap verir gibi yapmakla kaybedecek zamanları yok. Bir de bu arada inşaat durdurulursa, gitti paralar. Ancak %500 kar yaparlar böyle durumlarda. Yazık değil mi? Bütün bunlar yetmez gibi, sokaklarda bağırmalar, gösteriler, forumlar… Devletin polisi boş yere yorulur, sinirleri gerilir. Hayır, “ölmeyin” demiyorlar ki adamlar. Ama teker teker, hadi bilemedin ikişerli ölünsün ki patronların başı ağrımasın.  Aklımızı başımıza devşirmezsek, toplu ölümleri yasaklayan bir yasa çıkarıp, hükümete darbe girişimi yapmakla suçlayacaklar ölenleri. Ama bir dakika… Onu zaten yaptılar.

İşçi katliamlarının bir Yeni Türkiye geleneği olarak normalleştirilmesine izin veremeyiz. Cinayetlere, maktul sayısına bakmaksızın isyan etmek zorundayız. Beş ay önce aynı inşaatta ölen Erdoğan Polat, ya da 2014′un ilk yedi ayında inşaat sektöründe birer ikişer ölen diğer 187 işçi için tepki verebilseydik, belki, 10 işçiyi ölüme götüren asansöre gerekli güvenlik sisteminin yerleştirilmesini sağlayabilirdik. Soma katliamından sonra sendikalar daha etkili bir şekilde örgütlenip, hükümet üzerinde daha yoğun baskı kurabilselerdi, belki ILO sözleşmesi imzalanıp uygulamaya konurdu. Ve kim bilir, belki de Mayıs ayından bu yana yaşanan katliamlarda ölen 384 işçiden hiç değilse bazıları hayatta kalabilirdi.

İşçi cinayetlerinde dünya lideri olmaktan kurtulmak için hafızamızı ve öfkemizi diri tutmak zorundayız. Soma’da çöp poşetlerinin içinde kamyonlara doldurulan yüzlerce cansız bedeni, iki oğlunu birden topragin altından alıp, yine toprağa gömen Senem Ana’nın isyanını, yüreği yanan acılı vatandaşın yarasını sarması gerekirken tekme-tokat girişenleri, işçiye layık görülen fıtratı hatırlamak zorundayız. Hatırlayalım: Gözümüzün önünde meclisten delik deşik torba yasalar geçiyor, uçlarına yolsuzlukları koruyan maddeler iğnelenmiş. Muhalefetin anası olması gereken partide birkaç milletvekili emekçiler için kendini paralarken, aynı partinin belediye başkanı grev yapan işçileri dövdürtüyor, a la Tayyip. Bütün bu saçmalık arasında, teker teker ölmeye devam ediyor işçiler. Bu kez unutmayalım. Tarihin tekerrürüne son verelim. İhmal veya daha yüksek kar amacıyla kaçınılan güvenlik tedbirleri yüzünden ölen her işçi cinayetinde,Vali Mutlu’nun deyimiyle “şeyler”in sayısının çift basamaklara ulaşmasını beklemeden, her biri 10muş gibi, 100müş gibi, 301miş gibi isyan edelim. Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı haklı gurur duyarak, her daim taze bir öfkeyle direnelim.  Direnelim ki artık ne kışlada, ne inşaatta, ne madende, ne tersanede kimse “şehit” olmasın. Ve cinayet hazırlığı içinde “vatan” ismi verilen devlet değil, devletin hizmet etmek zorunda olduğu insan sağ olsun.

(08/09/2014)

4 Eylül 2014 Perşembe

Ruhi Uzunhasanoğlu / Cihangir’i görmelisin..

Başka bir semtin adıdır Cihangir.Güzeller güzeli Feri abla sevgilisi tarafından orada öldürüldü..Biz çok üzüldük.Niko dayı Selanik türküsüyle mayalardı yoğurdunu. Bakkal İbrahim hamdi efendi ta Bağdattan getirirdi baharatı.“Kalimera,bonjur,günaydın” Sabah selamlamaları beynelmileldi..100 merdiven aşağıda Fındıklı , kuş uçumu 5 dakikada Taksime yürü..

….Kimse bir ağaç için kıyamet kopacağını tahmin edemezken ilk Park isyanı burada çıktı.Çok sonraları “Mesele ağaç değil sen anlamadın mı.Gel” twitine ilk refleks gösterenlerden biri Cihangir oldu.Adı “Entel”e çıkmış bu semtten bir cacık çıkmayacağını düşünenler haftalarca Cihangir barikatlarında buluştular.…Avrupa kentlerinde, özellike kışın akşam saat 5 dedin mi karın deşen Jack iner sanki sokaklara.Kediler bile kendi sesinden korkar.Denemesi parayla değil , istediğin saat git Cihangire gürül gürül akan hayata tanık ol.

Ya da “Bu ülke yaşanmaz oldu” umutsuzluğuna kapıldığında Cihangirde nefes al.

…Yolunuz Taksime düşerse Sıraselvilerden sallana sallana yürüyün ilk soldan dönün .Cihangiri mutlaka görmelisin..