30 Nisan 2014 Çarşamba

Neden Taksim? Başka soru yok / Ruhi Uzunhasanoğlu

1990 1 Mayısıydı.

Taksim o zamanda yasaktı.

Biz yasağa rağmen  Taksime çıkmakta kararlıydık.

Daha Taksime varmadan gözaltına alınabilirdik.

Gözaltı o tarihte 15 gündü. Şakası yok; işkence görmek kesindi.

Yetmez.Tutuklanıp aylarca hapis yatmak da vardı.

Bu durumu gözetip aramızdan belli sayıda arkadaş’ın geride kalmasına karar verdik.

Taksime gideceklerle toplantı odasına geçtik. Telaşla kapı çalındı. Tiyatrocu bir abimiz,

“Konuşabilir miyiz”

“Konuşalım”

“Şimdi geldim,Taksime gidecekler arasına katılmak istiyorum”

“Abi sen gelmesen,gözaltı var,tutuklanmak var,daha fazla risk almasak”

“Tek başıma olsam da  gideceğim , benim 1 Mayısta Taksimde olmam şart”

“Şart mı”

“Evet”

En son kulağıma eğildi “Arkadaş,benim babam 1 Mayıs 77 de Taksimde öldürüldü , ben her 1 Mayısta babam için de giderim Taksime”

Neden Taksim ?

Başka sorum yok !

28 Nisan 2014 Pazartesi

Mutlu olmak için vazgeçmeniz gereken 12 madde

Aşağıda mutlu olmak için, vazgeçmemiz gereken 12 madde var. Biliyorum bazılarımız, ‘yaşamayalım daha iyi’ diyecekEn çok vazgeçemediğiniz madde hangisi?Veya vazgeçmeyi başardığınız?1) Haklı olma ihtiyacından vazgeçin.2) Herşeyi kontrol etme ihtiyacından vazgeçin.3) Başkalarını suçlamaktan vazgeçin.4) Kendinizi suçlamaktan vazgeçin.5) Değişime direnmekten vazgeçin.6) Etiketlerden vazgeçin.7) Mazeretlerinizden vazgeçin.8) Korkularınızdan vazgeçin.9) Şikayet etmekten vazgeçin.10) Bağımlılıklarınızdan vazgeçin.11) Mükemmelliyetçilikten vazgeçin.12) Başkalarının beklentilerine göre yaşamaktan vazgeçin.İyi akşamlar,Hakan. (function(d, s, id) { ...

Dr.Mustafa PEKÖZ KÜRTLER BAKIMINDAN SEÇİM SONUÇLARI VE HDP’NİN BDP’LİLEŞMESİ

30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra gündemi meşgul eden sorunlardan biri de BDP ile HDP’nin birleşmesi sorunudur. Politik olarak aynı çizgide bulunan partilerin birleşmesi gayet doğaldır.  Bugünkü perspektifle bakıldığında BDP ile HDP birbirine yakın partiler olup genelde aynı toplumsal kesimlere hitap ediyorlar.

BDP’nin politik çizgisi, DEP’den beri devam eden ve daha çok Kürtlerin politik ve toplumsal taleplerini devam bir tarihsel sürecin devamıdır.  Türkiye’nin dördüncü partisi olarak bilinen BDP’nin politik stratejisi, Kürt ulusunun politik sosyal, kültürel taleplerinin kabul edilmesine yönelik bir mücadeledir. Her ne kadar Kürt sorunun çözümü aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinin ana halkasını oluştursa da politik realitenin kendisinin merkezinde Kürt coğrafyasının özgürleştirilmesi öncelikli olarak ön plana çıkıyor.  Bu bakımdan Kürdistan coğrafyasındaki başarı esastır. Kürt illerinde aldığı sonuçlar, yerel yönetimleri bakımından kazanılan belediyeler, Ankara’ya milletvekillerinin gönderilmesinden çok daha önemlidir.

HDP’nin kuruluş felsefesi ise daha çok Türkiye toplumunun politik, toplumsal, ekonomik sorunlarını gündemleştiren, ezilen, emekten yana olan, farklı sosyal katmanlarını örgütlemeyi hedefleyen bir amaca sahipti. Bu bakımdan BDP ile HDP’in toplumsal işlevi ve üstlendikleri roller birbirini tamamlamakla birlikte politik önceliklerinden, politika yapma tarzına kadar birçok noktada da farklılıkları bulunuyor.

30 Mart Yerel Seçimlerin ortaya çıkardığı politik tablo her iki parti bakımından analiz edilmesi, birleşmenin mantığı bakımından bize daha somut bir fikir verebilir.

BDP Ve Seçim Sonuçları,

Kürt illerinde politik tablo dikkate alındığında iki temel partiden bahsedilir. Kürtleri temsilen eden BDP ile devleti adına seçimlere giren AKP arasındaki mücadele stratejik olup bütün politik dengeleri etkileyen ve hatta belirleyen bir konumdadır.

İllerBDP/2009AKP/2009BDP/2014AKP/2014Diyarbakır65,630.156.434.7Mardin36,345,452,237,4Van5339,253.241.8Urfa10,540,032,061,0Muş37,250,541.548,5Hakkâri80,215,166,826,1Şırnak53,742,660.9,28.9Siirt49,445,849.441.6Batman59.936,756.330.8Bitlis34,043.144,039,0Dersim30.026,542.49,3Bingöl33,842,825,858.4Ağrı32,339,646,045,7Iğdır39,636,944,210,9Ardahan13,036,910, 834,3Kars14.732,719.425,0Adıyaman5,649,35,356,5Erzincan0,251,30,754,7Erzurum1.256,86,258,8Gaziantep5.5 6.254,7Kilis 0,049,90,850,8Maraş0,465,31,358,8Malatya1,253,11,561,8Elazığ2,547,82,655,8

 

BDP, 3′ü büyükşehir (Diyarbakır, Mardin, Van) olmak üzere 10 il, 68 ilçe ve 23 beldede  toplamda 102 belediyeyi kazandı. Mevcut tabloya bakıldığında Kürt Hareketi, Kürt illerinin merkez bölgelerinden etkinliğini koruyor. Söz konusu tablo yıllardır değişmiyor. Diyarbakır, Batman, Van, Dersim, Siirt, Hakkâri, Şırnak ve Iğdır belediyelerini koruyan BDP, Bitlis ve Mardin’i devleti temsil AKP’nin elinde aldı. Ağrı’yı çok az bir farkla kazanmasına rağmen seçimler iptal edildi.

BDP’nin Kürdistan’da bulunan 4 büyük şehir Belediyesinden 3’ünü kazanması önemli bir başarı olarak görmek gerek. Büyük Şehir Belediyeleri önümüzdeki yıllarda veya sistemin kabul etmek zorunda kalacağı ‘Avrupa Özerklik Şartı ‘ içerisinde ‘özerklik veya eyalet’ sistemlerinin ilk adımı olmaları bakımından önemlidir.

Bu bakımdan Urfa son derece dikkat çeken bir merkezdir. Daha önceki bir makalemde, Urfa Büyük Şehir Belediyesinin kazanılmasını Kürtlerin ‘sessiz’ devrimi olarak tanımlamıştım. Devlet bu gerçeğin farkında olduğu için Urfa’nın Kürtlerin eline geçmemesi için çok büyük bir çaba içerisine girdi ve bilinen seçim hilelerini en çok burada uygulamaya koydu.   Urfa, hem Suriye’deki dengeler, hem de Rojeva devrimini besleyecek sınır bölgesi olması bakımından son derece stratejiktir. Öyle ki Ceylanpınar belediyesini BDP almasına rağmen, her türlü oyun oynanarak AKP’ye verilmesi, devletin Suriye ve Rojeva politikasıyla doğrudan ilişkilidir. Aynı şekilde Ağrı bölgesinin İran ile sınır olması bakımından da bir önemi bulunuyor. Ağrı, Doğru Kürdistan’da etkin olan Kürt hareketinin moral ve motivasyonu bakımından önemli olduğu gibi İran ile olası ilişkiler için de önemsenen bir bölgedir.

Dikkat çekilmesi gereken bir başka il de Bingöl’dür. Bu şehir’de BDP’nin ciddi düzeyde oy kaybetmesi bir tesadüfü olmayıp önümüzdeki yıllarda çok boyutlu sorunlara yol açabilecek gelişmeler bakımından bize bir fikir veriyor. Bingöl, Kürt coğrafyasında, Suriye’de İslami cihat için savaşçı gönderen bir bölge olmasıyla dikkat çekiyor. Kürt El Kaidesi’nin merkezi olarak işlev görebilecek bir konuma sahip, Radikal İslamcı örgütlerin medreseler açtığı, öğrenciler yetiştirdiği, Suriye’ye El Kaide saflarında savaşmak için Kürt gençlerinin gönderildiği bir bölgedir. Bugünkü seçim sonuçlarının arka planında bu realitenin bulunduğu görmezlikten gelinmemeli ve kafa yorulmalıdır.

Burada dikkat çekilmesi gereken bazı temel noktalar bulunuyor. Birincisi, devlet adına bölgede seçimlere giren AKP geçmiş yıllara oranla oylarında bir artış gösterdi. Diyarbakır, Hakkâri’de BDP’nin oylarında bir düşüş, tersine AKP’nin oylarında bir artış yaşandı. Ağrı’daki fark birkaç oy olması seçimin iptalini sağladı.  AKP, Kürdistan’da erimedi, tersine geçmişe oranla dengeyi korudu.  Muş ve Urfa gibi merkezleri kazanması önemlidir. BDP’nin Ağrı, Siirt ve Bitlis gibi kazandığı illerde AKP ile başa baş gitmiş olması da ciddi bir tehlike olarak görmek gerekir.

Dikkat çeken önemli noktalardan biri de BDP’nin oylarının genellikle şehir merkezlerinde düşmüş olmasıdır. Bunun temel nedeni pratikleştirilen belediyecilik anlayışından kaynaklanmaktadır. Kürtlerin politik talepleri öncelikli olarak ön plana çıkıyor ve belediyeler de bu alanda önemli bir işlev görüyorlar. Ancak şehir merkezlerinden yaşayan insanların politik talepleri dışında, gündelik yaşamı ilgilendiren devası sosyal ve ekonomik sorunlarını bulunuyor. Bunlara dair çözüm politikaları üretilmezse ve model olarak ortaya konulan icraatlar olmazsa, politik eksenli talepler bir noktadan sonra etkisiz kalacaktır. Örneğin giderek metropol kentleri haline gelen Diyarbakır’ın, Van’ın, Mardin’in şehircilik sorunlarına dair çözüm politikaları yaşama geçirilmezse toplumsal reaksiyon değişebilir. Özellikle şehir merkezlerinde mevcut tablonun değişme potansiyeli taşıdığı asla unutulmaması gerekir.

Kürt Hareketi özellikle Botan bölgesi olarak adlandırılan alanda önemli oranda gücünü koruyor. Ancak bu bölgelerin dışında ve Kürdistan bölgesinin önemli merkezleri olan diğer illerde Kürt siyasal güçlerinin ciddi sorunları olduğu ve kendi toplumsal tabanıyla yeterince buluşmadığını gösteriyor. Adıyaman Erzurum, Urfa, Antep, Maraş Malatya ve Erzincan gibi illerde BDP’nin oy oranı % 6 ile % 0,7 adasında değişiyor. Ayrıca Kilis, Malatya ve Erzincan’da HDP olarak girilmesinin pek bir mantığı bulunmuyor. Kürt hareketinin politik etkisinin Botan bölgesinin dışına çıkartılmaması için devletin çok yönlü politikalar izlediği biliniyor. Bugüne kadar izlediği stratejinin başarılı olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Böylelikle Kürt toplumunda oluşturulan algı Kürdistan denilince akla Botan’ın gelmesidir. Politik ve toplumsal olarak yaratılan ve fiilen kabul gören psikoloji,  Adıyaman, Urfa, Maraş, Malatya, Antep, Erzurum gibi iller Kürdistan coğrafyasına dâhil değildir. Bu bakımdan BDP’nin ve Kürt Hareketinin politik yönelimlerinde mevcut tabloyu dikkate alarak yeni açılımlar ve perspektifler oluşturmalıdır.

Kürdistan’da seçimlere giren diğer iki partiden Hizbullah’ı temsil eden HUDA-PAR  % 0,2 ile 89.655 oy aldı ve HAK-PAR  ise  % 0,1  ile 43.843 ol alabildi. Burada HUDA-PAR’ın gücü asla küçümsenmemelidir ve potansiyeli aldığı oyun çok üstünde olduğu biliniyor. Doğum Kutlu Haftasındaki etkinlikler bize bir fikir verebilir.  HUDA/PAR, Ağrı, Bingöl, Urfa, Muş gibi birçok bölgede AKP’yi destekledi. Almış olduğu 90 bine yakın oyun önemli bir kesiminin bilinçli politik bir tercih yaparak verdiği unutulmamalıdır. Bunun gelecekte ciddi bir potansiyel oluşturacağı hesaplanmalı ve buna uygun politikalar oluşturulmalıdır.

BDP’nin ayrıt edici özelliği kazanılan bütün belediyelerde eş başkanlık sistemine geçmiş olmasıdır. Devletin belirlediği yasalar içinde bir kişi belediye başkanı seçilmesine rağmen yönetim eşbakanlık sistemine göre yürütülecek. Yani eşit yetkilere sahip bir kadın bir erkek iki başkan bulunuyor. Bunu başarılı bir şekilde örnek bir model olarak pratikleştirmeleri,  belediyecilik anlayışı bakımından ciddi bir zihinsel değişime yol açacaktır. Önümüzdeki yıllarda, hem diğer sistem partileri bu modele kaçınılmaz olarak başvuracaklardır, hem de uluslar arası alanda da benimsenen bir model haline gelebilir.

Ayrıca BDP’nin kadınların belediyelerde aktif görev almasına sağlaşan politikası bir ‘kadın zaferi’ olarak tanımlanabilir.  6′sı Diyarbakır ve 3′ü Şırnak olmak üzere BDP’nin kadın adayları 20 ilçede daha resmi olmayan sonuçlara göre Belediye Başkanlığını kazandı. Diyarbakır’ın Lice İlçesi’nde ‘Rezzan Zoğurlu rekor bir oyla sadece Kürdistan’da değil aynı zamanda Türkiye’nin en genç belediye başkan seçildi.

Bütün olanaksızlıklara rağmen BDP’nin elde ettiği sonuçlar önemsenmeli ve ciddiye alınmalıdır. BDP için önemli avantajlar olmasına rağmen, devletin, özellikle ‘barış’ olarak tanımladığı süreci kendi çıkarları için kullandığı ve AKP’nin oylarının artışının bir aracı haline getirdiği de görülmelidir. Bugün ortada olan bir çözüm ve müzakere süreci olmadığı biliniyor.  AKP’nin planı,  bu süreci 2015’teki genel seçimlere yayarak çok daha etkili sonuçlar almaya çalışacaktır.

Ayrıca AKP’nin oy oranlarını esasen koruması ve belli bir düzeyde artış sağlamasının bir başka faktörü de Mesut Barzani’nin Başbakan Erdoğan ile Diyarbakır’a yaptığı ziyarettir. Bu ziyaretin politik anlamı, AKP’nin desteklenmesidir.  Halen aşiret ilişkilerinin politik dengelerde belli bir etkisi olduğu hesaplandığında, Barzani’nin Diyarbakır ziyaretinin seçimlerdeki yansıması küçümsenmemeli ve dikkate alınmalıdır.

Selahattin Demirtaş’ın şu cümleleri önemlidir: “…Bizler eksik kaldığımız düşük oy aldığımız yerel yönetimleri kaybettiğimiz yerler için araştırmamızı yapacağız. Halkın organik bir aklı vardır. Herkesin halkın iradesine saygı göstermesi lazımdır.”

HDP ve Pratikteki Yansıması

HDK’nın kuruluş süreci Türkiye’nin ilerici demokratik güçlerinde önemli bir etki yarattı denebilir. Öyle ki uzun yıllar toplumsal mücadelenin dışında duranlar dahi, bu süreci heyecanla karşıladılar. Kürt hareketine mesafeli duran birçok kurum ve kişi, böylesi bir gelişmeyi olumlu karşıladı ve Kürt hareketiyle yakınlaşmanın ne kadar önemli olduğu görmeye başladı. Türkiye’nin demokratik sivil toplum örgütlerinden, HES’lerden, köylü örgütlerinden, sendika federasyonlarından, öğrencilerden, sanatçılardan, aydınlardan, öğretim görevlilerinden önemli bir destek geldi. Ancak bu heyecan bir süre sonra dağılmaya başladı. Tabandan demokrasi ve örgütlenmeyle yola çıkan HDK’nın özellikle partileşmesi sürecinde ortaya koyduğu değerlerden pratik olarak uzaklaştı. Bunu bilerek yapmadı ama pratik-politik pozisyonu böyle oldu.

HDP’nin partileşmesi esasen toplumsal muhalefeti özellikle tabanda örgütleyerek büyümekti. Ancak daha çok belirli politik partilerin temsilcilerinin örgütlendiği bir yapı haline geldi. Bir bakıma iç iktidar hesapları, kulis ilişkileri bir biçimiyle HDP’nin merkezinde etkin oldu. Tabanda örgütlenme fiilen işlevsizleşti, geniş toplumsal katılımlı örgütlenme yerini giderek dar örgütsel mekanizmalara bıraktı.  Yönetime daha çok kamuoyunda bilinen tanınmış aydınlar, sanatçılar, bilim insanları ve politik partilerin temsilcileri alındı. Parti vitrini ‘tanınmışlarla’ doldurularak etki gücünün artacağı sanıldı. Ama yaşam sokaklarda örgütleniyor, reaksiyon sokaklarda veriliyor. Yönetim dediğiniz organlar, toplumsal tepkiyi sokakta örgütleyemezse, politik gelişmelere anlık tepkiler veremezse kendi işlevini oynamaz ve bürokratik bir yapıya bürünür. Bugün HDP’nin yapısı, toplumsal tabanı olmayan, elitlerin oluşturduğu bir yapıya bürünmüş görünüyor. Bu bakımdan HDP’ye politik reaksiyon değil, kendiliğindencilik yön veriyor.

HDP pratik olarak BDP’yi taklit ediyor ve BDP’nin politik tercihleri HDP’ye yön veriyor. İki bariz örnek önümüzde duruyor. Birincisi Gezi sürecidir. Gezi ayaklanmasının kıvılcımını HDP Milletvekilleri çaktı. Sırrı Süreyya Önder’in başlattığı süreç, Türkiye’yi bir ateş topu gibi sardı. Ateş fitillendi ama HDP bu sürecin bütünüyle gerisine düştü. BDP’nin yapmış olduğu açıklamalar kendisine yön verdi ve etkisiz kalmasını sağladı. BDP’nin belirlediği strateji ve ‘çözüm’ süreci olarak tanımlanan gelişmeler nedeniyle farklı bir politika izleyebilir. Ancak HDP’nin kendisine biçtiği misyon gereği bu sürecin motor gücü olması gerekirken olmadı. Olmak istemedi. İkincisi, 17 Aralık süreciyle AKP’nin rüşvet ve yolsuzlarının ortaya çıkmasıyla, toplumsal tepkiye sokağa dökmesi gerekirken oldukça edilgen ve pasif kaldı. Birkaç sembolik açıklamanın dışında bu düzeydeki ciddi bir sorunu toplumsallaştıramadı. Sessizlik içinde süreci izlemekle yetindi.

Bu iki bariz örnek, HDP’nin bağımsız politik bir çizgiye sahip olmadığını, toplumsal muhalefeti sokakta örgütleyemediğini, elit yöneticilerin politik havayı koklayıp ona göre politik reaksiyon gösteremediğini, kurumsal bir parti haline gelemediğini ve daha çok bir koalisyon grubu olarak kaldığını ortaya koyuyor. Böyle olunca da, HDK’nin ilk dönemlerde yarattığı politik etki ve heyecan bir süre sonra etkisizleşti.

İstanbul’da ortaya çıkan seçim sonuçları mevcut politik tablonun okunması bakımından bize bir fikir verebilir. HDP 40 ilde, toplamda 244 il merkezi ve ilçesinde seçime girmesine rağmen İstanbul Türkiye’nin aynasıdır. Bu bakımdan İstanbul’a bakmak fikir oluşturmak bakımından yeterlidir.

İlçeler2009/BDP2014/HDPİlçeler2009/BDP2014/HDPAdalar—3,73  Fatih’te 4,0  4.8.Arnavutköy 11,811,5Gaziosmanpaşa4,44.9Ataşehir 2,92,6Güngören 5,5 5.8Avcılar  3,1 3.9  Kadıköy —1.8Bağcılar 9,2 9.3Kağıthane 3,8 3.7Bahçelievler 5,8  6.0 Kartal3,12.9Bakırköy2,3 2.10 K.Çekmece 6,0 6.7Başakşehir 9,8 7.2Maltepe 2,1 2.18Bayrampaşa 1,7 1.9 Pendik 2,7 3.2Beşiktaş — 1.8  Sancaktepe 9,0 7.3Beykoz1,31.8 Sarıyer 1,5 1.6Beylikdüzü 1,8 2.6 Şile — 0.7Beyoğlu 6,7  7.21Şişli 2,2  4,0B.Çekmece 0,6 1.7Sultanbeyli 12,2 10.9Çatalca —1.0 Sultangazi 6,9 7.4Çekmeköy 3,6 4.1Tuzla0,2  3.4Esenler 6,5 6.5Ümraniye  3,7 3.5Esenyurt 14,7 9,9Üsküdar 1,5 1.9Eyüp 2,3 2.6Zeytinburnu  7,4  9,0      

 

 

2009 yerel seçimlerine Akın Birdal ile katılan Demokratik Toplum Partisi’nin oy oranı yüzde 4.6, oy sayısı ise 323 bindi. 2011 seçimlerinde ise İstanbul genelinde alınan oy 351 bindi. HDP İstanbul’da resmi olmayan verilere göre 388.152 oy aldı. Oy oranı ise %4.6 oldu.

Burada ortaya çıkan bir kısım sonuçlar

Gezi’de ayaklanmasında AKP’ye karşı oluşan tepkinin HDP’ye değil CHP’ye yöneldiğini gösteriyor.

Sendikaların, Demokratik Sivil Toplum Örgütlerinin, gençlik kurumlarının, farklı sosyal grupların İstanbul’da HDP’ye yönelmediğini ortaya koyuyor.

HDP’nin seçim süresince izlediği tutarsız politikalar, seçim sonuçlarına yansıdı. Önce AKP ile flört yapma, sonra Sarıgül’e göz kırpma, seçmende politik bir tutarsızlık olarak görüldü.

Yerel seçimlerin aynı zamanda illere ve hatta ilçelere göre somut projelerin anlatımı olduğu bilindiği halde, HDP’nin bunu yapmadığı, yapamadığı, Sırrı Süreyya Önder’in sanatçı dilini kullanarak sempati toplamasıyla olmayacağını ve bu yöntemin de bir süre sonra anti-patiye dönüşeceği ortaya çıktı.

Büyük Şehir Adayı olarak İstanbul’da kalmayan ve seçim sürecini takip etmeyen Ankara’da oy kullanmaya giden Önder’i adaylıktaki ciddiyeti ayrıca kendisini tartışmalı duruma getirdi denebilir.

BDP’nin geleneksel oylarını alabilen HDP fiilen bir Kürt Partisi olduğunu göstermiş oldu. 2009-2014 arasında geçen 5 yıllık sürede Kürtlerin İstanbul’daki nüfusunda ciddi bir artış yaşanmasına rağmen seçim sonuçların yansımadığı çok net olarak ortaya çıkmış bulunuyor.

Örneğin Sultanbeyli ilçesinin nüfusunun yaklaşık olarak %70’inin, Arnavutköy ve Esenyurt ilçesinin % 60’ının, Bağcılar, Esenler, Tuzla, Zeytinburnu, Sultançiftliği gibi ilçelerin nüfusunun yaklaşık olarak % 50’sının Kürt olduğu hesaplandığında, geçmişte BDP’nin bugün HDP’nin bu düzeyde düşük oy almasının nedenleri çok yönlü irdelenmesi gerekiyor.  1 milyonun üzerinde Kürt seçmeninin bulunduğu İstanbul’da 1/3 oranın altında oy almış olması başarı olarak değerlendirmek bizi yanlış sonuçlara götürür.

İstanbul’a yerleşen Kürtlerin çok önemli bir kesiminin savaş mağdurları olduğu, devletin baskısı sonunu köylerini terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu biliniyor. Ancak İstanbul’a gelen ve milyonlarla ifade edilen Kürt toplumunun BDP,  HDP’ye veya başka demokratik bir partiye yönelmemelerinin nedeni çok ciddi olarak araştırılmalıdır. Newoz etkinliğine bir milyondan fazla insanın katıldığı dikkate alındığında, bunun seçim sonuçlarına yansımaması oldukta dikkat çekicidir. Öyle ki Kürtlerin nüfus olarak yoğun olduğu ilçelerde AKP’nin oy oranının % 50’ler bandında olması bir tesadüfî değildir. Bunun sosyolojik ve sosyo-politik nedenleri açığa çıkartılmadan ve buna uygun politikalar oluşturmadan İstanbul’daki Kürtlerin toplumsal bir güce dönüştürülmesi son derece zordur. İstanbul bakımından şu söylenebilir, Kürtler daha çok AKP’nin, Aleviler ise CHP’nin toplumsal dinamiğini oluşturdu denebilir.

Öcalan’ın “Yüzde 11 aldığınız zaman sizsiz bir siyasi denklem kurulamaz. Barış ve çözümü çok daha üst aşamaya çıkarmanın önemli bir adımıdır” değerlendirmesinin hayat bulmasının tek bir yolu var: İstanbul’da yüzde 10 barajının aşılmasıdır. Kürdistan’da coğrafik olarak Kürtlerin seçimleri kazanması stratejik önemdedir. Ancak İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Mersin gibi illerinde yaşayan Kürtlerin toplamı, bütün Kürdistan illerinde yaşayanların nerdeyse iki katıdır. İstanbul’da yaşayan Kürtlerin sayısı iki Diyarbakır’dır. Bu bakımdan başta İstanbul’da yaşan Kürtler kazanılmadan ve burada % 10 barajı aşılmadan Türkiye barajı aşılamaz. Bu bakımdan İstanbul stratejik bir merkez olarak seçilmeli ve Diyarbakır nasıl örgütleniyorsa İstanbul’da öyle örgütlenmelidir. Aksi takdirde Öcalan’ın söylemi gerçekleşmez, yaşam bulmaz ve ‘barış ve müzakere’ denen süreç bir üst aşamaya geçmez, Çünkü politik dengeleri güç ilişkileri belirliyor. 

HDP’nin BDP’lileşmesi

İki partinin kendisine biçtiği politik roller dikkate alındığında birleşmeleri isabetli değildir. Politik olarak birbirine yakın olmalarına rağmen, ikisinin programlarında ve hedefledikleri ve örgütlemek istedikleri toplumsal taban bakımından önemli bir farklılık gösteriyor. HDP’nin pratikleştiremediği politikaların önceliği Türkiye toplumunun ekonomik, sosyal ve politik sorunlarıdır. Hedef kitlesi ise daha çok Türkiye toplumunun ezilen, sömürülen sosyal gruplarıdır. Bunu şu aşamada gerçekleştirmemesi eleştiri konusu yapılabilinir ama temel yönelimi budur. BDP’nin işlevi esasen Kürt toplumunun politik ve toplumsal taleplerini günceleştirmesi olarak ön plana çıktı. Her iki partinin belli bir ittifak için kendi işlevlerini devam ettirmeleri önemlidir. Bu bakımdan HDP’nin BDP’lileşmesi  yeni bir güç ve enerji ortaya çıkarmayacaktır tersin ciddi sorunların doğmasına yol açma tehlikesi bulunuyor. Başlı başına inceleme konusu yapılması gereken bu durum hakkında bir-iki noktaya dikkat çekmekle yetineyim.

BDP, HDP’ye katılıyorsa, bu partinin programını doğrudan kabul ettiği ve buna göre bir politika yapacağı anlamına geliyor. Bunun bir başka ifadesi de, BDP’nin politik öncelikleri, örgütlenme tarzı ve mücadele biçimlerinin bütünlüklü olarak değişeceği anlamına gelir. BDP’nin toplumsal işlevi bakımından ‘Türkiyelileşmeye’ çalışması anlamsızdır ve gerçekçi değildir Böylesi bir adım, BDP’nin Kürt sorunu dahi birçok sorundaki bakış açısını ve  Kürdistan’daki yansımasını değiştirmek zorunda kalacağı gibi BDP’de çok kısa vadede olmazsa da, orta vadede bir saflaşma ve bölünme kaçınılmaz hale gelecektir.

HDP’ye sürekli mesafeli durun ve hatta sosyalist olduğu iddiasıyla eleştiriye tabi tutan Altan Tan, Leyla Zana, Sırrı Sakık ve hatta Ahmet Türk gibilerinin temsil ediği politik akım kopacaktır. İçişleri Bakanlığının izin verdiği iddia edilen ve esasen Barzani tarafından kurdurulan Türkiye-Kürdistan Demokratik Partisi’nin resmileşmesiyle yeni bir süreç yaşanacaktır. Böylelikle Kürdistan’da politik ayrışma ve saflaşma yeni bir safhaya gireceği küçümsenmemelidir. Devlet, Kürtlerin politik gücünü bölmek ve parçalamak için bu kozu kullanmaktan tereddüt etmez. BDP’nin politik işlevini HDP’de devam ettirmesine T-KDP yeni bir alternatif olarak kullanılacaktır.

HDP, BDP’den farklı olarak çok fraklı ideolojik-politik eğilimlere sahip örgüt ve kurumlardan oluşuyor. Bir bakıma belli ortak hedefler üzerine bir araya gelmiş bir konsensüs partisidir. Bu durum bazı dezavantajlar oluşturduğu gibi önemli avantajlar da oluşturuyor. BDP’nin HDP ile birleşmesi bu dengeyi bütünüyle bozacaktır ve Kürt Özgürlük Hareketi, politik gücü ve kadrosal yapısı gereği çok ciddi oranda etkili olacaktır. Türkiye devrimci hareketinin bir kısmını temsil eden güçler, pratik olarak bu sürecin dışına düşeceklerdir. Örgütsel bakımdan sınırlı gücü olan bu hareketlerin politik olarak etkisi giderek zayıflayacaktır. Böylesi bir durumun oluşması niyetlerden bağımsız olarak ortaya çıkacaktır.

Örneğin, Kürt Hareketi kendi politik ihtiyaçları ve öncelikleri bakımından AKP veya CHP ile bir uzlaşıya gittiğinde EMEP, ESP, SYKP gibi örgütler büyük bir olasılıkla bu sürecin dışına düşeceklerdir. Bu açık olarak bir bölünmeyi kaçınılmaz kılacaktır.

HDP’ye katılan bir BDP, bu tarzda Türkiyelileşemez. Tersine HDP, BDP’lileşir ve kendisine biçtiği misyonu oynayamaz. Birbirini tamamlayan bu iki partinin aynı kulvarda farklı politik araçlar kullanarak ve örgüt modelleri oluşturarak yürütecekleri mücadele, Kürt ve Türk halkları için daha yararlı ve verimli olacaktır. Özellikle Batı’da politik dengeler değişirse, güçlü bir toplumsal muhalefet oluşursa, birleşme çok daha sarsıcı ve etkileyici sonuçlar doğurur.  Öcalan’ın “yüzde 11 aldığınız zaman sizsiz bir siyasi denklem kurulamaz’ belirlemesi o zaman anlam bulur.

Gokyuzu9@gmail.com

26 Nisan 2014 Cumartesi

Önemli olan zirveye çıkmak değil, her gün bir adım ilerleyebilmektir.

Önemli olan zirveye çıkmak değil, her gün bir adım daha ileriye gidebilmektir. Neyi başardığınızın bir önemi yok, her gün bir adım ilerlemek, yeni şeyler öğrenmek ve gelişmek bizi mutlu eder. Hayat bisiklet sürmeye benzer, pedalı hep çevirmek gerekir, pedalı çevirmeyi bırakırsak düşeriz.İlerlemek kendi içinde zorlukları da meydana getirir ama bizi mutlu eden zorlukları aşmaktır zaten.Kaçımız soyulmuş ayçekirdeği seviyoruz? Ama onu biz çıtlattığımızda, biz soyduğumuzda tadı başka oluyor, çünkü emek harcıyoruz.Bazen tek sorunumuz, sorunları sorun olarak görmemiz. Sorunlar ...

25 Nisan 2014 Cuma

Misak Tunçboyacı yazdı/ Bir 9 bir 5

Bir dolu çizgi bir dolu birbirleri ile birleştirilen harf ve denk geldiğinde son derece manalı çıkarsamalara vesile kelime, hepsinin yekvücut olduğu cümle hayatlarımızın şeceresini ortaya çıkartmaktadır. Düne ait olanlarla, günümüze ve güncelimize denk düşenin, birbirini bulanın asla yadsınmayacak hali vurgusuz, mübalağasız oradadır ortaya çıkan şecerededir. Kelimeleri istediğiniz kadar parlatın ve dilediğiniz gibi dönüştürün, harfleri ekleyin ya da çıkartın netice oradadır hep o aralıktadır. İki satırlık bir yazının arasında, sıkış tepiş kendini göstere gelen hakikatte izi durmaktadır o yaşanmışlığın dökümü yapılanın. Heyhat her şeyin kolayca tüketildiği bir zamanda bazı kelamların, bazı çıkarsamaların ne yenilir ne yutulur ne unutulur ne de atılır olduğunu çözümleyebilmek hiçbir zahmete girmeden söz konusudur ol bahiste.

Hayatın şeceresi işlenirken, bir nizamda buluşturulurken görmek duymak ve bilmek istediğimiz kadar, unuttuğumuz şeyler de gün yüzüne ulaşır eksiksiz bir dakiklikle. Doğrunun, erkânın, devletlûnun beklentisine kendi âli çıkarlarına ve ulvi kutsallarına göre her an güncellenip dönüştürüldüğü menzilde can kırıklarının irili ufaklı parçaları yahut ta arta kalanları tıpkı bir şamar gibi yer edinir o ortaya çıkan şecerede. Görünür olan bir laftan, bir çizgiden bir dolusundan çok daha fazlasıdır. Kendiliğinden ortaya çıkan suret ve vesika özümüzdür çünkü hiç âmâsız ve fakatsız. Cümleler hayatın anlatılamayanları için bir bağdır çıkıştır. Her ne kadar umursanmaz önemsenmez ise de. Birer ikişer düzülen, üleşen, birleşen kelime öbekleri hep sözü arşınlar çünkü birleştikçe. Sözden kastımız gözümüzün önünde olup da farkına hiçbir surette varamadığımız gerçekliğimize, derinlerimizde saklı duran yaralarımıza dokunabilen kesitlerdir. İktidarın bağnazca sündürmesinden çıkartıldığında, tahakkümünden uzaklaştırıldığında söz sıradan olanın derdidir, anlattığı ve yaşadığıdır. Yalın ve çıplak ve hakiki olan sözü duyumsatabilmek iktidarın ipoteğine, tahakkümüne, işitmezliğine rağmen elde kalan yegâne mevziidir. Yinelenip durulanın tözü ortadadır. Yalın anlatımlarda, dolambaçsız dökülenlerdedir. Hiçbir ilaveye veya makyaja, düzenlemeye gerek duyulmayacak kadar sahicidir çünkü atfedilenler.

Birleştikçe uzak bir zamandan göz kırpar, neredeyiz bunu hatırlatır, aklı başa devşirir. Bugünün ülkesinde şecere bir döküm kaydından ötesidir böyle böyle. Yaşayabilmek adına neyin gereksinimiz olduğunu bildirendir. Sual olunanlar, yanıtsız konulanlar kervana düzülenler, yarısında yarı yolda unutulanlar ve hatırlananlar bir döngüden çok daha fazlasıdır bu sathı mahalde. Bütün o çizgiler, işaretler, göstergeler, tahliller, suretler ve detaylar hepsi bir bütün, bir arada yeknesak makamın ezberlerini alaşağı etmektedir. Sual, söz ve sorgu bu şecere dökümünün nirengi noktasıdır. Yaşayabilmenin basit kurallara uyarak değil, handiyse yedi yirmi dört, gözetim altında her şeye eyvallah, gelene ağam, gidene paşam çekerek uyumlu birey olmanın gereklerini uyurken bile yerine getirmek olduğu meydandadır. Yıllar geçtikçe tıpkı bir gölge gibi peşimizi izleye duran bu kurgu hayatımızın her anında hatırda tutulası deneyime evirilir; -kaçış yok, çıkış yok, son yok, yeteri yoktur.

Bilfiil ne olunması, nasıl davranılması gerekiyorsa buna dair kelamlar birbiri ardına eklenir ekranlardan oradan ve buradan. Onu dersen bunlardan şunu dersen şunlardan ama illa ki kırmızıçizgilere dokunan, dokunduğun çizgiler yüzünden hesap kitaba çekilebilecek olduğun yinelenir en tehditkâr seslendirme ile beraber. Kelam bakarsınız ki zulmün habercisi olur. Şecereyi ortaya çıkartan dönüşümünü anlamlandıran böylesi üst üste bindirilen tahakküm nüveleridir. Kim olduğunuz veya kimlerden olduğunuz, neye inandığınız, nasıl yaşadığınız neden yaftalara karşı ses çıkarttığınız o birikenlerde saklıdır. Anlam pekiştikçe ister uzun, ister kısa cümle gerçeği işleme devam eder. Şecere bir yandan çizilirken, oluşturulurken bahsedilmesi gereken kendiliğinden çatlağından sızmaya devam eder! Kıyam anlatılmaz bu yüzden hiçbir şansı yoktur izahatların vurguların. Değerli sözcüklerle, erkin tahakkümüne yem edilmiş olanların karşılaşması hiçbir beis de denk gelmeyecek, tam anlatılamayacak olandır çünkü. Yaşayanın bir de ardında kalanların bildiklerinden gayrisi; teferruattır lafı güzaftan başkası değildir.

Kıyamın her ne olduğunun idraki ancak onu görenlerin zihinlerinde saklıdır çünkü. Dilden dile dolaşanların, akıldan akıla, nesilden nesile iliştirilenlerin denkliği belli bir karşılığı söz konusu bile edilmez gören gözlerin yanında, güvercin tedirginliğini ilk defa yaşayanların hatıratından başkasında. Yurda olan özlemin kendisidir, istenilse de bir türlü varılamayacak olandır. Silinmiştir artık, hiçbir hatırlatıcı unsur bırakılmamıştır çünkü zapturapt her şeyin üstündedir ve o hatıratlar ve cümleler bile isteye yok edilmiştir. Tek bir iz bırakılmamacasına müesses yapı müseccel nizam, milli mutabakat adına her ne buyurursanız o bu karanlığı ilmik ilmik örmüştür. Bu yerin bu yurdun göğünü karanlığa rehin etmiştir. Sebastia dümdüz edilirken, Hajen ıssızlaştırılmış, Zeytun’dan hınç alınmıştır. Wan’dan kafileler yola çıkartılırken, Dikranagerd’de katara Süryaniler’de eklenmiştir adı sonradan Seyfo olacak o sefere! Son sefere, ölüme gönderilmiştir.

Yevtogia’da ölüm cellâtlarla kol gezerken, Gesaria’da nüfus hepten sıfırlanmış, Kağadia’dan göç yollarına çıkartılırken, yeni evlerine diye yollandıkları yolculuklarında kısa zamanda ölümün kıyısına varılmıştır. Sasun Trabzon Erzerum ve Kharpet yerleşimlerinin 1894 ile 1896 yılları arasında tanık olduğu, yıllar sonra 1909′da Adana’daki küçük kıyametin şoku, endişesi, Hamidiye Alayları ile yapılanlar bir sonun başlangıcıydı, ancak bu kadar yakını beklenmiyordu. Bunca kolay silinmek sindirilemiyordu, bunca bağlılık, bir o kadar aidiyet, Osmanlı çatısı altında yaşayan halklar için Anayasa yazım süreçleri, taslaklar, vekillikler, valilikler, konsüllükler, gazetecilik vs varken olunmuşken milletin dostuyken, öylesi bildirilmişken bu da neyin nesiydi? Bu büyük felaket neyin bedeliydi, diyeti. Kırım için ne yapılmıştı ki bunların hepsi reva görülmüş, sistematik bir biçimde yıkıma, kıyama varılmıştı.

Toplumsal dinamiklerin tarumar edilmesi, hoyratça yok sayılması, her şeyin nihai surette cehennemle buluşturulmasının sorgusu yankılanıyordu, gören gözlerden. Yaşayıp da o günleri hatıratlarından bir an olsun hiç çıkartmayanların dilinden dökülüyordu hece hece. Zamane şartlarında, bir süngünün saman balyaları arasındaki dört yahut beş yaşındaki bir kız çocuğuna değme ihtimalinden daha kötü ne olabilirdi ki!. Neredeyse tüm tanışların birer ikişer kayıplara karıştığını bilen, gören bir küçük çocuğun burayı nasıl olsa yoklamazlar diye düşündüğü, evet o küçücük yaşta akıl ettiği samanlıkta iğne ile kuyu kazımaktan kaçış o askerlerin elinden, devletten kurtuluş mümkün müydü? Nedendi bunca sinkaf ve ağza alınmayacak hakaretler? Ne için annesi, babası, abisi, ablası, dedesi, köyün akıllısı, delisi dâhil tüm tanıdıkları yok oluyorlardı. Sessizce değil çığlık çığlığa, hırgürle bir o yana bir bu yana kaçışıyorlardı bu insanlar. Sonra yok oluyorlardı nasıl? O saman balyasının sözüm ona korunaklılığında hiçbirisi diğerinden ayrıştırılamayacak şeyleri düşündüğünü, neden sorusunu küçükten beri yetişkin gibi davrandığını söyleyen büyüklerinin akıbetleri fecaatleri konusunda nasıl kendini avuttuğunu anlatıp duran bir koca kadından hatırlanandı heyhat arta kalanlar. Dökülüyordu konuştukça.

Kim bilir nasıl kurtulmuştu, nasıl yerle bir edilen o samanlıktan sağ çıkabilmişti? Her şey, sis perdesinin ardında, bir de tanıklığının dehlizlerinde saklıydı işte o koca kadının. Biri ya da birileri için kısadan kestirme bir masal gibi gelenler onun hayatına, ailesini bulabilme gailesi için bir dayanaktı. Yaşanacaktı da, uzunca bir süre hep ümit ederek. Ailesinin tek kalanı olduğunu öğrendiğinde kılıç artıklarının birbirlerini bulduğu isimsiz bir köyde bir başına tüm dünyası başına geçmişti. Her şeyini alan hayata, yeniden başlayabilecek dermanı bulabilmenin yollarını arayacaktı. Anlatmadan, susarak, hep daha çok didinerek, emeğini bir parça ekmeğini kimselere muhtaç olmadan, ailesinin efradının herkesinin, küçük köyündeki insanları bir an olsun unutmadan çoluk çocuğa karışacaktı. Bugünler o bir dokuz bir beş’in yan yana gelmesinin vahametinden sağ çıkanların sözü ile yaşanabiliyor bizim gibiler için. Her dakikasında, soluk aldığın her saniye sürülme yok edilme öldürülme korkusuna gebe o kapının da bir gün çalınacağını düşünerek geçiriliyor işte.

Bir dokuz bir beş nümerik bir dizilim değil hayatta her nereye konumlandırıldığımızın eksiği gediği olmayan suretidir. Özet geçilen değildir doksan dokuz yıllık onun öncesinden yirmi bir sene evvelinden Kilikya’nın yok edilenin üst üste birikintisidir, üzerimize çökenin yekunudur. Bir dokuz bir beş ne bir sayfiye, bir mesken yahut ta bir köy değildir tek başına sadece, Cercle D’Orient’daki Yahuda İskariyot(!) sahnesi değil, Tatavla, Pera, uzak diyarın Sasun ve Dikranagerd’dir. Hepsidir hepsi birdendir. Bir dokuz bir beş yan yana geldiğinde Haydarpaşa’dan hareket ederken heybesinde! düşünürleri, gazetecileri, yazarları, avukatları, din adamları, vekilleri, bir halkın beynini, fikrini derdest eden katarın kendisidir. Uzun bir süre sonra Auschwitz’e yol alan benzerleri gibi. Bir dokuz bir beş deportizasyonun, muhacirliğin lâmekânın bu topraklardaki başlangıcıdır. Haymatlosluğun kendi yurdunda yüzüne karşı hiç ara verilmeksizin, şüpheye düşülmeksizin dillendirilmesidir.

Bir dokuz bir beş, bir nisan ayı ve günlerden yirmi dört ülke dediğinin, devleti âlinin her neyin üzerinden yükseldiğini hatıra düşürendir; -Kan. Dökülen kanla hamuru karılan yıllar geçtikçe sıradanlaştırılmaya bir tedbir kararının nasıl zıvanadan çıktığına şaşıldığı söylenip durulan, sonra giderek, belki bilerek inkârın zeminin oluşturulduğu, yükseltildiği, bize ve bu yurda çok çektirdiler bahsinin dillendirildiği bir meseledir, onlar hiç anlamazsa da yaramızdır. Görmemeye devam etseler de ortak yaşam iradesinin bu ülke dediğimiz sahanlıktaki ilk talanıdır, boşa çıkartılışı ve heder edilişidir. Bir dokuz bir beş, Ermenilerin Medz Yegheren’i, Süryanileri Seyfo’su, Pontus Rumlarının karanlığa terk edilişidir. Bütün bunlardan bahsedilmesinin bile korkutulmaya kâfi getirildiği mesel ve derttir. Bir dokuz bir beş, Trakya pogromu, Dersim Tertelesi, Sivas ve Çorum ve Maraş kıyamları, Roboski’de kaçağa gittiklerinden dem vurulan halkın! bile isteye bombalanmasıdır.

Bir dokuz bir beş, bir yerlerde sorgulayanların istediği için değil, ya o ya bu ne dersiniz nasıl düşünürsüz diye soranların gönlü rahat olsun diye değil, Nijer, Rwanda gibi, Somali gibi, Bosna’dır, Gazze’dir, Xocali’dir, Sumgayit’tir. Taş taş üstünde bırakılmayan Zilan’dır, Xalepçe’dir. Bir dokuz bir beş insanı insana kırdırınca, yerini yurdunu talan ettikçe, milli! olan sermayeye eklendikçe, söz geçirilebilirliğin makamının kalıcılaştırıldığının sanılmasıdır. Bir dokuz bir beş öncesinde tasavvur edilenler sonrasında olanlar ile asimilasyon sürencinin filizlendirildiği bir meseledir. İnatla yaşamak isteyenler için, altı-yedi eylüllerin devreye konulduğu, yirmi dolar yirmi kilo’nun hayata geçirildiği bir tarihtir. İbadethanelerin millileştirilmesi kâfi gelince, ahır’dan, spor salonuna, alış veriş merkezine ya da kişilere tahsis edilen mülklere dönüştürülmesi gibi bir dolu garabetliktir. Evrak-ı Metruke’de yazılı duranların hiçbir türlü layığıyla ve tam olarak bilinememesidir. Yukarıda andığımız canın köyünden geriye kocaman bir boşluğun kalmasıdır, bir yanı otoban!. Unutturmanın hemen her türlüsünün müesses nizamda denetildiği, yok etmenin sadece isimlerden değil, yer adlarından değil, varlıklarını komple silmek için çabaların ardı arkası kesilmediğinin aynalayıcısıdır.

Yıllar geçse de affedersiniz Ermeni, Rum olarak çıka gelendir!. Şecerem tertemiz, öz be öz has be has Türklük ispatına girişilmesinin nedenlerindendir. Tek boyutlu bir yok ediş çabası değildir nizamlı, intizamlı ve zamana yayılmış bir tüketiştir insanlığı tüketiş, yok ediş ve sıfırlayıştır bir dokuz bir beş. Kirkor Zohrab, Siamanto, Rupen Sevag kadar Paramaz’dır (Matteos Sarkisyan), Hrant Dink’tir, Sevag Şahin Balıkçı’dır, Maritsa Küçük’tür. Komitas Vartabed’in yüreğe işleyen çığlığı ve çıldırıştır. Sararmış solmuş resmin arkasındaki, izleri yok olmaya yüz tutan harfler bir sürgünün ucunda hayata tutunmaktır. Derik’te son kalan iki Ermeni’dir. Bugünün Amed’inde yirmi hane ve İstanbul merkezli sayısı hep muallâkta nar taneleridir. Her yerde ve her anlamda buraya ait olanlardır. Buranın derdidir anlatılması, yüzleşilmesi soluk almak için gerekli olandır gereksinimizdir.

Bir dokuz bir beş neredeyse çok yakın zamana kadar, çabalananlar, ses edenler olmazsa hiç konuşulamayan, bilinmeyen Müslüman Ermeniler demektir. Bir dokuz bir beş dört duvarın arasında sıkışık kalmış, hayatına devam etmek, inancını yaşamak için, kalmak için bu topraklarda namazında niyazında olanların gavur! bellenmesinin izinde görünen gölgedir. Bir dokuz bir beş bugün halen süre giden o soy kodu uygulamasıdır hiçbir beise yer bırakmaksızın. Birler, ikiler, üçler dörtler ve beşler beşer şaşar olmayansa devlettir o bahiste etiketi daha en başında alınlarının ortasına, nüfus kayıtlarının saklı gizli şifreli sütunlarına evlerinin kapılarına, mezarlarının bir yamacına yöresine iliştirilen hesaplı kitaplı korkutmalar bir gece ansızın gelebilirizler demektir. Şakasıysa hiç olmayandır. Haddizatında heyula ile vardır yoktur bahsine siyah, beyaz kadar sıkıştırılmışken bunca çok düşünülesidir üzerine upuzun.

Bir dokuz bir beş.. yan yana geldiğinde bin dokuz yüz on beş.. doksan dokuz yıl.. binlerce söz anlatması, denk getirmesi sancılı, yüreği yakan, dimağı hep acıya gark ettirendir. Unutulmayacak olandır işte kısadan tüm saya durduklarımız gibi. Yaşamak direnmektir hep bu sathı mahalde, bunun hatırlatandır biteviye. Birbirimizden ayrı görünsek de birbirimizden farklıymışız gibi değerlendirilsek de berxwedan jiyane ile abrilı timatrutyun’e kadar birbirlerinin içerisindedir yaşamak direnmektir. Laf olsun diye değil, bir daha asla diyebilmek için birlikteliğimizin tam tanımlayıcısıdır direnmek. İşitir misiniz?

 

Kanal D, Doktorum programında sigarayı bırakmanın yollarını anlatacağım.

25 Nisan Cuma günü, Doktorum programında sigarayı bırakmanın yollarını anlatacağım.Neden sigara içiyoruz?Nasıl sigarayı bırakıyoruz?NEDEN SİGARA İÇİYORUZ?Sigara içmemizin iki nedeni var;1) Bilinçaltı kalıplar; Doğduğumuzdan itibaren çevremizden, anne-babamızdan, sinemadan, televizyondan gelen sigara ile ilgili mesajlar, yönlendirmeler bilinçaltımızda sigaranın anlamanı şekillendiriyor. ‘Sigara rahatlatır’, ‘Sigara içen seksidir’, ‘Sigara benim dostumdur’, ‘Sigara can sıkıntımı alır’ gibi kalıplar oluşturuyor. Özellikle 18 yaşımıza kadar bilinçaltımız çevreden gelen mesajlara daha açık bir halde olduğu için, bu mesajları gerçekmiş gibi işliyor ve farkında olmadan ...

24 Nisan 2014 Perşembe

Senin gönlün değişirse, dünya değişir

Şems-i Tebrizi demiş ki; ‘Senin gönlün değişirse, dünya değişir.’Düşüncelerimiz değiştiğinde bir süre sonra davranışlarımız değişmeye başlıyor. Davranışlarımız diğer insanların davranışlarını etkiliyor, onların davranışları da başkalarının davranışlarını etkiliyor..Bu yüzden inanıyorum ki, dünyayı değiştirmek isteyen kişi ilk önce kendini değiştirmeli, sonrası zaten gelecektir…İyi akşamlar,Hakan. (function(d, s, id) { var js, fjs = d.getElementsByTagName(s)[0]; if (d.getElementById(id)) return; js = d.createElement(s); js.id = id; js.src = "//connect.facebook.net/tr_TR/all.js#xfbml=1"; fjs.parentNode.insertBefore(js, fjs); }(document, 'script', 'facebook-jssdk'));Hakan Mengüç'den Gönderi

22 Nisan 2014 Salı

Plasebo Uykusu

Plasebo farmakolojik olarak etkisiz, fakat telkine dayalı ve plasebo etkisi olarak da bilinen tedavi etkisini ortaya çıkaran bir tür ilaçtır. Vücuda ağız, burun veya enjeksiyonyolu ile verilebilir.Aslında plasebonun fiziksel anlamda tedaviye yönelik bir gücü yoktur. Sahip olduğu tedavi gücünü tamamen hastanın verilen ilacın “işe yarayacak” ilaç olduğunu düşünmesinden alır. Plasebo tıbbın bilimsel olarak açıklayamadığı bir yöne “insanların istemeleri halinde kendi kendilerini iyileştirme gücü”ne yöneliktir.Plasebo uyku alışkanlıkları üzerinde de denenmiş. (Orjinal kaynak yazının sonundadır.)Yapılan bu deneyde beyin dalgalarını ölçen (oysa aslında hiçbir işe yaramayan) aletler bağlanan denekler uyandıktan sonra az uyumasına rağmen, ...

21 Nisan 2014 Pazartesi

Adayımız Reza…/Ruhi Uzunhasanoğlu

Memleketin temel gündemlerinden biri  ; Cumhurbaşkanı kim olacak ?Gül bırakacak mı , Erdoğan köşke çıkacak mı ?…Bir çok bakımdan dünya sıralamasında gerilerde olabiliriz ancak gündem zenginliğinde açık ara önde olduğumuz kesin.Abartmış olmayalım ama  kimi zaman on dakika Twitter’a bakmadığımızda “A neler olmuş,kaçırmışım” duygusu kalıcı telaş haline geldi.Ne varki,Kan ter içindeki yakalanmaya çalışılan gündem varken Çankaya kim oturacak  gibi önemli bir mesele   tiyatro oyununda  ilk epizotta görülen silahın ne zaman patlayacağı gerilimine dönüştürüldü.…A.Gül başından bu yana hep karnından konuşuyor.Ne dediğini anlamak için Enigma şifresine baş vurulsa yeridir.Erdoğanın bu mesele için aklında kırk tilki dolaşıyor.Hepsinin kuyruğu birbirine değiyor,boşa koyuyor dolmuyor,doluya koyuyor almıyor.…En son ne dedi A.Gül ; Gelecekle ilgili siyasi planım yok.Şunun şurasında bir kaç ay sonra makamının belirleneceği seçim var A.Gül hala gizemli cümlelere devam ediyor.Erdoğan ise istişare masalı  anlatıyor. Milletvekilleri,parti kurullarında konu değerlendiriliyormuş.Bu ikili kendi arasında Çankaya saklambacı oynamaya devam  ederken  halkın ne düşündüğünün önemi  var mı ?Kesin cümle ;YOK.Çünki,Son seçimde de görüldüğü gibi bütün rezaletlere,hırsızlığa,yolsuzluğa,tepe üstü çakılan dış politikaya,baskıya,ölen gencecik çocuklara rağmen yine de büyük çoğunluk iktidara destek verdi.Bu durumda “Bir oy nedir ki”…Dünyanın en çok yurtdışı gezisi yapan başbakanına sahibiz.Yedi iklim  ,dört mevsim, beş kıta durmadan,dinlenmeden  geziyor.Anlaşmalar yapıyor,sözleşmeler imzalıyor.Bütün müteşebbislerin iştahını kabartacak olanaklar sunuyor...Bir kez daha dinleyin Başbakanın her hangi bir konuşmasını.Mutlaka milyon,milyar  dolarlardan söz ettiğini duyacaksınız.Milli gelirimiz şu kadardı , bu kadar bin dolara çıktı.Şu kadar milyar dolarlık yol yaptık,baraj yaptık,kanal yaptık.Çok milyar dolarlık projeler başlattık.Bu sözleri dinleyen halk bu dolarlarla dolu konuşmalardan ne anlıyor acaba ?Boğaziçi Ünivertesi işletme mezunu bir şey anlıyorsa biz de anlamış gibi yapabiliriz.…Getirin paranızı ey bil cümle Körfez,Amerikan,Avrupa,Japon ve bütün sermaye sahipleri.Bu ülke derya deniz. Siz gösterin istediğiniz yere imar,istediğiniz yeşil alan inşaat,işte dünya güzeli boğaz,şu manzara bakın buraya bir plaza yapın.Kanal yapın,otoyol yapın.Karadeniz dereleri HES için emrinizde.Canım İstanbul’umun rengi dönmüş gri’ye.Bize sıcak para lazım.Sıcak,gevrek,taze para.Memleket taş olmuş,toprak olmuş,yanmış kavrulmuş.Ağaca , ormana hasret kalmış,derelerimiz kurumuş,kimin umurunda.Getirin paraları..Acele edin.…İşte bu gelen paraların çoğunu iktidar sahipleri ve çevresindekiler çalıyor.Sıfırlanamayan paralar buradan geliyor.Ve bu hayasızca düzen sürsün diye sıcak paralardan düşen “susam”lar dolaylı ve doğrudan  yoksullara dağıtılıyor.…Yeni bir insan tipi yaratıldı.Bu insanlar bir yandan alabildiğine dindarlar.Ancak merhamet duyguları yok oldu.Mısırda ölenlere üzüldüklerini sandılar.Sandılar çünki ,  yanıbaşlarında öldürülen bir çocuğun annesine “yuh” çekebildiler.Verilen “yardım”ların iktidar giderse kesilebileceği korkusuyla vicdanlarını,adalet duygularını kaybettiler.Soyguna,yolsuzluğa “günah işleme özgürlüğü “icat ettiler.Bakın bu insan kalabalıklarına.Evlerinden servisle alınıp,kumanyası hazır edilip,hatta harçlık verilmezse tek bir mitinge , gösteriye gitmiyorlar.“Çalıyorlar ama çalışıyorlar” gibi bir ucube tasvir neredeyse Atasözümüz oldu.…Ne demiş bize çok para getiren genç iş adamımız R.Zarrap “200 ton altın ihraç edip Türkiye’ye 25 milyar TL gelir sağladım. Cari açığın  yüzde 15′ini ben kapattım”Madem öyle..Cumhurbaşkanı adayımız Reza  olsun.

Hayatınızdaki en büyük engel nedir?

Bazı hedefleriniz var ve bunları gerçekleştiremiyorsunuz? Neden?- Param yok,- Zamanım yok,- Yaşım müsait değil,- Birileri bana destek olmuyor…Dedikleriniz doğru fakat başarılı olmak zaten bu tür engelleri aşabilip hedefe ulaşmaktır. Engellere takılıp kaldıysanız bu yazıma mutlaka bakın.Şunu söylemek istiyorum, ben de bir çok kez başarısız oldum, hala yıllardır yapmak isteyip de yapamadığım projelerim var. Bunlar için hala uğraşıyorum, her yolu deniyorum. Bugüne kadar denediğim yollar beni istediğim sonuca götürmedi ama farklı yollar deneyip hedefimi gerçekleştirmeye ...

19 Nisan 2014 Cumartesi

Duygularımız bir anda değişebilir

Bakış AçısıTüm sorunların kaynağı düşünce biçimimiz ve bakış açımızdadır ama ne iyi ki düşünceler hızla değiştirilebilir. Bir örnek verirsek, trafikte araba kullanırken aniden arkadan ısrarlı korna seslerini duyduğunuzu, bir anda öfkelendiğinizi, ‘Bu adamlar niye korna çalıyor?!’ dediğinizi varsayalım. Korna çalınmaya devam ettikçe daha fazla öfkelenirsiniz. Ama bir an arkaya bakıp onun sizin dikkatinizi çekmeye çalışan arkadaşınız veya ailenizden biri olduğunu gördüğünüzde bütün sinir, öfke bir anda kaybolur. İşte bu değişim insan beyninin yapabildiği en hızlı işlerde biridir.Acıdan ...

17 Nisan 2014 Perşembe

Misak Tunçboyacı/ Unutulanlar, Hatırlananlar

“Savaşları karıncalar da yapar, devletleri arılar da kurar, servet ve zenginliğe hamsterlarda da rastlanır. Ama senin ruhunun izleyeceği yol başkadır, ruhunun hakkı yendi de onun zarar görmesi pahasına başarılara kavuşacak oldun mu, mutluluk çiçeklerini asla koklayamazsın. Çünkü ‘mutluluk’ denen şeyi ancak ruh duyumsayabilir, ne akıl, ne karın, ne kafa ne de para cüzdanı…” (Herman HESSE – Öldürmeyeceksin)

 

Doğru diye bildirilen, hakikatin o olduğu zikredilenin, yalansız dolansız olduğu zikredilip bir türlü görünümün berraklaştırılamadığı söylemlerin güncelliğine her ne yana dönerseniz, her ne fikirde olursanız olun her duruma karşı söz hakkınızın bulunduğu aklınızın kıyısında canlı dursa da burasının Türkiye olduğunu hatırlatan öğelerle karşılaşmanız mümkündür. Tepkimelerin belirli bir düzenekte burasının neresi olduğunu asla eksiltmeden, üzerine tek bir söz bile ilave etmeden gösteregeldiği bir yurt tahlili ile baş başa kalınır. Mümkünatsız olduğu zikredilenleri benzerleri dünyanın hemen her yerinde olduğu, bulunduğu söylenip durulan şeylerin nasıl bu ülkeye mahsus olduğunu anlamlandıracak karşılıklardır değinmeye çalıştığımız. Biteviye bir tekrar döngüsünde, ancak dikkatle bakıldığında normal olmayan şeylerin düzgün, derli toplu ve olması gerektiği gibi tavırlarıyla karşılanmasıdır anlatmaya çalıştığımız. Kendine özgün bir ülkenin, lafta değil hakikatte özgür, tahayyüllerin önünün bağnazca müdahaleler, başta kimilerince ‘anlamlı’ gelse de neden sonra unutturulmaya çalışılan ket, engellemelerin vuku bulabildiği, sıradan sayılabildiği bir ülkedir burası. Kimilerinin referandum döneminde hayatımızın hatalarından birisini yapmıştık işte diye geçiştirebildikleri bununla temize çıkıp günü kurtulabileceklerini, aynı su altına bir kez daha girmeye gayret ettikleri bir ülkedir burası. Tutturulup gidilen sandık bahsinin bile hokus pokus hızlılığında perde arkasında dönüştürüldüğü bir tabi iradenin pardon devletlunun beklentisi doğrultusunda düzeltildiği, bu yapılamıyorsa provokasyonun taşeronluğunun devreye sokulduğu seçimlerden çok bu hak gasplarının konuşulduğu, tartışıldığı nihayetinde de her şeyin sonuçsuzluğa mahkum edildiği bir portreden okuyabilmek mümkündür bu ülke bahsini.

 

Her şey normalleştirilirken, şeffaflaştırılırken, bu dile getirilirken sade ve sadece oy verilen sandık kutularını ve ele sürmekten artık vazgeçilen boyalardır normale çekilen gerisi bildiğiniz tiyatronun kendisidir. Madrabazlığın, hilelerin çoktandır olağan addedildiği, “Ne var yani siz de iktidar olsanız sonuna kadar  bu özel imkanları değerlendirirdiniz” cümlesinin kurulabildiği bir yerdir bu bahis en başından bu yana değindiğimiz ülke ve onun hakikati. Bilmiyoruz kaçıncı kezdir ama asla aslında son olmadığından emin olduğumuz yapılandırma, düzenleme, dönüşüm ve yenilik kelimelerinin hem içeriklerinin boşaltıldığı, hem de yapılanlarla bunları tarumar düzeninde kalkan edildiği, bellendiği bir ülke hayaldir şimdi ise otuz iki kısım tekmili birden gerçek! Muktedir tekleştikçe, her şeyi bir tane ve yegâne değişmez, kural gibi olarak zikrettikçe, uyguladıkça gerçeklik burada değindiğimizin sağlamasını yapmaktadır. Sağlama alınan, doksan yıllık ezberlerinin tozunun bile kaldırılmadan yinelenmesidir. Sağlama alınan her şeyle yüzleşiyoruz bahsinin nasıl bir kandırmaca olduğunun ifşasıdır. Biçimsiz, şemailsiz yekten yargılayan, ikinci bir seçenek, üçüncü bir önermeye daha en başından tüm duyargaları kapalı demokrasinin ilerisi böyle böyle yükseltilir. Sadece düne aitmiş gibi görünen nice vesikayı birbirine eklediğimizde ortaya çıkan suretle beraber tüm bu yekpareliği teyit edebilmek mümkündür. Asıl olan bu hallere konulduğumuz, bunca hoyratça terk edilişimiz ve gözden çıkartılmış olmamızdır.

 

İktidar denilen mefhumun karşısında nümerik sayılar dışında, vergi vermesi zorunlu sayılar tabi bir de oy zamanı hatırlanan kimlikler olmanın ötesinde varlığımızdan çok yokluğumuz üzerinden yükselen bir yerdir burası, bu ülke. Vahamet hep bu ağır ve yaftalara ev sahibi, genellendirmelere haiz olan cümlelerin altındadır. Vahamet kendimizi korunaklı hissettiğimiz menzilin böyle varsaydığımız dört duvarların bile yıkılmış olmasıdır. Yerle yeksan edilen sınırlı güvenceliliğimizdir. Yıkılmayan son duvarlar da gizlimiz, saklımız olduğu için değil nasıl bir pespayelikle hemhal olduğumuzu özetleyecektir. Kral çıplakken, bunca eğrilik meydandayken halen uğraşılan, hedefe konulanların değişmediğini gösterendir “yıkılan duvarlar” mecazı. Yoksunlaştırılan, yok sayılan hiç edilenin tam da üzerine basılıp durulan burası Türkiye yok öyle söylemi ile bağdaştığını da kaydetmeliyiz. Vuku bulan şeylerin, hep rastlantısal öylesine beyhude ve kendiliğinden olmadığı afakî bir biçimde gerçeğe dönüşmektedir. Sinop’ta ağaç kıyımının pervasızlığı iki yüz otuz beş bin ağaç gibi felaketin boyutunu meydana uluorta bırakan sayıdan bile bulunabilir. Bir hidroelektrik santrali kaç doğa kıyamıdır sorusundan önce medeniyet düşmanları gelişmemizi istemiyorlar sayıklamasında burasının her neresi olduğunu anlayabilirsiniz. Tıpkı Dicle nehri üzerine yapılmak istenen üç adet hidroelektrik santrali için Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’nun onayın neredeyse jet hızıyla geçmesinden fark edebilirsiniz burası her neresidir. Dönüşüm ve devinim veya yenilik yok ederek, izleri kayıp ettirerek en önemlisi kendi neslimizin tapulu malı olmamasına rağmen doğaya kastederek şekillendirilen bir heyuladır. Sorgulamak ya da itiraz etmek bu noktada hainlik denilenlerin seslendirilmesine yeter de artar bir kez daha. Hali hazırda yapımı süren üçüncü köprünün hemen her gün Kuzey Ormanlarını biraz daha, biraz daha eksilttiğini gördüğümüzde asıl bahsin her ne olması gerektiği anlaşılacaktır. Hainlikten ziyade, geleceğin ranta ve aslında hiçbir halta yaramayacak bir köprüye koca kentin ciğerlerini emanet ya da rehin değil katledilmesidir karşılaştığımız. Bilgi yumağında enikonu her şeyin çözümlenmesine ihtiyaç duyulmayacak bir biçimde ortalığa serili olan gerçek kendini tanımlandırmaya devam etmektedir. Halin perişanlığını ortaya döken az biraz da budur. Bu ülke bahsinin büyüklenmesinde nelere sahip çıkıldığı nasıl vatan millet sakarya nüvesi üzerinden ya yanımızdasınızdır, ya karşımızda vurgusu ve ikilemleriyle her şeyin saçma sapan bir sığlığa hapsedildiği anlaşılacaktır. Burasının neresi olduğu artık aleniyete kavuşmaktadır sonsuz tekrarlarda.

 

Kent suçlarının hanesine her gün bir başka halka eklentilenirken, hazır seçimlerde geçmişken, geçip gitmişken asıl mesele olan insanlık suçları bahsinde bu felaket gidişat, bu obez iştah biteviye güncellenmeye devam edilmektedir. Handiyse en başından bu yana devletçe taraf olunduğu ilan olunan Suriye savaşında kargaşayı diri tutup insanların canlarının kaybolmasına müsamaha gösterilen bir tavır ile karşılaştığımızdır. Sınır kapılarımızın delik deşikliği, hasbelkader kayıt altındayken yeri geldiğinde mangalda kül bırakılmayan vatan sınırlarının bizatihi her şeyin, kayıttayken göz önünde gerçekleştirilmesi Kessab gibi kentlerin boşaltılıp tahrip edilmesi yanında ve yöresindeki yerleşimlerde yaşayanların ölümle tehdit edilmeleri hemen her şeyi meydana sermektedir. Ermeni nüfus göç ettirilirken alelacele Lazkiye’ye aralarından yaşlı yirmi birinin de Samandağı’na getirilmesi ile sözüm ona hayatlar kurtarılmıştır. Bin dokuz yüz on beş’in yarattığı sarsıntının kendisi yüzüncü yılına bir kala bir kez daha yaşatılmıştır. Erkânı devlet, İttihat ve Terakki’nin zulmettiğini yapıp ettiğini, taşeronlarına ihale ederek, mücahitlerin kıyamlarını ve yağmasını sürdürmelerinin güvencesini bunca yıl sonra tekrardan sahnelemektedir. Ne de olsa burası Türkiye’dir. Bir yanıyla bu gerçekliklerle yaşarken öte yandan Alevi-Nusayri nüfusun da sınırımızın öte yakasında kıyamdan geçirildiğinin haberleri takip etmektedir. Bahsettik ya, savaşın en başından bu yana tarafgirlik hayatların sorumsuzca zaptına ve yok edilmesine yancılık olarak bir kez daha birilerinin, hiç tanıyamayacağımız birilerinin geleceğini çalmaktadır. Burası böyle bir ülkedir. Büyük ülke masalının büyüklüğünü ve kıvançlanılan şeylerin arasına savaş suçları da eklenmektedir böyle böyle. Seymour Hersh’in makalesinde yer verdiği şekliyle sârin gazı ile kitlesel kıyamın temellerini atan bir ülke olduğumuz ifşaa olunur. Koca bir kent tarumar edilirken bir şekilde kıyam için gerekli olan malzemelerin güzergâhı olduğumuz, devletin bilgisinde bunların taşındığı ifşaa olunur. Bilgi, belge ve söz ortadadır. Lakin Hersh gibi bir gazeteci de paraleldir. Alabileceği yegâne yanıt odur!

 

Kesintisiz bir uzamda yerle yeksan edilen üzerinde tepinilerek, çekiştirilerek, kıyasıya hırpalanarak daha fazla zorlayarak istikbali sağlanmaya çalışılan şey zulmün kanıksatılmasıdır. Ne yapılırsa bu erk eliyle hayırlısının tabidir ki o olduğunun idrakidir, savunuşudur gördüğümüz, ne fena. Kanıksatılabilen zulümlerle yolun kesiştirilebilmesidir gerçek. Yüz altmış dokuzuncu yılını tarihinde eşine az rastlanır zorbalık ve kıyamla kutlayan! Bir teşkilatın huzur ve güven ortamının teminatı diye Evren’in sayıklamasının tekrarlanmasıdır dert olan. Bütün suretin gerçekliği halen ortadayken “destan yazdılar” diye cümlelerin kurulabilmesidir düşündürücü olan. Temelleri gün öncesinde atılan, her gün sözüm ona değişikliklerin gerçekleştirildiği Mit Yasasına dair eklemelerle bu şemalsizliği daha da kalıcı, kurcalanamaz ve sorgulanamaz kılacak; -bir bin dokuz yüz seksen dört- yazınsalından hakikatine varmamıza yol verilecektir. Belediye seçimlerinin açıkça bir iktidarı onama, onaylama, her şeyine a’dan z’ye olur verme referandumuna dönüştürüldüğü bir o kadar hile ile hırsızlığın bir dolu gaspın gerçekleştirildiği sözüm ona işte bu demokrasi dersinde, millet bize temizlik yetkisi verdi buyrulmasıdır bizatihi sorgulanması öncelikli olan, asıl dikkatle takip edilmesi gereken.

 

Yıkım ve tehdidin birbiri ardına ve bunca sık yinelenebildiği bir ülkede olağanın artık olağanüstü hallerden mürekkep olduğunu biliyoruz. Her yeni gün bu kanıksatılmaya çalışılan boyunduruk düzeninin bekası adına çok daha fazla mengenenin sıkıştırıldığı bir kapanın kendisidir bu ülke. El birliğiyle böylesine dönüştürülüyor. Her ne yana dönersek dönelim her nasıl davranırsak davranalım hükümran olan dil erke ait söz bizim, sıradan olanın tahayyüllerini bozguna uğratmak adına kah Roboski’de, kah Kessab’da, kah Samandağı’nda, kah Ceylanpınar’da kısaca her yerde ve her şekilde tahakkümünü eylemeye devam etmektedir. Burası Türkiye yok öyle bahsi bir bakarsınız Roboski’de gözaltı olarak kendini hatırlatır. Yirmi iki kişi sınır ticareti yaptıkları için devlet ağzıyla kaçağa gittikleri için gözaltına alınırlar. Makamlar ve mevkiiler işte böyle derinlemesine, çözümlenmesi beklentilenen bir kıyamı örtbas ederken geride kalanlara da hayatı dar etmektedir dar. Van’da, Rojava sınırına kazılan hendekler için düzenlenen eylemde dört genç gözaltına alınır. Beş yaşındaki bir çocuk da polislerce darp edilir. Çocuklarına kıymaya doymayan ülke için bu sınırların her ne manaya geldiği bir kere daha özet geçilir. Öte yandan da oralarda kamuflaj ile yedi, yirmi dört yapılanlar, ülkenin batısına gelindiğinde ise mutlak biat adına destan yazanlar olarak alkışlananların Greif-Hakan Plastik işçilerini derdest ederken kendini gösterir. Ankara’ya yürüyen Yatağan İşçilerinin, haklarını gasp edenlerden geri almak için verdikleri mücadele karşılığında gaz ve copa dönüşüp her zamanki kadar ağır zapturapta evirilmektedir. Gezi Direnişi sırasında gözünü bir fişek yüzünden kaybeden, bu anları da kaydeden Okan Özçelik’in, hem derdest edilip hem de hayatına kast edilen Hakan Yaman’ın akıbetlerini hazırlayanların! İçişleri Bakanlığı nezdinde sağırlıkla, inat ve itinayla kayıtsızlıktır. Hopa’da katledilen, Metin Lokumcu için tazminata İçişleri Bakanlığı’nın “Kamu düzenini bozdu ve öldü, ne tazminatı” bahsini yineleyebilmesindedir saklı duran burası Türkiye bahsi. Adaletsizliğin gün yüzü bulduğu bir ülkedir. Kıyamların ardının yanıtsız konulmasından zerrece hicap duyulmayan bir yerdir. Nereye istiyorsanız oraya başvurun, burası bizim dediğimizin ötesine ulaşmayacak bir menzildir diklenmesinin tam da üzerindeyizdir işte. Görünenler ile gerçek kısacık bir aralıkta bir görünüp bir kaybolan sırra kadem basan bir olgu değildir hemen hiç öyle olmamıştır. Burası Türkiye sözünün vurgusunun altında ve kıyısında her şeyin nasıl muntazam bir özen ile müesses nizamın vesayetini tanımlandırmak ve muhafaza etmek adına şekillendirildiğini özetleyen örnekler ile doludur. Bir kıssadan çok daha fazlası yaşadıklarımızın hakikatindedir. Yaşatılanların tamamı bir karşıtlık veya etkiye-tepki değildir. Sözsüzlüğün reçetelendirildiği, daha fazla itaatin zikredildiği, her yerde ve her şekilde aslen demokrasi bahsinin boşa çıkartıldığı, sorgusuzluğun tavsiye olunduğu bir ülke bina olunmaktadır. Sağlam iradenin ortaya koyduğu her an ve her şekilde, sacayakları desteksiz, korunaksız, daima diken üstünde, tehditlere karşı, her yanındaki düşmanlara karşı, akla ve fikre karşı rehinelikten başkası değildir. Sağlama alınmak istenen son tahlilde sıra neferliğidir. Sıranın sessiz her şeye uyumlu ve itaatkar üyeliğidir teklemeksizin bir an bile düşünmeksizin. İkinci defa bir ikaza gerek olmaksızın riayettir.

 

Burası bir denklik mabedi değildir. Herkesin ve her şeyin bir karşılığının olduğu bir yer değildir. Sözün, kelamın, sesin yakının kesintisizleştiği bir mefhum değildir. Aksaklığın giderilmesine geç de olsa çalışılan bir yer değildir. Eksiğin veya gediğin tükendiği bir yer asla değildir. Her an ve her şekilde tahakküm ve ona el verenlerin, yönünü çizenlerin yok öyle dediği, demekten kaçınmadığı bir yerdir burası, bu ülke. Hemen her anında “küçük” birer kıyamet koparken tam anlamıyla curcunanın, alaya almaların devam ettiği bir yerdir. Oturduğumuz yer, üzerinde adım attığımız topraklar bir yas evinin kendisiyken düğün bayramın yapılmasının salık verilebildiği bir tımarhanedir bu ülke. Bugünün ülkesi yanıtsız soruların havada kurşun kadar ağır yankılanmaya devam ettiği bir platodur. Düşlerimiz eksik, hayallerin tamamlayıcı olan kelam, ümit berhava, gün karanlık gece zorbalıkla hemhalken söyleyin nasıl etmeli, ne yapmalı da derman bulmalıyız. Burası Türkiye bahsi sürekli güncellenirken, her şey eksik gedik konulurken, yılgınlığa teslimiyet için, karanlığa rehin kalmak için çok daha fenalarının katara eklenebileceğinin ifşa olunduğu, gösterildiği bir ülkede ne yapmalıyız ki gerçekten sözü işitebilelim, itirazları kaile alabilelim. Devletten önce, muktedirden önce, neoliberalizm çarklarında yok olmadan önce.

 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Sigarayı bırakamıyorsunuz, peki neden?

Benden sigara içmeyi bırakma konusunda yardım istemeye geldiklerinde, bırakamama nedenlerini zaman içinde iki kategoride topladım.Birinci kategoridekilern sigarayı bırakmak için yeteri kadar ‘NEDEN’leri olmuyor. Hiç bir yardım almadan kendi kendine sigarayı bırakan bir çok insanla sohbet edip, zihin yapılarını incelemiştim. Bu kişilerin çoğu, kendilerine güçlü nedenler bulmuştu, NEDENleri o kadar güçlüydi ki, o gün sigarayı bırakmaya karar verdiler ve bir daha içmediler.Bu bahsettiğim nedenler, ‘sigara içme kanser olursun’ tarzı yaklaşımlar değil, bunlar işe yaramaz. Çünkü bilinçaltımız ŞİMDİ gelen acılara ...

15 Nisan 2014 Salı

Madem yaşıyoruz, kapasitemizi en iyi şekilde kullanalım

Pek çok kişi kapasitesinin sadece küçük bir kısmını kullanır.Pek çoğu ise kapasitesinin ne kadar büyük olduğundan dahi haberdar değidir.Jim Rohn der ki; ‘Sadece insanlar yapabileceklerinin çok daha azını yapan tek yaşam formudur. Sadece insanlar kapasitelerinin çok daha azıyla yetinirler.’İnsanoğlunun kabul ettiği tüm diğer yaşam formları maksimum kapasitelerini kullanır. Bir ağaç ortalama ne kadar büyür? Büyüyebildiği kadar büyür tabii ki. Hiçbir zaman bir ağacın kapasitesinin altında büyüdüğünü göremezsiniz. Ağaçlar yarım büyümez. Ağaçlar köklerini olabildiğince dibe gönderirler. Büyüyebildikleri kadar ...

12 Nisan 2014 Cumartesi

Akın Olgun yazdı… Bir hasta tutsak Kemal Gömi

Öldürmeden bırakmıyorlar ya da ölümün eşiğine getirip çıkarıyorlar. Dışarıda ölsün diyerek bırakılan hasta tutsaklar ise yaşama tutunmaya çalışıyor. Tutunmaya çalışıyor diyorum çünkü yaşam önlerinde değil, geriden geliyor artık onlar için.

“Ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü olduğu için tek kişilik hücreye alınmasıyla durumu daha da kötüleşti. Cezaevinin tecrit koşullarında ilaçları zamanında verilmediği için, Kandıra F Tipi cezaevindeki revir doktoru dahi sorumluluk kabul etmedi. Bunun üzerine Kemal, Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastanesine tekrar yatırıldı. Burada verilen raporda “atipik psikotik özellikli depresyon” tanısı konuldu. 05.03.2004 yılında götürüldüğü Adli Tıp 3. İhtisas kurulu tarafından “Bradipşisi” ve “Bradikinezi” teşhisi konuldu. Aynı kurul tarafından iki yıl sonra 16.06.2005 tarihinde bu kez “Şizofreni” teşhisi konularak “cezaevinde kalamaz” raporu verilse de ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü olduğu gerekçesiyle bu rapor bir işe yaramadı. Aynı süreç 30.06.2006 tarihli raporla ilgili olarak da yaşandı. 21.03.2007’de Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastanesi’nde “kronik şizofreni” tanısı konuldu, ancak orada bir müddet tedavi gören Kemal tekrar tek kişilik hücresine gönderildi. 30.05.2007 tarihinde Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu tekrar “şizofreni” teşhisi koyarak “Cezaevinde kalamaz” raporu verdi, ancak ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü olduğu için bu rapor da bir işe yaramadı. Tecrit koşulları altında durumu iyice ağırlaşan Kemal, 2009’da Kandıra 1 no’lu F Tipi Cezaevinden sürgün edildiği Sincan F Tipi Cezaevinde 2010 yılında bu kez Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesine kaldırıldı. Burada da kendisine “şizofreni” teşhisi konuldu. Aynı yıl yine götürüldüğü Ankara Numune Hastanesi’nde yine “ şizofren” tanısı konuldu. Son olarak da 22.09.2010 tarihinde Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu tarafından “rezidüel şizofreni” raporu verilerek, “Cezaevinde kalamayacağı ve 104b kapsamında sürekli hastalık kapsamında olduğu” belirtildi. Ancak bu kez özel af kapsamında avukatların yaptığı başvuruyu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül reddetti”.(Zeynep Kuray’ın, abisi Feyzullah Gömi ile yaptığı röportajdan. ANF 19/03/2014)

 

Kemal Gömi,  devletin insafsızlığına bırakılmış. İntikam duygusuyla cezalandırmaya devam ediyorlar. Ağır şizofreni raporuna rağmen umursanmıyor. Psikolojik rahatsızlık hastalıktan sayılmıyor. Tek başına konduğu hücresinde delirmesi, çıldırması için bekletiliyor. Abisi ve duyarlı insanlar tarafından sesi duyurulmaya çalışılıyor ama yetmiyor. Duyulmadıkça hasta tutsaklar gözden daha çok uzak hale geliyor.

Bu mesele Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün insafına bırakılamaz. Çünkü bu sorun bir insaf sorunu değil. Hak ve özgürlükler sorunu. Bu pencereden bakılıp, sahiplenilmedikçe birilerinin insafı beklenecek ve hasta tutsaklar içeride tutulmaya devam edecek.

Kemal Gömi, ağır psikolojik sorunları ile içeride tutuluyor. Psikolojik olunca “önemli değilmiş”, “acil değilmiş” algısı oluşuyor. Empati yok ediliyor böylece. İleri derecede şizofreni tespiti yapılan bir hasta, tek kişilik bir hücreye tecrit edilerek zaten ölü gibi yaşatılıyor. Ruh sağlığı yok olan bir hastaya “yaşayabilir” olarak bakan devlet bekası bununla eğleniyor. Çünkü Cumhurbaşkanına sunulan hastane raporları değil, terörle mücadele birimlerinin sunduğu raporlar öncelik taşıyor. Geçmiş eylemleri sıralanıp “intikam” için tutulmalı raporları hazırlanıp atılıyor önüne.

Kemal Gömi’nin abisi koşturuyor peşinden. Sesini ve kardeşinin sesini duyurmaya çalışıyor. Kardeşinin bitkisel bir hayat yaşadığını ifade ederken alınan raporları arka arka anlatıyor ve “En faşist ülkede dahil ağır psikolojik hasta olan hükümlülerin cezaevlerinde tutulmadığını” haykırıyor. (Aynı röportajdan)

Ne denilebilir ki başka? Bir tutsağın hasta olup, olmadığını kendisinin kanıtlaması beklenen, kanıtlasa bile bürakratik duvarlara çarpıp iç edilen bir ülke burası.

Sesini yakınları aracılığıyla duyurmaya çalışanların durumu ise daha zor. Arkalarında kampanya yürüterek kamuoyu oluşturma şansı olmayanların sesi çok daha az duyuluyor. Bir de psikolojik ise sorun aciliyet geriye düşüyor.

İçeride ve dışarıda yaşam nöbeti tutuluyor hasta tutsaklar için. Onlar bilerek, istenerek ölümün ucuna getirilerek teslim ediliyor ailelere. İçeride hayatını kaybeden tutsaklar ile artık yaşamayacak hale getirip bırakılanlar arasındaki tek fark  bir kaç güne, ay’a sıkışmış vedalaşabilme hakkı sadece.

Agır psikolojik rahatsızlıkları olan ve artık ruh sağlığına bir daha kavuşamayacaklar ise hücrelerde birer ölü olarak yaşıyorlar, adı yaşamaksa eğer. Kemal Gömi bunlardan biri sadece.Kendini tanımlayamayan, olan biteni algılayamayan, aklı ile gerçek arasında tutunamayan ruhsal sağlığını yitirmiş kaç hasta tutsak var?

Kemal Gömi, abisine bir an arasında “beni kurtarın” deyişindeki o gel-git, kurtarılmayı bekleyen bütün hasta tutsakların saklı ifadesi sadece.

İşte bu yüzden duyurmalıyız, anlatmalıyız herkese.

Sesimizi boşa tüketmek için değil, duyarlılığı sağlayabilmek için kullanmalıyız.

Ses, yazı, düşünce ve insan kendisine aitse savunan kalıplardan sıyrılıp sahiplendiğimizde, bütün hasta tutsakların sesi daha çok duyulacak.

Kemal Gömi’yi içeride tutmaya devam eden ve hiç bir şey yokmuş gibi yapabilenler bu haksızlığı sessizlikten alıyorlar çünkü.

10 Nisan 2014 Perşembe

Akın Olgun yazdı… Karanfil mevsimi

Karanfil mevsimi

Nasıl da kayıp gidiyor her şey içimizden. Yaralı akşamlardan sabahlara ince bir sızı kalıyor. Yaşamımızın virane olmuş yıkıntıları arasından duyduğumuz o inlemeler geçmişe değil, geleceğe ait. Tutunduğumuz umutlara hep geç kalmışlığımızdan yorgunuz biraz. Birazlar hiç bitmiyor. Çoğalıyoruz kendi kendimizin kaderinde. Birbirini sürükleyen dalgalar gibi vuruyoruz hep birlikte kıyılara ve çakıl taşlarının arasına gözyaşlarımızı bırakıp, takılıyoruz kum tanelerinin peşine. Uzaktan el sallayanlar var. Tanımadığımız yüzler, siluetler bir elveda şarkısı mırıldanıp geçip gidiyorlar başka diyarlara. Giden bizleriz.

Yalnızlığımız hep göç ediyor uzak diyarlara. Arkamızda mırıltıların gölgesi takılıyor. İnceliyor, uzuyor, kısalıyor, küsüyor, büyüyor. Ama asla terk etmiyor. En kahraman, en cesur, en yiğit, en direnişçi cümleler arasındaki sır gibi gizleniyor sadece. Kulaktan kulağa değil, yürek yüreğe fısıldıyor boşluklu kelimelerini. Bütün yüce, kutsal sözlerin arkasında ki gerçeği biliyoruz lakin söylememek icap ediyor. Böylesi daha huzurlu, daha güvenli bir hava veriyor. Oysa iç konuşmalar önce içinde konuşanı ele verir. Bir başkasının bilmesinin önemi yok, sen biliyorsun, ben biliyorum, biz biliyoruz. Çünkü hepimiz içimizden konuşuyoruz. Tanığıyız kendi deneyimlerimizin.

Kolaydır gidenin ardından sövmek. Neden gittiğini değil, neden kalmadığını sorgulamak. En düşük cümlelerin içine yığdırılmış o seviye, durduğun, durduğunuz, durduğumuz yerden isabet buyurmuş gibi gözükebilir, alkışlanabilir hatta. Ama elleriniz kızarır. Sonra bir bakmışsınız kendi gidişinize başkaları alkış tutuyor ve yenilerin elleri kızarıyor.

Nedenleri değil, gidenleri çarmıha çivilemek daha kolay hepimiz için. Çünkü nedenleri sorgulanmaya başlarsak, kendimizi tam ortasında bulacağız biliyoruz. Kalın bir çizgi yok. Çizgi inceltildikçe sallanıyoruz üzerinde. Sonra düşenin arkasından bakıp “düşmeyecektin” diyen o ayaz sesi duyuyoruz.

Ne garip düşenin, bir başka düşeni aşağılaması. Kendisini hiç düşmemiş gibi yapabilmesi. Hiç gitmemiş, hiç korkmamış, hiç sallanmamış gibi yapabilmesi. “Gibi” hayatımızın her salisesinde var artık.

Hasbelkader yolculukları, varışları kendimize biçtiğimiz mucizeler olarak görmemiz ise tezat bir tuhaflık vesselam.

Kendimize ait olmayan kısa cümleler kurarak vuruyoruz bir başkasını. Alt alta dizdiğimiz sıfatların çokluğu ne kadarda yorucu olduğumuzu işaret ediyor. Yakaya iliştirilen bir şey değil ki onur, şeref. O an içinde ölürseniz size ait, ölmediyseniz hep sallantıda… Üzerine ne kadar büyük laf eder, ne kadar büyük söz söylerseniz o kadar ona sahip olduğunuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Yanıldığınız yerde çekip alırlar üzerinizden. Çünkü hiçbir zaman size ait olmadı hep bahşedildi bir yerlerden.

Herkesi kendimizden uzaklaştırarak, benzeşmeyeni ayıklayarak çoğalmış olanlara hiç tanıklık etmedi hayat. Yaşamın kendisini keskinliğe sıkıştırarak sadece izole oluyoruz. Başkalarını önemsizleştirdikçe, aşağıladıkça, ezdikçe sadece korkulan, yakın durulmaması gereken, bulaşılmaması gerekenler algısını büyütüyoruz. Küçük olsun benim olsun değil, büyük olsun bizim olsuna daha çok vakit var.

Ama içimizde başarabiliriz bunu. Kendi içimizi “biz” yapabiliriz. Küçük, küçük toplayıp var olan güzellikleri, kötü olanı azaltabiliriz. Birbirimizin dalgalarını sırt sırta verip aşabiliriz dalga kıranları. Çakıl taşlarının arasında kalmaz o zaman gözyaşlarımız. Hep bir keder yüklü olmayız. Paylaşılarak biriktirdiklerimizi hepimize yetecek kadar bölüştürebilir, bölüştüklerimizi tekrar paylaşabiliriz.

Uzaktan el sallayanları yakın edebilir, ayrılık şarkılarını merhabaya taşıyabiliriz. Günaydın-sız sabahları terk edip, göz aydınlığı verebiliriz. Herkes yüreğini orta yere koyarsa daha iyi anlayabiliriz birbirimizi. Aynı güzelliklere çarptıkça kalbimiz, geleceği daha duyumsanabilir hale getirebiliriz.

Ne düşünceden, ne de o nu sorgulamaktan korkarız. Farklılıklarımızdan farkındalık, farkındalıklarımızdan özgürlük duygusunu yükseltebiliriz.

Yitirdiklerimizin arkasından, kucak kucak taşıdığımız o çiçeklerden bir karanfil mevsimi yaratabiliriz.

Hayal ama o hayali sevmekten ve ona tutunmaktan hiçbir şey kaybetmeyiz.

Uçak korkusunu yenmek ve İzmir

Bugün bireysel seanslar için İzmir’e geldim. Gelirken yanımda da uçak korkusu olan ve benimle uçak korkusu üzerine iki seans çalışma yapmış bir danışanımla geldim.Yıllardır uçağa binemiyordu ve bu yüzden her yere araba ile gitmek zorunda kalıyordu. İşi gereği yurtdışına gitmesi gerekiyor, sırf uçağa binemediği için bir çok iş seyahatini iptal etmek zorunda kalıyordu. Çalışmamızdan sonra beraber uçağa binmeyi teklif ettim ve bu sabah uçağa bindik. Her şey yolundaydı.Korkularının efendisi olmayı öğrenmiş, artık onları yönetebilir hale gelmişti. Yıllardır kurtulamadığı ...

7 Nisan 2014 Pazartesi

Siz sigaradan daha güçlüsünüz, bugün bırakın

Sigara, insanlığın en büyük belalılarından biri.Yıldız Teknik Üniversitesinde yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de 20 milyon kişi sigara içiyormuş. Ne büyük bir sayı!Sigarada içenlerin yanlış inançlarından biri de nikotinin çok güçlü bir bağımlılık maddesi olduğu…Sigara bir bağımlılıktır ama nikotin bağımlılığı sanıldığının aksine vücuttan üç günde tamamen atılır. Üç günden sonra çektiğinizi acı ve yoksunluk, psikolojik yoksunluktur. Bu yüzden sigara içenlerdeki en büyük yanlış inanç, sigara bırakıldıktan sonra aylarca nikotin ihtiyacı çekileceğidir.Sigarayı bugün bırakmak istiyorsanız korkmayın, üç gün ...

3 Nisan 2014 Perşembe

Zamanınızı nerede harcıyorsunuz?

Hepimizin hayatta bazı beklentileri vardır, eşimizden, arkadaşımızdan, çocuklarımızdan, devletimizden. Bu beklentiler karşılanmassa mutsuz, karşılanırsa mutlu oluruz.Şöyle bir formül ortaya çıkarabiliriz, ‘Beklenti yoksa, mutsuzluk da yoktur.’, Peki hayat böyle yaşanabilir mi? Elbette ki bazı beklentilerimiz olacak ama bu beklentilerimizi kontrol edebildiğimiz ve etkileyebildiğimiz şeyler üzerine oluşturmalıyız. Bu ne anlama geliyor?Yukarda gördüğünüz üç daireden ilki kontrol edebildiğimiz şeyleri temsil ediyor, neleri kontrol edebiliyoruz?; Nasıl davranacağımızı, nasıl düşüneceğimizi ve duygularımızı kontrol edebiliyoruz.İkinci daire etkileyebildiğimiz şeyleri temsil ediyor, bütün ikna ...

2 Nisan 2014 Çarşamba

Büyü ve Büyücülük

Büyü veya sihir (Arapça: سحر); insanların doğaüstü, psişik veya mistik yöntemlerle doğal dünyayı (olayları, nesneleri, insanları) etkileyebildiğini öne süren uygulamalar ve bunların çevresinde oluşturulan kültürel sistem.İslam’da Büyü ve Büyücülükİslam’da büyü yapmak haram kabul edilir. Bazı Hanefi alimleri büyüye karşı önlem almak gibi sebeplerle ve uygulamamak kaydı ile, tahsilini helal görmüşlerdir.İslam dünyasında büyü bazen İlm-el Havass (Havas ilmi) adı altında okutulmuştur.Ahmed b. Mustafa Taşköprüzade’nin Miftâh es-Seâde ve Misbâh es-Siyâde adlı eserinde büyü şu şekilde tanımlanır: “Büyü, evrensel ...