29 Temmuz 2014 Salı

Misak Tunçboyacı/ Irkçılık, Münferit Bir Şaka Değildir

Uzun ve kararlı, sabit ve tahammülsüz kanıksanmış ama hiçbir surette asla kâfi bulunmayan gölgeleme çabası hemen her gün, hemen her konuda bilinçli birer hamle olarak hayattaki yerini almaya devam ediyor. Menzil sıkış tıkış lebalep doluyken durmaksızın ara vermeksizin gölgeleme ediminin dolaylarından yeni fırtınalar kopmayı sürdürüyor. Eskisinden sık bir biçimde vurgular, betimlemeler, neticeler bütün o gölgelemelerin karanlığına teslim ediliyor handiyse bile isteye. Kopkoyu karanlık artık her yerde varlığını kanıtlıyor. Reel politiğin sindirici hamleleri bu gölgeleme gayretinde, perdenin arkasında yineleniyor aralıksız. Dosdoğru kalıplaşmış bir algıda düzen yeniden tasarlanıyor biteviye hınçla beraber aralıksız. Mümkün olanın azamisinde o hamlelerin refakatinde umut yerle yeksan ediliyor. Yerlere çalınan tam da bahsetmeye çalıştığımız uzun soluklu bir dönüşümün yekten, daha en baştan yıkılması olarak şekillendiriliyor.

 

Ümit berhava edilirken tam ve eksiği gediği olmayan şey yaşamın dımdızlak, bomboş bir rutinde süreklilik olarak ele alınmasına çalışılıyor hala ve hala. Bu gölgelere karıştırılmak istenen sinik ve sindirilmiş aslen yok edilmeye mahkûm edilmiş bir uzam tahayyülü devletin tüm kademelerince, yapısınca el üstünde tutuluyor. Birbirini takip eden tüm çabalar bu saikı dipdiri, capcanlı kılıyor. Yordam çözüm vesaire tanımların geçerliliğini bir yana adlarının anılmasının bile önü o menzilde alınmaya çalışılıyor kesintisiz. Yıkım bu gölgelemelerin varlığında bir ayrıştırılmaza eviriliyor tamı tamına ne eksik ne fazla. Sözü alaşağı etmek yıkmak iktidar veya güç sahibi olan için yeknesak ve rutin bir olaya dönüşüyor. İçinde kala kaldığımız zalimlik güncesi diğer devletlerde olduğu gibi bizim sınırlarımızın içinin her ne halde olduğunu özetlemeye yetiyor.

 

Gölgelemeye çalışılan örtbas edilmeye uğraşılan her defasında acılarımız oluyor. Bu kadar kesin ve keskin, yalın ve dolambaçsız, mütemadiyen yapılan bunun içindir. Kâbuslar aralıksız yineleniyor bir yerlerden öcü çıkacak buyruluyor tıpkı bir çocuğu kandırır gibi dört bir yanda aralıksız. Oysa bir çocuğa her türlü fenalık orada, o aralıkta ediliyor bu gayya kuyusu halindeki ülkede. Başka şeyler anlatılırken, lanetlenmiş olanı unutturmaya çalışan masallar okunurken, kırmızı başlıklı kızın mecaz babaannesi sahiden aramıza karışıyor öcü bizatihi o gölgelemelerin varlığında yeniden zuhur ettiriliyor. Sahneye çıkartılan bir korku timsalinden başkacası olmuyor, felaket hala aramızda böyle böyle. Artık düşünmek bir yana ortak uzamı linç etmek için fırsatlar değerlendiriliyor ya üçer beşer ya hep toptan bir avazda. Bütün hep paramparça edilirken acının kırıntılarıyla, can kırıklarıyla yaşamamız salık veriliyor üstenci bir dille bir arada.

 

Mutlak doğrularsa azami yanlışlardan böylece türetiliyor, kesintisiz bir hınç alma bu yapımda yineleniyor. Muntazaman bu algı yönetiliyor hep bir bilinç şekillendiriliyor, her şey yağmalanıyor artık açık ve seçik ve sonsuz. Yıkım zamanlarından geçiyoruz her şeyin üzerimize yıkılmak ve yok edilmek istendiğimiz bir günceyi, altında kalmamızın beklentilendiği bir platoda hayatı paylaşıyoruz. Dert hiçbir türlü nihayetlenmezken, üzerine her gün yenilerinin eklenmesine tanıklık ediyoruz biçare, biçare. Algı tıkanık derdest edilmiş, hayalsiz, ufuksuz, sınırsız bu zulme koşulsuz teslim bir ülke için yinelenmeye devam ediliyor. Biçarelik bu mahalde her ne halde olduğumuzun ispatlarındandır. Dert boyu geçmişken, sözler ezberlerden yinelenirken yıkım daim ve ayrışmaz ilan olunmuşken bir de çaresizliktir paylaştığımız. Ortak olana müdahale, çıkarımları linç, sözü heder etmek, yaraları açıkta koymak ve umursamazlık bu çaresizliğin boyutlarını da ifşa etmektedir.

 

Erkânın tek derdi zulümdür, neredeyse hiç tükenmeyecek iflah artık asla olmayacağı fenalıklarında yaşayabilin maçanız yetiyorsa demesidir bunca perişanlıkta avaz avaz. Dokunan, az biraz daha derde dert ekleten budur. Gölgeler sarıp sarmalarken dört yanımızı, hiçbir surette kaçışımızın olmadığı yeni sınavlar kapıda beliriverir. Sayelerinde göremediğimiz deneyimler için bu eşikler aşılmaya yeni yaralar için zemin yoklanmaya devam olunmaktadır. Epey bir kısmımızın ezberinde yer edinmiş bazılarımızın ise şimdilerde fark ettiği devlet o sınavlarda kendini göstere gelmektedir hiçbir çekince taşımaksızın. Bu sınavların sonrasında yoksunlaştıran izleri biriktiriyoruz. Başımıza nasıl çoraplar örülüyorsa buna, bizatihi tanık yazılırken gölgelemelerin aslında neyi gösterdiğini idrak ediyoruz. Pejmürdelik bir ihtimalden sonuca dönüşmüşken yaşayabilmenin her ne olduğunu unutmamaya çalışıyoruz her an.

 

Derdest edilen, ötekileştirilen ve hep yok sayılan, sindirilen, kendini yalanlarla var eden düzende daha ne gelecek-getirilecek başa onu gözlüyoruz. Hangi fecaat bir diğerinden azade, aykırı uzaktır ki diye tahlillere düşüyoruz sonsuz bir tekrarla unutmamak için biteviye. Korkuyu kalıcılaştıran ve tekrardan “sıfırlayan” dokunmayın yanarsınızlar birer ikişer anılıyor. Bir yerinden değil neredeyse hiçbir koşulda dur artık diyecek olmadığından sonsuz giriftlikteki o gayya kuyusu, ülkenin halini ortaya döküyor. Özetliyor bir kez daha kesin ve keskin. Umut berhava, biçarelik tabii olunan, izole etmek, dışlamak nefret kusmak artık hiç bitmeyendir ve cehennem kalıcıdır. Cehennemi sathı mahallin her ne olduğu görünür kılınmaktadır, bütün çabaların refakatinde. Eril söylemler, dilden, bedeni hiçbir eksiği gediği olmaksızın tahakkümü altına alma çabasının tam karşılığı biyopolitik nüveler ve sair denklemler, edimlerle ile beraber hemen tümünü birleştirmek ve bahsettiğimiz gölgeleri idrak edebilmek mümkündür.

 

Meşruiyetini daimi kural tanımazlıkla hemhal ettiren bir aklın rehineleriyizdir artık. Tastamam bir kaç adımda sonuç hep mahpusluğumuzdur. Bütün bu gölgeleme gayreti bu menzilde her ne yapılmak isteniyorsa bunun bilinmezliğini ve sorgulanamazlığını tam anlamıyla kalıcılaştırmak içindir. Yıkıntısı altında artık terk edildiğimiz aleniyette demokrasinin geriye kalanının istimlâkinden arta kalandır. Her şey pejmürdeliğe sabık bir fikriyatla teslim ve soluk aldırmamak için inatla yıkımla ilerleyen bir güncelliğe teslim olunmaktadır. Şantiyelere dönüşen kentlerimiz gibi demokrasimiz de bir moloz yığınına dönüşmekte geç bırakılmamaktadır. Kimliği ayrıştırıcı bir elek olarak ele alan, baş tacı eden ve değer atfeden ve kendisi gibi olmayan kesimlere “reva görülen” yıkımdır. Mütemadiyen bu yapım bugünün ülkesinde gösterimdedir.

 

Vizyon olarak sunulanların amacı, unutturulmaya çalışılanların açtığı o derin yaraları toptan yok etmektedir. Bir biçimde kanıksatıldıkça, gölgelendikçe, örtbas ve zaman aşımına terk edildikçe bundan da gayrisinin olmayacağı bildirilmektedir. Uyarılar ve neticede oluşan yıkımı 2015, 2018, 2019, 2034, 2038 uzayıp duran bir tarih dizisi anılanların arasından bir bağ olarak önümüze serilecektir. Sadece nev-i şahsına münhasır devletlû tarihinin özgün kareleri, özenle seçilmiş olan anılanları değil tıpkı şimdiki zamanda olduğu gibi unutturulmaya halen devam edilenleri de görülecektir ama az ama çok bir biçimde. Gemiyi azıya alan nefret söyleminin ve ırkçılığın bir numaraya oynayan zatı şahanelerden ikisinin dilinden ama birincisi malumunuz olacağı üzere mimli olan ismin dilinden dökülenleri birleştirdiğimizde, bunun hiç de yabana atılmaması gereken bir mesel olduğu ortaya çıkacaktır eş zamanlı olarak.

 

Irkçılığın bir duruş olarak geçerli bir karar olarak ele alındığı, sahip çıkıldığı bir dönemden geçiyoruz. Tüm bu bahisler yukarıda saymaya çalıştığımız şeyleri bünyesinde barındıran ve bir numaralara oynayanlardan giderek toplumun tüm katmanlarına yayılan bir nefret yaygınlaştırılmaya devam ediliyor bu yeni ülkede. Yeni’lik bir takıntı olarak belli belirsiz her şeyde kullanılmaya devam ederken ezber olunmuş had bildirimleri, harfi harfine, gözetim ve denetim toplumunun gereklerini yerine getirenlerin emir erliğinde aslına rücu edip hayatlarımıza karışıyor. Bir yandan yoksunluğun izlerini sırtlanıyoruz. Bir yandan o nefrete karşı aklın nasıl türetilmesi gerektiğini aramaya çabalanıyoruz bir yük de bunu belliyoruz. Nefes alacak menzil bırakılmazken iş bu cenahta, tekmili birden gölgelemeler her şeyi zamanın unutuş tarlasında nadasa terk eyleyebilmek adına güncelleniyor bir arada, birlikte.

 

Kötülük ve düşmanlık edimi, bilinçli bir biçimde resmi söylemlerden, ekranlardan yansıyan türetmelere, gazete manşetlerinden sokakta yaşamak zorunda bırakılanlara, güvencesizlere karşı bir koz olarak kullanılmaya devam ediliyor. Düzayak hiç uzağa gitmeksizin zamane şartlandırılmışlığında verilen tepkimelerin en hafif tabir ile linçi ortalamaya dâhil ettiği meydana çıkmaktadır. Erk sözünü daha bitirmeye ramak kalmışken ekranlarda bu sözün etrafını doldurmaya çalışan, esas derdi değil başka polemikleri kalıcılaştırmaya gayret eden bir güruhun varlığı ile bunu teyit edebilmek mümkün haddizatında hala. Ayrımcılık, nefret söylemi, tenkitler, linç provaları, pogrom çağrıları yineleniyor bir yanda da eksiksiz bu devinimde. Dünde kaldığı söylenenler bugün allanıp pullanıp yeniden önümüze çıkartılıyor. Meseller hep bir sığlığa, tekil bir bakışıma görüşe ve tahlile ve tahayyüle rehin ediliyor.

 

Korku o uzunun! ülkesinde yadsınamayacak bir gerçeğe dönüştürülüyor. Akıl fikir yolunda değil zül için cümleler kuruluyor o sahnelerden. Ya ondan yahut da bundansın ya bizden ya da düşman saflarındansın ikiletmeksizin tekrarlanıyor. İsrail Devletinin Gazze halkına ettiği pervasız kırım, zalimanelik, katletme heveskârlığı bu sınırlarda hiç de yabancısı olmadığımız korkuları canlandırmaya; vesile ediliyor, neden olarak el altında tutuluyor. Kötülükten hesap sormak için zalimlik paylaşıma açılıyor. Hiçbir yaraya merhem olmayacak tepkimeler bir yandan da sayısı sürekli güncellenen ölüm güncesinde insanların gözlerine bakıla bakıla tekrar ediliyor. Azap daima yanımızda eylenmeye devam edilirken üstelik. Sistem kendini koruma altına alırken devletlerin zalimliğini sorgulamak bir yana insanı insana kırdırma gayreti için olmadık vecizler, veçheler, vakıalara rast geliniyor bugünün güncesinde.

 

Hiddet artık ‘otomatik’ bir tepkimeye dönüşmüşken, televizyon ekranlarından gördüğümüzün bir oyun değil ölümün ta kendisi olduğu meydandayken her şey kalın aşılmaz ırkçılıkla sınanıyor. Barış talebi sorgulanmaya Türkiye iradesine ne kadar yakın olduğuyla, örtüşüp örtüşmediğiyle sınanıyor. Oysa ölümün siyasetine karşılık gelecek bir tavır söz konusu değildir. Öldürülenler bunca çoğalırken halen milliyetçilik hezeyanlarıyla, ezber olunmuş masallarla, kanılmış ya da inanılmış olan değişmez yaftalara sığınarak, enikonu haksızlık karşısında susarak silah baronlarına el veren, bir başka yerde bunun yolunu arşınlayan bir devletin de burada olduğu gerçeğini yadsımamız önemsememiz beklentileniyor. İsrail devleti katildir peki bu sınırlar necidir veya yanı başında ellerini ovuşturup duran kam emici ismi lazım değil ülkeler neci.

 

Hayata bunca müdahale etmekten, yok etmek sonsuz bir karanlığa teslim etmekten hiç de imtina etmeyen ülkelerin hepsi birden cidden necidir bu Ortadoğu coğrafyasında. Hınç yetmiş üç milleti içine alan bir girdabı oluşturuyor. Kör karanlık erke yakın durulmasıyla canlanan, sönümlenen bir meseleye dönüştürülüyor hep benzeş seslenişler, hiç tükenmeyen tehditler bitmeyen mihrak arayışları bu vahameti cismanileştiriyor. Ne ki dert bu kadar lalettayin böyle üstünkörü geçilecek bir mesele değildir asla. Gazze’de olan bitenler için kesintisiz kırıma karşılık kültürel kırımı, yarıda bırakılan soykırımı tamamlayacağız bahislerinin tenkit edilmeden sıradan güncelliğe dâhil edilmesi çözümsüzlüğü derinleştiriyor. Ne ki savaşa karşı, koşulsuz şartsız sözü barışa taşımak halen zor bildiriliyor. Ne ki her gün yıkılıp yeniden bina edilirken “cehennem” artık sonsuz bir makamın bizzat kendisi olarak yeryüzünde kalıcılaştırılıyor.

 

Akademisyen, yazar Louis Fishman’ın kaleme aldığı Devlet Türkiye’deki çirkin antisemitizme ne zaman yaptırım uygulayacak? başlıklı makalesini twitter üzerinden paylaşmasının ardından gelişen ve o metinde değinilenlerin nasıl da, başka bir akademisyen tarafından çekincesiz savunulduğu bahsinden bu cehennemi ortama dair yetkin bir çözümleme yapılabilir pekala. Bilecik Şeyh Edibali Üniversitesi Fizik Bölümü Başkanı, Yardımcı Doçent Doktor Ali İhsan Göker’in “Treblinka yakında hazır olacak, şu anda Yahudileri taşıyacak demiryollarını inşa ediyoruz.” sözü iletilir yazara. Müteakiben “Başbakanın yerinde olsam buradaki Yahudileri toplar, derhal toplama kamplarına postalardım.” mesajlarında bu nefret sarmalının en üstten, en alta doğru nasıl bir uzamda seyrüsefer ettiğini, nasıl da kolaylıkla sarf edilebildiğini bu sözlerin utancıyla beraber göstere gelmektedir.

 

Çürümek, bir noktadan sonra bunca gölgeleme çabasında bile artık kendini göstere gelmektedir. Eleştirel tahayyül çoktan bir kenara, akademisyen duruşu yerle yeksan ve barışı aramak, ulaşmak yerine inatla savaşın zehrine yeni eklenmeler, kanıksatma gayretleri ırkçılık ile beraber yinelenmektedir. Dahası da vardır “akademisyen” Göker’in seçme sözleri, kimsenin aklına gelmeyeceği varsayılan tespitlerinin ucu bucağı olmaksızın yaptığı nefret söylemine tepkisi ancak bugün de iyi “trol” yaptı gibi basit bir cevaptır. Bunca kolay mıdır bu sathı mahalde ırkçılık ve nefreti yaygınlaştırabilmek? Meramı kaleme alırken ne Bilecik Şeyh Edibali Üniversitesi, personelinden çıkışına dair bir özeleştiri veya soruşturma talep etmiştir, karar almıştır, ne de Sayın Göker tek cümleyle meramında bu açtığı parantezler, ileriye sürdüğü cümlelerdeki fikirlerinin nedenlerini öne sürebilmiş, hak veya hukuk bağlamında yorumlarının neden ileri sürdüğünü dile getirebilmiştir.

 

Akademiden çıkan bu ırkçı seslenişin de bir kademe öncesinde yazar ve iletişim eğitmeni Mario Levi’nin sosyal medyada yaygınlaştırılan bir boykot listesinde tıpkı bir ürün gibi değerlendirilerek adının anılması, zikredilmesi ve linç çağrısının hezeyanı karşımıza çıkmaktadır. Bir süreklilik dâhilinde nefret devletin kurumsal, özgün yapısında yer bulan tahayyülünden nihayetinde gerçekliğe bir adım daha yaklaşmaktadır. Yapıtlarında bu ülkenin gerçekliğini, yüzünü çoğu zaman fark edemediğimiz özgün bir perspektiften bunca koşturmaca sırasında bize anlatmaya itinalı bir dille yazmaya gayret eden Mario Levi’ye bu reva görülesi bir muamele midir? Alttan alınacak bir şey midir bir yazarı, her şeyden önce bir yurttaşı sırf “öteki” diye, öyle bilerek! hedef tahtasına koymak?

 

Çok da eski zamanlardan olmayan Baskın Oran’dan, Orhan Pamuk’a, Elif Şafak’a uzanan bir yelpazede isimlerin, fikirlerini savunanların karşısına da aşılamaz duvarlar bina etmenin, onları yaftalamanın nasıl bir sonucu beraberinde getirdiği muhakkakken artık ayıp değil midir? Münferittir münferit diye anılan bu tarz çıkarsamaların da bir kaç zaman sonra nasıl bir kırıma dönüştüğü, kimilerince o sözlerden dolduruşa gelinerek vatanın kurtarılması için resmen görev addedildiği bunca barizken utanılası değil midir? Rahip Santoro’dan, Zirve Kitabevi’nde boğazları kesilerek katledilen Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel’e, Hrant Dink’e o “bahisler”, “münferitler”, “şakalar” hemen sonra ölüm olmuş, karanlığı cismanileştirmiştir. Yetmemiş midir hiç kâfi gelmemiş midir bu ülkede ölümü kutsamak? Sevag Şahin Balıkçı’dan, Neve Şalom Sinagogu baskınına, Yeşilköy’deki Katolik Kilisesi tacizi ve Caferi Camii saldırısına bu sözleri hafife almak hep yıkımı getirmişken utanç değil midir?

 

Ya da “Gezi olaylarını 17 ve 25 Aralık operasyonlarını neden yaptılar. İsrail’in bekçisi olmayı reddeden, Gazze’de sesini yükselten Hükümet’i susturmak için yaptılar!” diye bahseden artık Cumhurbaşkanı Adayı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlerinin akıbetinin nasıl daha büyük parçalanmalara meyil ettirmek olduğu bunca açıkken bu acıları kanırtılan, kesintisiz sundurulup durulan birer mesele edilmesinden, gerçekteki yıkımı fark edebilmek ne zaman söz konusu olacaktır? R. T. Erdoğan’ın konuşmalarının peşinden önce internet üzerinden yayın yapan mecralardan, sosyal ağlardan, hemen ardından sokağı bir biçimde bu ırkçı yaklaşımın tezahürü olarak, el altında tutulan nümayişlerle, ertesi gün atılan gazete manşetleriyle donatılırken ciddi ciddi sormalıyız artık hangi yaranın merhemi olacaktır bütün bu hınç dolu sözler? Köşe yazılarında hiçbir türlü anlamlandırılmayacak bir biçimde yukarıda saydıklarımızdan çok daha fenalarına imza atılan kalemlerin handiyse oy birliğiyle alkış tuttuğu kıyamet çağrıları, nefret kusmalarının Gazze’nin hangi önceliği olduğunu bilen var mıdır?

 

Modern zamanlarımızın defosu falan değildir bu ırkçılık. Ezelde gâvur, şimdi mihrak, yarın başka bir tanımla atfedilecek bir büyük yaranın müsebbibidir. Kolayca kanıksamadan, acıları birbirileriyle yarıştırmadan, üzüntümüzü müşterek bir uzama taşıyarak, en önemlisi de nefreti, hıncı ve linç düzenini, Tilbe’lerden, Göker’lere uzanan, bu ülkenin vitrininde yer bulanların sözlerini boşa çıkartacak o çabalara girişmenin zorunluluğu kalıcı sınavımızdır. Beyhude yaşamıyorsak bu yurdun bir parçasıysak bu Ortadoğu coğrafyasının haline gidişatına, bunca gölgelemeye karşı avaz etmek boynumuzun borcudur. Yaşayacaksak yetmiş üç milletle birlikte ve yaşayabileceksek yetmiş üç ayrı dille bir biçimde bu sınavları zamanında vererek, kanıksamadan birlikte becereceğiz. İtinayla örülen nefret çukurlarından uzak kalabilmek için daha çok itinayla, daha çok sözle, daha çok avazla. Orada mısınız, duyuyor musunuz, umursar mısınız?

 

Resim http://palestinenotes.blogspot.com/2010/04/aida-camp-bethlehem.html

22 Temmuz 2014 Salı

Kaslarımız nasıl gelişir?

Kaslar nasıl gelişir?Bodybuilding yani vücut geliştirme sporu yapan kişileri yüksek ağırlıkları kaldırırken ve zorlanırken görmüşsünüzdür. Her sporcu kendisine uygun olan yüksek ağırlıkları kaldırarak çok küçük kas liflerini yırtar. Vücut kas lifleri yırtıldıktan sonra hemen bu lifleri onarma işine girer. Onarırken de eğer kişi yeterli protein alırsa kasları büyür ve bir öncesinden daha güçlü ve daha hacimli kaslara kavuşur.Bu yüzden vücut geliştirme sporu ile uğraşan kişiler kaslarını zorlar ve sonrasında beslenmelerine çok dikkat ederler. Sabahları 4-5 yumurta, whey protein ...

Misak Tunçboyacı/ Gerçeğin Çölünde, Sanrıları Değil Hakikati Fark Etmek

Sanrılar biteviye, daima bir örnek mermer gibi bembeyaz bir kalıt haline yakın, soluk kesmekte olağan iptidai ve rutin gibi benzeştirmeler tanımlamalar ile kol kola yan yana düzenlenmeye devam ediyor. Korkuları yerli yersiz, mesnetli mesnetsiz her durumda bir ayrışmaz öğe olarak güne dâhil eden muktedir aklı olanca hızıyla her şeyi bir hızarmış gibi dönüştürerek, daima bu sanrılar içerisinde yaşam sürmemizi temellendiriyor. Çarçabuk kabul edilebilir hiç itiraz edilmeksizin sineye çekilebilir, olur onun da yolu, bunun da zemini sağlanır diye atılan adımlar bu sanrıların güncelliğinde nefes almaksızın ensemizde boza pişirilmesini göstere gelir. Her şey rutinde kontrolde denilirken sabık aklın, sabit tahayyülleri benzersiz daha önce tanık olmadığımız sanrılara dönüştürülmektedir, el birliğiyle. Bir mizansen hali değil tamamını daha önce gördüğümüz fecaatlerin birleşiminde bir aradalığında ortaya çıkan bir suret gerçekliğimize dönüştürülmektedir hala.

 

Bin dokuz yüz seksen dört bugünün şartlarında handiyse son derece kabullenebilir olarak değerlendirilebilecek saf bir yazına dönüşüyor. Hazır her şeyin en fenası bir hayalden gerçeğe dönüştürülmüşken o metinde bahsedilenler halkların sindirebilirliğinin bir evresine dönüşüyor. Edebi metin bugünün dünyasında bir, bugünün ülkesinde iki her şeyin nereden nereye vardığını göstere geliyor. Akla mıhlanmış her detay çoğu zaman şaşırtıcı gelen betimlemeler o cümlelerden bugüne mesele haline dönüşmüş olan engellemelerin bir aradalığında nereden nereye varıldığını ifşaa ediyor. George Orwell’in literatürü bugünün aklının, devlet nezdinde her neye, nasıl dönüştürüldüğünün ön izlemesiydi. Şimdi içinde yaşaya durduğumuz ise tam sürümüdür hiç eksik gediği olmaksızın. Birbirini takip eden sanrılar, mutlak itaat için yinelenen cümleler, hep ama hep bir tehdit unsurunun cismanileştirilmesi gayreti bu tespitin kanıtlarını oluşturacaktır.

 

Bugünün ülkesi dünün hayal gücünün göstere geldiği şeylerin çoktan üzerine çıkarak, artık her şeyi bildiğimiz; felaket için temellendirildiğini anlamlandırmaktadır bakabilene görebilene ve anlama çabasına düşenlere dosdoğru. Sonrası düşünülmeksizin harekete geçen mekanizmanın yegâne görevi bu felaketlerle bir arada bir yaşam deneyimini olabildiğince seri bir biçimde kanıksatmak olduğu muhakkaktır. Yabancılaştırılan birey, haklarından feragat etmeye dünden razı edilmiş ‘personalar’ halinde bu ucube, kara deliğin dâhilinde bir o yana bir bu yana tahakküme rehin edilmektedir başlangıçsız ve sonsuz. Mütemadiyen bir yazınsal metnin kurgusundan artık taşarak bugünleri şekillendiren, ehveni derbeder etmekle bir tutan, öfkesi zerre eksilmeyen yetmişler, seksenler, doksanlar, iki binler neyse ne idiyse onu tekrarlayan bir gelenek var bu ülkede.

 

Bu sahanlık daimi olduğu üzere bahsedilen dönemlerin belirli motiflerini yineleyerek, kendini tekrar eden bir tarih uzamı üzerinden yol almaktadır. Bugünün bahsi hiçbir türlü şimdiye bir türlü ulaşamaması biraz değil, basbayağı bu kolaya kaçılan zorbalıklara sahip çıkılmasından ileri gelmektedir hala ve hala. Kolaçan edilip sınırları zorlanan her daim güncellenen bir vahamet var türlü çeşit şiddeti de içeriğinde barındıran. Sonsuz bir döngüde mutlak biat için kaçırılmaz fırsat olarak ele alınan zulümler var yinelenmeye hiçbir türlü doyulmayan. Sadece dile getirilenlerdeki hır gür, linçi, hiddeti ve kurgusal olanı ya da taslağı değil hakiki şiddeti var ediyor bu menzilde. Ötekisinin söz hakkı, yaşam hakkı, adalet hakkı istimlâk ediliyor biteviye. Azar azar değil ekranlarda da yer bulan az sonra spotlarındaki gibi resmen saniyelik farklarla, talana terk ediliyor.

 

Bir torba yasa içeriğinde bahsedilen şeylerin handiyse tamamına yakını bu doğrultuda şekillendirilen hamleleri barındırıyor hiçbir surette değiştirilemeyecek akitler haline dönüştürülüyor. Yorum bir yana ya sonra sorusuna kulaklar tıkalı, el başka şeylerle meşgul, akıl çoktan ekranda gösterilen memetalibeylerin hareketli zihin boşaltıcı gümbürtüsüne rehin kılınırken, her şey heyulaya teslimken bunun gibi nice felaket bir kararnamede, bir torba nam yasada güncelleniyor. Suskunluk ve sıra neferliği vaaz olunurken elbette bunların tamamı da sineye çekilecektir diye duyuruluyor istemsizce değil oyunun planı, edebi olandan ayrıştıktan sonra artık aleni. Sapla saman karıştırılırken herkesin her bireyin değil sadece devletlûnun hakkı hukuku gözetilen oluyor. Vurgun bir başlangıca sahip olan ama sonu hiç olmayan bir girdaba itiliyor.

 

Talimatlar yağdırılırken, buyruk ve ferman kaydedilirken bir yandan, yazılı emri alanlar onun gereğini yerine getirmek için kalem oynatıyor dört bir yanda. Kanun haline dönüştürülen şeylerin sorgulanamayacağı, artık bundan vazgeçilmesi gerektiği yinelenmeye mütemadiyen devam ediliyor. Oysa elden giden hak adalet, özgürlük ve daha fazlasıyken itimat ettikçe sırada kalmayı başardıkça ancak nefes alınabileceği yineleniyor. Bugünün yurdunda dün daima yeniden sahneleniyor. Bitimsiz bir vahşet, ya tutarsa denilerek gayet bilinçli ve bir arada yeniden kotarılıyor. Dün dündür bugün bugündür değil, her şey dünden zapt edilmişlere yeni katkılar içindir. Sınırı çok daha fazla daraltabilmek adınadır. Siyasilerimizin tüm teşviki mesaileri bu alanın daha fazla ve asla onarılmayacak bir biçimde yok edilmesi için tekerrür ettirilenlerden mürekkeptir. Hınç, kırım, zulüm, şiddet hayatı her anlamda dar etmeye devam bildiğimiz hakikat ediliyor sonsuz hakikat.

 

Kaştan gözden delil böylece cezaya dönüştürülüyor. Rezan Zuğurli’ye kesilmek istenen fatura! bunu fark ettiriyor o hakikatte nereye hiç çekinmeksizin taşındığımızı göstere geliyor. Rezan Zuğurli için önce 2010 ve 2011 yıllarında üç ayrı gösteriye katıldığı gerekçesiyle dava açılır. Zuğurli’ye, 2012′de terör örgütü üyesi olmak suçundan beş yıl hapis cezası verilir. Yargıtay’ın soruşturmayı eksik bularak bozduğu davanın yeniden görülmesi sonucu ise Zuğurli, ‘PKK terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek’ suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılır. Gerekçeli kararda “zurnanın zırt dediği yer” karşımıza çıkartılır. Kolluk kuvvetine, taş atanlar arasında olduğunu ifşa eden vurucu cümle o araya sıkıştırılır. “Görüntülerdeki kişi grup ile birlikte 2 kez güvenlik güçlerine taş attığı, kaşlar, gözler ve gözün üst kısımları, burun, burun ile dudak arasındaki boşluk, dudak ve elmacık kemik yapıları (Zuğurli ile) çok benzer bulunmuştur.”

 

Sistemin çarkları öğütmek için yine yeniden kastetmek için elinden geleni yarına bırakmamak adına trajikomik bile olmayacak bir fecaate imzasını atmaktan kaçınmamaktadır. Salt karar metninde yer bulan görüşlerin bile bu ülkede neyin nasıl okunduğunun, kimin neci sayıldığının asla şansa bırakılmadığını göstere gelmektedir. Bir belediye başkanı olarak seçilmiş olsanız da, halkın ta kendisi de olsanız, bir yerlerin isyanı, sesini soluğunu taşıyın veya onaylayın veyahut da anlamaya gayret eden olup sadece bu meselde bile dünün nasıl da güncellendiğini acı bir tecrübenin ta kendisi kılınmaktadır.

 

Dicle Haber Ajansı’nın haberindeki detaylarıyla aktarırsak, Erzurum’da hayvanlarını karşıdan karşıya geçirmeye çalışan Furkan ve İ. Çavuş kardeşler polis arabasının süratle çarptığı inekleri ölünce polislere tepki gösterdi. Tartışma üzerine silahını çeken resmi kıyafetli olan polisin kardeşlerin üzerine kurşun yağdırması sonucu 16 yaşındaki Furkan Çavuş kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Bir itiraz noktası bırakılmayan herhangi bir yanıtın karşılığının kurşun olarak geri döndüğü, basbayağı destan yazılmasının neye tekabül ettiğini göstere gelen bir kırım daha icra olunur. Bir destan bir can demektir hala, haddizatında. Yaşam hakkını, kendine bu olanağı sunan “polis vazife ve salahiyet kanunundaki” tüm açıkları kullanarak gasp eden bir katil daha aramızdadır. Dün artık dün değildir bugün her şey eskisinin eksiklerini tamamlayan bir sağlam yıkımın yolunda ilerletilmektedir.

 

Kurşunlamayı müteakiben Furkan Çavuş’un bir de polislerce dakikalarca coplarla dövüldüğü, aynı zamanda dayıları olan Hdp Erzurum İl Başkanı olan Nevzat Çavuş’un beyanında haber metinlerine düşer. Tanıklıklar, büyük devletin, büyük döv-let olduğunu, kandan ve hınçtan ve linçten ne anladığını halen en keskin bir biçimde özetlemektedir bu cehennemî yurtta. İsmail Saymaz imzasıyla Radikal’de yayınlanan haberde de Afganistan uyruklu olan 17 yaşındaki sığınmacı Lütfullah Tacik’in, Van Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi’nde darp edilerek, ölümüne yol açılmasına ilişkin olan soruşturmada, altı tanığın ifadelerinde de sahtecilik yapıldığı ortaya çıkar. Mayıs ayının sonunda katledildiği haber olan Lütfullah Tacik’in öldürülmesinden sonra döven polisin, arkadaşlarından ifade alan diğer üç görevlinin de bir örnekleşmiş, klişeleştirilmiş devlet dilinden hiç şaşmayan lügat parçalayan vecizlerden mülhem sahte tutanakların düzenlendiği meydana çıkar. Avukat Mahmut Kaçan’ın naklettiği gibi sistematik bir delil karartmadır yapılan.

 

Göz önünde, handiyse makamların tamamının da bilgisinde bir kırımı daha örtbas edebilmek için çekinilmeksizin uygulananlar bildirilir Lütfullah’ın katledilmesinin üzerinden iki buçuk ay geçtikten sonra. Elli lira için işkencenin çalışılan iş yerinde uygulanan bir yöntem olarak devletin bıraktığı odağın, hıncın hayattaki yerini sıradan bir şey halinde aksettirilmesi çabası da ilave olunabilir. Bugün dünde kaldığı sanılan her ne varsa onlardan el alan, derman bulan, yol alan, dönüşümü enikonu sağlama almak isteyen muktedirin söyledikleriyle devşirilmeye devam ediliyor böyle böyle. Hassasiyet sahibi insanlar Beşiktaş’ta İstanbul’un orta yerinde, yolun ortasında gençleri durdurup saldırabiliyor. Panik atak, görme bozukluğu, yüzde kırk üç engelli olduğu bizzat Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yapılan tetkiklerde ortaya çıkmasına rağmen, 2 yıl 1 ay hapis cezası Yargıtay tarafından onanan “Mülkiye Demir Kılınç”ın sağlık sorunlarının cezaevinde yatmasına engel olmadığına dair rapor hazırlanabiliyor mizansen değil, hakikaten. Mülkiye Demir Kılınç’ın Özgür ve Lorin bebekleriyle beraber hapsedilmesi için her şey dakika sekmeden işleme konuluyor.

 

Adaletin tecelli etmesi bir yana kitap satmaktan suçlu bulunarak terör örgütü üyeliği diye bir meselin bu ülkeden pardonluktan çok daha vahim sonuçları beraberinde getirdiği meydana çıkıyor. İşitenler az olduğundan bir anne, çocuklarıyla beraber mahpushane yollarına düşebilir, her şey bunca kör bir karanlıkta icra edilebilir ama adalet, hatadan dönülmesi söz konusu bile değildir, hala ve hala.  Uydur kaydır suçlar icat etmek, gözdağı verebilmek adına kitaplar, posterler, rozetlerden sonra, poşi, fular en sonunda da kaş ve göz sonra bir iş olarak kitap tezgâhtarlığı gibi ihtiyaç anında güdümlü yargının bu halka aba altından sopası olarak kullanabilmesi için meslekler de, suretler de tahsis ediliyor. Masumiyet karinesi ise salt sıfırlayanlara, devletlûnun dizinin dibinden ayrılmayanlara, halka ettiklerinin hesabı hiçbir zaman sorulmayacak olan zevata, zerzevata ve onların taşeronları olan katil sürülerinin tetikçilerine reva görülmeye devam ediliyor.

 

Behemehal her taraf, her gün bir başka nobranlık ile sıfır şaşırtmalı daraltılıyor. Şaşılacak bir şey bırakılmıyor artık soluk alana soluk almak bile şans olarak addediliyor. Daima bahaneler türetiliyor, hep korunmasına çalışılan devletlûnun aklı ve zikrinin devamlılığı, kalıcılığı için / adına cümleler işleniyor. Meseleler üçer beşer tarumar edilirken bize kalan bu heyulayı bir yazgı olarak sineye çekmek bırakılıyor. Zihin kadükleştirilirken dil soluklaştırılırken analiz hiç edilirken akıl verenler türemeye devam ediyor. Onca fecaate rağmen akıl diye reçetelenen şeyler sıradan için kahırlar ediliyor.Bu sıradan ayrılmanın hiç de hayırlı olmayacağını yineleyen tespitler yankılanıyor uluorta. Biteviye dile getirilenler daima “ötekisi” olarak anılanlar için kısaca muktedir olmayan herkes adına birer yargıya ve yaftaya dönüşüyor. Kolaylıkla söz edilip bahisler açılan başkalarında açılmış olan yaraların çok kolay biçimde kanatılması adına yineleniyor mütemadiyen bu sathı mahalde.

 

Devlet halka karşı halka rağmen usulden değil handiyse bile isteye zulmeden üstelik bunu da sorgusuz, cezasız kalınacağı bildirilen bir karanlık mekanizma haline eviriliyor. Hak, hukuk terane ediliyor. Adalet bir sayıklama, demokrasi erk haricindekiler için yerli yersiz bir çıkarsamaya ilintileniyor. Kötü bir şeyler mi var ki bunca ses ediyorsunuz bahsi de bütün bunun cabası olarak bir şirinlik kabilinden değil bizatihi devletin asıl yüzünü ve karanlığını gösteren olarak zikrediliyor. Mihraklık sıradan hainlik hep anılan, fular suç, kitap suç kaş ve gözün menzili bile suç bildiriliyor. Atılan adım, gidilen yol suç, çekilen nefes, içilen su suç. Bozuk plak kabilinden bir tekerleme değil bu yerde erke tabii olmayanların yaşam meselesi suç olarak işlenmeye devam ediliyor. Suç bir meselden öteye, boyunduruğun ta kendisine dönüştürülüyor.

 

Her denemede bir adım bir kademede daha devlet için yeni korunaklı sabitlikler, korkular icat olunuyor. Her aşamada başka tarifsiz acılar için yoklamalar gerçekleştiriliyor behemehal. Suç bir paranoya gibi herkesi yeri zamanı geldiğinde vurabilecek gerçek bir korku nesnelliğine yükseltiliyor. Mülkiye Demir Kılınç’a denk gelenler ile Lütfullah’ı ölüme götüren süreç bu sistemin bizatihi tükenmeyen hıncıyla şekillendiriliyor. Ne ki nefes almak artık daha bir zordur. Ne ki sınavların hepsi kalıcılaştırılmaya devam edilirken, devlete halel gelmemesi için söz yerilmeye devam olunmaktadır. Hiçbir şeyin hesabı verilmediğinden bu zamana kadar, bundan sonrası için de aynı taahhüt yinelenmektedir. Gösterile gelenler bir sonuç kabilinden denk düşürülenler bu gayya kuyusu ülkede yönetişimin her neye dönüştüğünü özetliyor. Herkese ayrı ayrı birer cehennem tahsis ediliyor böylelikle. Tutturulup gidilen yol sözün değil de hiddetin sahanlığı olarak “restore” ediliyor.

 

Tarih tekerrür eden bir devinimden bugün belagate sımsıkı sığınan her şeyi o öfkeye kurban edilecek yeni vakıalar üzerinden şekillendiriliyor. Yinelenen doksan yıllık ilke edilen meseller her defasında bunca kolaylıkla evriminin devamlığındadır acı acı. Eleştirel tahayyül fikriyatından hayatiyetine her an her mahlasta bunca girift halden kurtulma yolunun nasıl da engellendiğini ispat etmektedir. İnsanı öncelemek yerine sistemi, bu yapının daimi çatısı olan devleti önceleyen, önemseyen ve varsa yoksa bu devranı içinden çıkılmayacak derecede tahrif ederek kullanışsız kılan, bu ülkeyi de açık bir mahpushaneye çeviren kurgu hayalden gerçeğe ulaştırılır. Sanrılar bitimsiz, sonsuz tekrarlarda kendini hiç unutturmayacak derslerin birleşimi birlikteliğidir. Bugün sanallaştırılan, içimizden, evimizden ve o sınırlarımızdan ötede olduğu vurgulanan şeylerin nasıl da burnumuzun dibinde olduğunu, tüm kırımların bunca felaket ve fazlasında icra olunanların, bizatihi devletlerin eylediklerinin, esas sonuçlarının neleri göstere geldiğini hiç teklemeksizin bütünleştirmektedir.

 

Özetin özeti, Jean Genet’nin yazdığı cümlede saklıdır; “-Bir halkın utanç duyduğu suçlar onun gerçek tarihini oluşturur. Aynı şey insan için de geçerlidir.” Ezberden okunan tüm meseller bir başkası için zulmün başlangıcı ediliyordu o bahiste. Bugün burada, durduğumuz, çoğunlukla afalladığımız bu yerde, bu menzilde bunca utanç ile bir biçimde yaşayabileceksek Genet’nin atfettiği gerçek tarihi sorgulayarak, buna sebebiyet verenleri hiçbir biçim veyahut da koşul altında unutmadan, dosdoğru hesap sorarak mümkündür. Gerisi laf-ı güzaftır.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Nasıl birini ararız?

Nasıl birini ararız?%50 kendimize benzeyen, %50 ise kendimizde olmayan özelliklere sahip insanları ararız.Bir puzzle düşünün, %50 benzerlik aynı puzzle’ın parçası olduğumuzu, %50 farklılık ise birbirimizi tamamlayan parça olduğumuzu gösterir.

15 Temmuz 2014 Salı

Misak Tunçboyacı yazdı/ Sahte Cennetlere Kanmadan Cehennemden Çıkış Var Mıdır?

“Ben bir tek dev saniye içinde, hem fevkalade, hem korkunç olan binlerce eylem gördüm, hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı. Ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak çünkü dil sınırlayıcıdır.” Jorge Luis Borges – Alef’ten bir kesit..

 

Bir yerlerden belirli-belirsiz pek çok uzamdan içli dışlı olduğumuz ya da hiç tanıyamadığımız, asla ulaşamadığımız menzillerden birilerinin her gününden, bir kısmımızın dününden, birçoğumuzun bugününden ve şimdisinden seslenişler kulağımıza çalınıp duruyor. Koca kalabalıkları barındıran betondan mamul ses yalıtkanlarıyla mürekkep, her köşesi işgal edilmiş kuru gürültüye teslim-rehin edilmiş kentlerden evet o sınırlandırılmış suretlerden; çağrılar yükseliyor avaz, avaz. Muktedirin gözetimi, denetimi ve dönüştürme çabası olanca hızlılığıyla devam ederken, hep bir şeylere mani olma seferberliği o malumu ilan ederken gerçekliğin aslında neleri kapsadığını ve nasıl da belirli bir şemaya oturtulmayacak, engel olunamayacak kadar derin ve ağır yıkımları beraberinde taşıdığını duyumsatmaktadır o seslenişler.

 

Basit kolaya kaçılıp bir cümle ile özetlenebilecek bir hayatı idame etmediğimizi göstere gelen ve bu kadar korku nüvesine rağmen, sese ses eklemeye devam eden çağrılardır bahsetmeye çalıştığımız. Birilerinin duyulmaması için elinden geleni ardına koymadığı bu yerde sıradanı görünür kıldıran bir teşebbüstür o seslenişler. Dünün ezberlerinin bugün kullanılarak yeni sınavlar için, basbayağı zemin teşkil ettirildiği bir yerde seslenişler kimi zaman sıkışık kaldığımız yerlerde, tüm o boğma çabalarının biteviyeliğine karşı nefes alma çabasıdır. Boğuntuya konulmak istenenlerin esas meselleri, esas konuşulması gerekenleri, esası suna geldiği bir merhaleyi tanımlandırandır seslenişler. Kısık ya da yüksek, bir başına ya da bir kaç kişi veya çok daha farklı etmenler, birliktelikler ile beraber buranın resmi! tahayyülleridir o seslenişler.

 

Resmiyeti devletin şekillendirdiği bir uzamda gerçekliğin gayri resmi hali üzerine eklenen kelamlardır bu seslenişler erkânın bizatihi duymadığıdır. Çabaları sayelerinde hemen hiç fark etmediğimiz sanılırken, esas her şeyin nasıl da birbirini takip eden bir süreklilik içerisinde deviniminin asla şansa bırakılmadığı bir yerde hayatın her ne hallere konulduğunu bildirmeye devam edendir işte ol seslenişler. Avaza dökülen yerde muktedir olanın tüm ört basına rağmen gerçeği haykırmaya, olanı biteni anlatmaya devam eden bahislerdir o seslenişler. Dünümüz ve günümüz bir biçimde bunca seslenişi, gözlemi, çıplak gerçeği, düpedüz hakikati, eksiksiz gediksiz, tanımlamaya, paylaşmaya devam ısrarcılığı ile sürdürülebilmektedir. Unuttuğumuz yerde yeni bir felaketin kapımızı çalacağını bildiğimizden bu yana seslenişler sadece durum bildiriminden ibaret olanı biteni yad eden bir ifşaat ya da felaketlerin açtığı tahribata dair bir gözlem paylaşımından ibaret değildir asla.

 

Bugünün dünyasındaki muktedir nesnelliğinde nasıl algılandığımızı, onların perspektifinde her nereye konumlandırıldığımızı yekten ve dolambaçsız bildirendir seslenişler ve tanıklıklar. Hiddetin en normal tavra belirgin bir halde sıkıştırıldığı, öylesinin bildirildiği bu oyun hepimiz için sonlar hazırlamaktadır. Nasıl olsa karışan görüşen olmadığından birsinin acısını diğerinden üstün tutmak ayrımını o hiddet ile bildirmek bu satıh dâhilinde deneyimlenmektedir behemehal gün be gün an be an her an. Acıları birilerine karşı çekiştirilecek, siyasi bir mesele haline dönüştürüp akıl okumalara girişilmesinin tanıklığıdır gözümüzün önünde cereyan eden. Büyük ağabeylikler, ülkenin içinde bulunduğu coğrafyanın en çok sözü geçen ülkesi olma vurgusu, inadı vesair çabaların denkliğinde nasıl da kıyametleri çağıran, onları önemseyen alkışlayan bir menzile dönüştüğü ortaya çıkmaktadır.

 

Bir yerlerin kırımının felaketinin oluşumunda ucundan kıyısından destek verilmesi gayreti yetmezken, bunlar gibi pek çok farklı menzilde de o teşvikler, el altından yönlendirmeler ve akıl yürütmelerle ırkçılığı yükseltme gayreti bütün bu hezeyanların iklimini daha da net bir biçimde özetlemektedir. Teşviklerin bir sonraki adımı tırlarla silah sevkiyatları, “unsur”ların Türkiye sınırları içerisinde tedavi edilmesi, Kürd özerk alanı ya da bölgelerine yapılan müdahalelerin görmezden gelinmesi, etnik ayrımcılığı kışkırtan bunu önemseyen her durumda bir ayrışım için eldeki tüm imkânları o sahada yeniden kurgulayan, destek bulan bir menzildir oluşturulmaya çalışılan. Acılar birbirinden bağımsız değil birbirleriyle birleşik, lehimlenmiş hallerde bu ülkede her güne paylaştırılmaktadır bir kez daha, yeter ki görece haklılık kazandırılacak, erkin mağdur olacağı şayiası çıkartılabilecek bir nüve el altında bulunsun.

 

Yeter ki insanlık bahsini önemsiz bir detaya indirgeyecek bir çıkar meseli ortaya çıksın. Her şey kaldığı yerden daha büyük vahametler adına bir inatla, ayrışmaz bir hışımla beraber sürdürülecektir. Düzenin bu sorgulanamaz yapısında üstten indirgemeci, emreden, biat isteyen tahakkümü çeşitlendiren davranış kodlarıyla toplumu nihai dönüşüme, sessizleştirmeye devam eden bir çabadır karşı karşıya olduğumuz. Bu tavırlar karşısında; her daim yengilerle, yaşamak zorunda bırakıldığımız bir ülkedir varılmak istenen. Erkan için doğru tecrübe edilebilir, sınanabilir olmasından çok, ne kadar işlevsellik taşıdığı ve nasıl büyük yıkımları ulaştıracağı mühimdir o mefhumun devamlılığında. Herkes için belirgin olanı tahlil edebilmenin önüne kurulan bu set, yığıntı iktidar için ömür-zaman kazandıran bir meselenin kendisidir.

 

Bütün donanımıyla daimi bir harp içinde olan akıl, bu ve benzeri pek çok çıkarsamayla kendini var eden o savaşlara borcunu ödemektedir. Çok daha fazla ezen, talimatlar yağdıran kurumlarının önceliğinin insanlar değil mekanizmalar olduğunu güncelleyen bir heyuladır sürdürülmeye devam edilen. Bugünün ülkesi dünün en bedbin tavırlarını ambalaj güncellemesiyle beraber yeniden takdim etmektedir. Kodlanmış patriarkal tavır bütünlüğü bunun için sürekli olarak güncellenmekte, zamane şartlarına uyumu sağlatılmaktadır. Otoritenin takdimini üstlenen lacivert takım elbiselilerden bir üniformaya ihtiyaç bile duymayarak sözleriyle bu devinime olur veren çağrılara destek veren kendiliğinden görevliler ve atanmamış klikler sayesinde gidişata dair seslenişler umursanmaz bir detay haline dönüştürülür acı tükenmeksizin bile isteye.

 

Düzenin bekası adına bugünün şartlarında bunca fenalığın sorgulanmasının, tahlilinin yeri yoktur çünkü her şey kanıksatılabilir. Her şeye yeter bir sandık bahsi, erkin kronikleşmiş olan sorun yumağına karşı yegâne çözüm önerisidir. Çözüm diye dayattığı; şiddet, hınç, hiza ve askeri nizamın en güncel halinin onaylanması beklentisidir otuz iki kısım tekmili birden. Bütün saflarda, kalıcılaşan yıkımı örtbas etmek ve aşmak salt alına oya ve bir sandığa bakar. Düzen oyunu alır alamazsa gasp eder, sündürürür, hatta çalar sonuçta bu demokrasi diye anılan edimin en pespaye piyesi tüm faturalandırmaları halka dönük olmak üzere yenilenir. Mesele oy kullanmak, seçmek değil seçeneksizliğe meşruluk kazandırmak, cumhurun başının saksı, bekçi, noter olunmadığını vurgulayan gerektiğinde de şantiye şantiye gezeceğini bildiren bir kimliğin, ustanın yolunu oluşturmaktır. Oyunun handiyse tüm kuralları bunun üzerinden şekillendirilmektedir gümbür gümbür.

 

Bir ülkenin gittikçe, atfedilmiş olan muhafazakârlık segmentinde yeni kırılmaları ve çok daha büyük sorgulanamayacak dönüşümleri için “sandık” temel bir başlangıç noktasıdır böylesine dönüştürülendir. Hepi topu bir balkon konuşması ile esasında her ne olacağının ilkin tatlı tatlı dillendirileceği ve o merhaleden sonra kopacak kıyametlerin de başlangıç vuruşudur. Devlet kendi alıştığı pratiği içerisinde bu alışılageldik rutini bir hamle olarak bellemekte ve eksiğin tamamlanacağı mesel olarak ele almaktadır. Oysa yalın gerçek, bu yıkım arzusunu göstere gelmektedir. Tükenen insanlıktır. Ezber olunmuş klişeler, vurgular ve çıkarsamalar bu dönüşümü nihai bir sona vardırana kadar güncellenecektir burada. Kinin her neye dönüştüğü, neye yol verdiği meydana çıkmaktadır azar azar, usul usul değil, birbiri peşi sıra hamlelere ev sahipliği yapılan bir güncellikte.

 

Keskin laik söyleminin bu ülke siyasetinde hala konuşulmayan yaptığı tahribat sözüm ona karşı yanıt olarak “milli” takısıyla endamını gösteren iş bu muhafazakâr dindarlık kuşağında da yinelenmektedir. Vesayetin hep lafta sonlandırıldığı şeklinin ve cisminin düzenlenerek, dönüştürülerek halka siz bizi yönlendiriyorsunuz bakın burada sandık ve oyunuz, yalnız geçen seçimlerdeki gibi trafolara kedinin girebileceği hazin vakıaların refakatinde sonuçlar duyurulabilecektir. Vesayet tüm bu kadroların en üstten en alta, tek bir faaliyet doğrultusunda bilumum kısıtlandırmayı devam ettirmektedir her şey ustanın yola devam etmesi içindir. Sorunların asla sorun olarak ele alınmadığı bir menzil hemen her şeyin bu yönetişim kastına yönelik bir fenalık, her sözün komplo, her eylemin darbe, bir ses ettiğimizde işittiğimiz o alarm zillerini çaldıran şeylerin iki katı çoğaltıldığı ‘dokunan yanar’ bahsinin sahici, kalıcı bir merhaleye evirildiği bir ülkedir.

 

Elitlerin vesayetinden, milli motifine haiz tabi bir oy potansiyelini kıllanarak gelişen, sivil bir vesayet böylelikle ortaya çıkmaktadır. Ne ki dert olan sadece bu doğrultunun güncellenmesi el değiştirmesi değildir. Devletin şeklen her zaman olduğundan daha derin, çok daha baskın, daha çok denetleyen, daima fişleyen ve fırsatını bulduğunda da yok eden bir mekanizma olarak kalıcılığını kutsal bir görevmiş gibi tabulaştırılarak sürdürülmektedir. Ezber olunmuş sözlerle dile getirilmiş, uygulamaya geçilmiş bahislerin daimi bir paranoya üstünden! fütuhatçı milliyetçilik, dini motifleri siyasi rant, mevzi kazanmak için kullanmaktan kaçınmayarak ve çok fazlasıyla bu tabulaştırmalar düzeneği devam olunmaktadır. Kemikleşmiş olan sabitlikler, birbiri ardına sabıkalı tahayyüllere evirilmektedir.

 

Her şey çözümlenebilmiş gibi bir vaveyladır kopup gidiyor. Kendi tekrarından sıkılmayan cenah yeni ayrıştırmaları yıkımları temellendiriyor. Ne ki artık sıradan olan için adım atacak menzil kalmamış durumda. Dört yan yağmaya peşkeş, rant için paylaşılmaya devam ediliyor. İstikbal için zulme olur vermeye devam eden bir zihne açıktan rehin edilmeye devam ediyor. Kıyametler kapıdan olmazsa bir biçimde bacadan buyur ediliyor, yeter ki düzenin bugünkü hali sürdürülebilsin. Yeter ki usta eylemeye, herkesin her şeyine karışmaya karar mercii olmaya devam edebilsin. Yeter ki usta akıl karışıklığından daima uzakta yazı akardan geçen o günkü hedefe konulacak kimler, hangi kimlikler varsa ona karşı söz edebilsin, iki satır o da linç için hedef gösterebilsin.

 

Daha yakın zamanda Gaziantep’de düzenlenen nümayişin bir benzeri, bugün unutsak da pek çok şeyini yaşadığımız ülke tarihinin unutmayacağımız yaralarından birisine mesken olan Kahramanmaraş’taki Suriye’li göçmen istemiyoruz kalkışmasında yinelenerek cismanileştirilebilsin. Hınç eninde sonunda linçe ve ötekisi olarak başta bulunanın dilinden, onun gözetiminde yayınlanan kitaplardan, gazetelerden ekranlar ve daha pek çok mecradan bangır bangır yayınlanan ırkçılık teşviklerinin cehennemî neticelerinden birisini göstere gelmektedir. Ortak yaşam iradesi veya çabalarının tamamına yakınına bu menzilden, daha önce pek çok kez bahsettiğimiz gibi bir öfke bilinçli bir biçimde yok etmek, def etmek, silmek adına ve için kullanıla gelmektedir bunca rahatlıkla.

 

İsrail dölü! lahzasının üzerinden çok zaman geçmeden bugünün sıra neferi olmayı bir başarı olarak değerlendiren makam ve mevkilerini, gelecek tahayyüllerini o doğrultudan ilerletenlerin bahislerine konu ettikleri bir devlet şiddetine karşı hemen tüm Yahudi nüfusuna karşılık gelecek seslenişler, yaftalamalar giderek bu düzenin her neye benzeştiğini fizandan değil, yakınımızdan duyurmaktadır. Seslendirilmesine müsamaha asla gösterilmeyen şeyler bu ülkenin yaralarını derinleştiren bir ayrıştırma çabası olduğunu göstere gelmektedir. Dert buralardadır, bunca kolaylıkla nefret, hınç ve soluk almaksızın ırkçılığın rahatlıkla siyasette malzeme edilebilmesidir. Kalıcılaştırılmak istenen bu düzeneğin cumhurbaşkanı seçiminde sonra devamlılığı için sürdürülmektedir.

 

Hiçbir sorun çözülmemişken, halen yaralar kanamaya devam ederken, davalar muallâkta konulmaya devam ederken, bir dolu soru halen yanıtlanmayı beklerken nefret dili, muktedir lügatini oluşturmaktadır hala. “Başbakanın kullandığı dil nefret ve düşmanlaştıran dildir. Akp’ye oy veren insanlara karşı biz bu dili kullanmayacağız. Sırf Akp’ye oy verdi diye bir grubu düşmanlaştırmayacağız. Ama Başbakan’a göre bu böyledir. Başbakan’a oy vermeyen herkes düşmandır, vatan hainidir. Bu dil, polisin kullandığı şiddetin nedenidir, Gezi’de gençlerin katledilmesinin nedenidir. Bu dilden vazgeçmediği sürece 76 milyon kişinin cumhurbaşkanıyım dememeli. Bütün Türkiye’yi kucaklayan bir mesaj vermediyse, Sivas katliamı ile yüzleşmediyse, Rojova’daki katliamlara dur demediyse, Roboski ailelerinden, Berkin Elvan’dan özür dilemediyse asla Türkiye’nin cumhurbaşkanı olmayacaktır” Hdp’nin Cumhurbaşkanı adayı olan Selahattin Demirtaş’ın dile döktüğü meramdaki gibi açıktadır her şey görebilene.

 

Seçim güncesinden bağımsız olarak başlı başına derdin büyüklüğünü göstere gelmektedir. Çünkü tahribat ve yıkım erke asla kâfi gelmemektedir. Toprağa ve yaşama yapılan yetmiyor bir de zihin bir hışımla, hızlı hızlı kötürüm eylenmeye çalışılmaktadır. Düşünce tam kapasite iğdiş edişler had bildirimleriyle sıfırlanmaya devam edilmektedir. Bütün bunlar için -bu daha başlangıç- bahsiyle bu günlerin arkasının geleceği biteviye yinelenmektedir. İçinde alenen kalakaldığımız cehennemî ortamdan “sahte cennetlere” kanmadan bir arada çıkmak mümkün müdür. Bir yol var mıdır? Yeni diye sunulan bu ülkenin hiç eskimeyen alışkanlıklarından kurtularak, nihayetinde, eksiği gediği olmadan, yüzleşerek ortak bir geleceği bina etmesi halen bir ütopya mıdır? Söz kesintisiz olarak bu nobran, tekçi, ırkçı ve dahası fenalıkları eylemekten hemen hiç kaçınmayan muktedir aklına karşı seslenmeye devam etmektedir. Önemser misiniz? İşitir misiniz? Kale alır mısınız?

 

 

 

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Neden Kilo Alıyorum?

Karmaşık bir organizma olan bedenimizin tek bir amacı vardır; ‘hayatta kalmak’!..Atalarımız bizim gibi şanslı değillerdi, her gün yiyecek bulmak için amansız bir mücadele veriyorlardı, üstelik ertesi gün yemek bulmak da garanti değildi. O yüzden bir yemek kaynağı bulduklarında yiyebildikleri kadar yiyor ve böylece kalori depoluyorlardı.O dönemlerde kalori depolamış, yani vücudu yağlanmış olanlar zayıf kişilere göre açlığa daha fazla dayanabiliyor ve bu yüzden hayatta kalma şansları yükseliyordu.Dünyanın her yerinde insan denen canlının yağlı ve yüksek kalorili yiyeceklere zaafı ...

Mahsum Teyfur/ İKTİSAT, KADIN VE EDEBİYAT

Duygular bazen o kadar çok karmaşık olur ki, anlatamaz, dile getiremez, yazamazsın.

Karmaşık duygular içerisindeyim. 4 yıllık İktisadi ve İdari Bilimler fakültesini bitirmenin hem heyecanını hem de üzüntüsünü yaşıyorum. Eğitim hayatımın başında da sonunda da hiçbir zaman gelecek kaygısı yaşamadım. Fakat okuduğum bölüm ruhumda büyük tahribatlara neden oldu. Aldığım eğitim gereği, birçok ülkenin ekonomik ve idari yapısını inceleme ve araştırma imkânım oldu. Paramparça edilmiş Ortadoğu, sadece petrolle ayakta durmaya çalışan Arap ülkeleri ve insani değerlerden yoksun kapitalist sistem… Bunca olumsuz şeyleri şimdilik irdelememe karar aldım ve buna vesile olan da kadın ve edebiyat(Zezo ve edebiyat) oldu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, sekiz yılı aşkın dostum, arkadaşım ve duygudaşım Zezo(Zeynep) ile konuştuk uzun uzun. Değerli, kadim dostum sosyal olaylara duyarlılığı ve alakasıyla, Ortadoğu ve Mezopotamya’nın tüm güzelliklerini <kadın> kavramında barındıran ve yaşayan bir örnektir benim için. İktisadın, kendi içimde var ettiğim edebiyat dünyamda yarattığı tahribatı, duygu yerine reel kavramları yerleştirdiği sitemini zaman zaman dile getirmiştim. Kayıplarım büyük ve ağır geliyor bana. Susuz hissediyorum kendimi. Ortadoğu edebiyatıyla beslendiği halde, Ortadoğu petrol ülkelerinin çıkardığı petrol kalitesiyle ilgilenen hafızamın bende yarattığı çelişkinin getirdiği huzursuzluğu yaşıyorum. Aldığım eğitim sonunda bilinçaltımla duygularımın kavga edişine tanık oluyorum. Bilinçaltımı edebiyat dünyasıyla detaylandırdığım için mantığımın yenilgisi gün yüzüne çıkıyor. Amin Maalouf’un <Semerkant> adlı kitabında Ömer Hayyam’ın, Nizamülmülk’ün, Hasan Sabbah’ın sohbetleri ve münakaşalarının bilinç altımda çok detaylı bir şekilde yer edindiğinin farkına varıyorum. Okuduğum ve üzerimden tesiri hiç geçmeyen, fakat yaşadığım bu dört yıllık eğitim hayatım boyunca, okurken içinde kaybolduğum halde geri dönüp yeniden incelemeye fırsat bulamadığım birkaç eserden biri Amin Maalouf’un <Işık Bahçeleri> dir. Bir diğeri Mehmet Uzun’un <Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık> eseri olup bu eserin aydınlığıyla yaşıyordum. Hasan Sabbah’ın <Alamut Kalesi> ne gece uyumadan önce, gizliden girip dolaşma imkânım vardı o kalede. Yaşar Kemal’in <İnce Memed> eserindeki gizli kahramanlardan biri de bendim. Ve beni, bölgeden bölgeye, coğrafyadan coğrafyaya, kıtadan kıtaya götüren nice yazar ve kahramanlar vardı. Böylesi bir çelişkiyle eğitim hayatımı noktaladım. Ve bugün bunları yazmama sebep olan kişi Zezo oldu. Her zaman ki gibi, susuz kalan yüreğimi, Munzur’dan akan suyla buluşturdu.

Yaşama estetik ve güzellik kazandıran kadın ve kadının varlığıdır. Benim ruhumda da, geride bıraktığım, fakat ihtiyaç duyduğum duygunun gün yüzüne çıkışında ve duygularımda tekrar estetik kazanmasına Zezo gibi, kadın kavramının doluluğunu ve anlamını bedeninde ve ruhunda barındıran dostuma borçluyum.

-Zezo:  Mahsum, senle bir gün Ulu Camii’nin ön kısmındaki kahvelerin birinde şiir, deneme yazalım. Hatta belki kitap bile yazarız. Melik Ahmet’i gezeriz, surlara çıkarız. Bakarsın belki oradan da üstat Mehmet Uzun’un mezarına gideriz. Uzun süredir ziyaret edememiştik.

-Ben: Neden olmasın Zezo..? Çok iyi ve yaratıcı bir fikir. Diyar-ı Bekir’i anlatacaksan ve bu halkın adına şiir yazacaksan Ofis’te tabii ki olmaz. Oturup Melik Ahmet’te, Ulu Cami’de bir kahvede yazacaksın.

Ben de tekrar bu duyguları yeşerttiğin için sana sonsuz şükranlarımı sunuyorum Zezo. Ulu Cami’de en kısa zamanda buluşmak dileğiyle…

8 Temmuz 2014 Salı

Akın Olgun /İslam fobi(miz) var!

Olmaması için çok neden sunulabilir ama içime ufak ufak yerleşen o duygunun sahibi sadece kendim değilim biliyorum.

 

AKIN OLGUN

 

Olmaması için çok neden sunulabilir ama içime ufak ufak yerleşen o duygunun sahibi sadece kendim değilim biliyorum.

Kendi yaşam biçimini toplumun tümüne dayatan bir anlayış bunu besliyor. Kafa kesen, Alevi, Şii olduğu için katleden, kurşuna dizen, tecavüz eden, insan ciğeri yiyen, kesik başlarla poz veren, bir çocuğun başına silah namlusu dayayarak bununla eğlenen ve cennet beklentisi ile kan içenlerin “özgürlük savaşçısı” olduğuna iman eden, hak veren, o ‘‘Resmi İslam’’ ile, onun yan seslerinin ürettiği bir duygu bu.Onlar kendilerinden gördükleri o “özgürlük savaşçılarına” seslerini çıkarmıyorlar. İçten besledikleri kanlı sempatilerini de gizlemiyorlar. Politik çıkarlarına ve en önemlisi iktidarda bulunan fikirlerinin destek sunduğu bu yapılara moral mesajları attırıyorlar.Öldüren Müslüman, ölen Müslüman, destek veren Müslüman… Dünyanın bir başka bir yakasında Müslüman oldukları için başka inanç sahipleri tarafından öldürülenlere dökülen o gözyaşları geliyor akla. Akması gereken, bir sululukmuş meğer. Gösteri ve PR için en iyi malzemedir gözyaşı. Her ağlayanın masum olduğuna inandıran o algıya, hep beraber tecavüz ettiler.Salya sümük “değerler” hepsi. Yalan, hem de kocaman bir yalan.Otuz beş insanı diri diri yaktılar ve karşısına geçip seyrettiler. Dillerinde Allah, ellerinde benzin bidonları vardı. Ağlamadılar bile. İki damla gözyaşı dökmediler. Değmezdi çünkü. “Ohh oldu” iç rahatlamasıyla başlarını secdeye eğdiler. Dualar yakanlara edildi. İflah olmaz o cennet beklentisi için kesilecek kafa varsa kesilmeli, yakılması gereken varsa yakılmalı, canı alınması gereken varsa alınmalıydı. Aldılar. Yakanların avukatları oldular, avukatı olanlar sonra Adalet Bakanı oldular. (Bkz Şevket Kazan) İçlerinden hiç biri “hayır olmaz” demedi.Hatırlayın ve dönüp bakın o günlere. Medyası, Hükümeti, Askeri, polisi, kelli felli yazarları, Kemalist’i, İslamcısı, Liberali, demokratı, “tahrik” diyerek el birliğiyle temizlediler yakanların ellerini, yüzlerini. Hepsi oradaydı. Sihirli ve kurtarıcı buluş “tahrik” ile yakılanların derisini ipe serip kuruttular.“Mini etek giymişti, tahrik oldum” ,“İnancıma hakaret etti, tahrik oldum”, “bayrağı indirdiler, tahrik oldum”,” yazdığı yazı milli onurumuzu zedeliyordu, tahrik oldum”, “misyonerlik yapıyordu, Müslüman mahallesinde salyangoz satılır mı? Tahrik oldum”, “benden boşanmak istiyordu, erkekliğime dokundu tahrik oldum” Tecavüz, cinayet, katliam hepsi bu sihirli kelime içinde bir anda masumiyet kazanıyordu. Cinsel tahrik ile siyasi ve toplumsal tahrik arasında kurulan o bağlar hep birbirinin kankasıydı. Donlarında taşıdıklarını, beyinlerinde çadır kurdurtmuşlardı. Onlar tahrik edici bu “masumiyeti” hep sevdiler. Çünkü suç ortağıydılar.Yani Efendiler, sizler Sivas katliamını “tahrik” içine alarak hep beraber devletin örgütlediği bu büyük cinayet organizasyonunu akladınız. Merak eden, o gün kim ne demiş bakabilir.Yakanların fikri iktidara taşındı. Aradan yıllar geçmişti. Bir ses bağırıyordu “Cem evi cümbüş evi”, bir ses bağırıyordu “Biliyorsunuz Alevi”, Bir ses bağırıyordu “El ele geziyorlar, kızlı erkekli oturuyorlar”, bir ses bağırıyordu “Türbanlı bacıma saldırdılar, üstüne pislediler” O ses hiç durmadan bağırıyor… Ön kimliğinde ve siyasetinde dini süslemeler yapıyor ve kullanıyor. Allah diyor, peygamber diyor, İslam diyor.Katliam görüntüleri hemen yan sınırından içeriye akıyor. Korkunç görüntüler. Hiç birinden ses çıkmıyor. Kem, kümlü yazılar atılıyor ortaya. Görüntüler tüm dünyaya taşınıyor. “Özgürlük savaşçısı” dediklerinin ellerinde kesilen başlar var, ciğerler var, din adına verilmiş tecavüz fetvaları var. %99 Müslümanlığı ile övünen ülkeden ses çıkmıyor. “Benim adıma öldürme” demiyor. “Dinde zorlama yok ”diye sevgi böcüğü rolüne bürünenler, şimdi birer ölüm savunucusu. Söyleyin bu nasıl oluyor?Şimdi “vay İslamofobik bunlar” diyorsunuz, evet çünkü siz besliyorsunuz bu duyguyu. Siz büyütüyorsunuz.“Hayır” diyen varsa önden buyursun.

Akın Olgun BirGün gazetesi

http://birgun.net/news/view/-islam-fobimiz-var/1194

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Akın Olgun /Yaktılar yine yakacaklar (Hatırlatma)

Yüzleşmekten nefret ediyoruz çünkü Türkiye’de insanlığa karşı işlenmiş tüm suçlara sessiz kalışımızı hatırlatıyor bize ve vicdanlarımızdan kalan artıklarla kurtarmaya çalışıyoruz dünü, bugünü ve muhtemelen yarını.Sivas’ta cayır cayır yakılırken insanlar seyirciydik. Haber kanallarının başında an be an seyrederek geçirdik o saatleri. İnsanlığımızı ricat ettirdiğimiz o günden bugüne sessizliğe gömdüğümüz yüreklerimiz sadece boş bir teneke gürültüsü çıkarıyor göğüs kafeslerimizin içinde. Dokunmadan yaşamayı kendimizi kurtarmak zannettikçe küçülüyoruz oysa. Biz küçüldükçe güçleniyor kötülüğün iktidarı.Dillilerinin ar damarı yok… “Milletimiz için hayırlı olsun” ile Sivas davasının zamanaşımına uğratılmasını selamlarken rahatlar ve dahi dinini kin, kinini din yapmışların, imana yatırılmış sözlerin arkasından bir bardak su içip ‘Yanmışlarınızın canına değsin’ tarzı bir iç rahatlamayla kararın tadını çıkarıyorlar adeta.Başbakan yargının bu kararını hayırlara havale ederek, 34 can’ın yandığı gün orada olduğunu ve kendisinin de “yakın hepsini” diyerek slogan atan o dindar neslin içinde bulunduğunu itiraf ediyor. Anlıyoruz ki eğer o gün Recep Tayyip Erdoğan kitlenin arasında olsaydı bir kibrit de o çakacak ve yananların çığlıklarını duydukça tüm imanıyla haykıracaktı: “Yakın hepsini.”Devlet, provokasyonlarının kitlesel desteğini hep dindar ve milliyetçi kesimden devşirdi. Devlete yakın olmak, kirlenmek ve kirletilmek dışında aynı zamanda suça ortak olmak demekti. 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi… Hemen hepsinde kullanılan kesim, bu çevreler olmuştur. Hocalı mitinginde gördüğümüz pankartlar, atılan sloganlar, İçişleri Bakanı’nın konuşması, Başbakan’ın kürsüden mitinge katılanlara sunduğu destek, Adıyaman’da Alevilerin evlerinin işaretlenmesi, Uludere katliamının hemen ardından Genelkurmay’ın tebrik edilmesi gibi rezaletlerin hepsi devlet eliyle örgütlenmiş tüm katliamların ruh mirası yoluyla yaşadığını gösteriyor bize. Bu ruh birlikteliği iktidarın ağzından çıkıp hepimizin üzerine boca ediliyor. İstanbul Üniversitesi’nde devrimci, demokrat öğrencilerin davanın zamanaşımına uğratılmasına dair yaptıkları protestoya taşla, sopayla saldırarak “yaktık, yine yakarız” sloganı atan ve kendilerine Müslüman Gençlik diyen kesim buna verilecek son örnek olabilir. Başbakan’ın hayırlara vesile ettiği karardan aldıkları gücü kullanan bu kesim şimdiden devletin kucağını oldukça sevmiş gözüküyor.“Yaktık, yine yakarız” sloganının patronlarla olan ortaklığı da bu işi tamamlıyor.11 işçi yanarak can verdi kaldıkları çadırlarda. Haber kanalları olayı “Son Dakika” anonsuyla verdiler. Gelişmeler ve görüntüler anında haber kanallarına düşecek ve olayın detayları hakkında bilgi sahibi olacaktık ama olmadı. “Son Dakika” haberi bir türlü görüntüye dönüşmedi. Aradan bir saatten fazla bir zaman geçti. Yanarak ölen işçiler bir son dakika haberi olarak kaldılar öylece. Kanalların doğal yayın akışı arasında verdikleri bu alt yazılı haberin bir türlü görüntüye ve ayrıntıya dönüşmemesi akla ‘‘kimin bu inşaat?’’ sorusunu getirdi. Anlaşılan o ki kimse yanlış bir şey yapmak istemiyordu. İnşaatın kime ait olduğu, iktidarla bir bağının olup olmadığına dair tüm muhtemel sorular netleşmeye ve bir politika belirlenmeye başlayınca son dakika haberi olmaktan çıkıp saatler sonra verilmeye başlandı ayrıntılar. Ota, boka her şey için yayınını kesip canlı bağlanan kanallar, 11 işçinin cayır cayır yanarak can vermesini yayın akışının kesilmesi için önemli görmediler.Milyonlarca dolarlık iş yapan inşaat firmaları ve İstanbul’un her yerinde sonradan görme bina sektörünün yeni aktörlerinin cilalı dişlerinin arasından boğazlarını gördüğünüzde anlarsınız ne kadar aç olduklarını ve asla doymadıklarını. Çalışan işçi ve emekçilerin hayatlarını bir çadıra sıkıştıran ve ayaz’a mahkûm edenler sadece zengin ama içi boş birer et parçasıdırlar.Sivas’ta aydınları yakarak coşan kitle ile, 11 işçinin kaldığı çadırda yanarak can vermesine neden olan patronlar birbirlerinin ikizidirler. “Yaktık yine yakarız” diyenlerle, yanan işçilere iş kazası süsü vererek Allahtan rahmet dileyen patronların çıkış noktası aynıdır. Her ikisi de sistemi korumakla mükellef aktörlerdir.Dillerinden düşürmedikleri o “büyük”, o “yüce”, o “güçlü” devlet, Sivas’ta yananları seyretmiş ve katillerin işlerini bitirmelerini beklemiştir. Tıpkı Maraş’ta olduğu gibi…Ve bugün, 11 işci çayır cayır yakılmıştır. Onlar Başbakan’ın “ayaklar baş olmaya kalkınca” sözünde bahsettiği “ayaklar”. Onlar namuslarıyla para kazanıp ailelerini geçindirmeye çalışan ama hiçbir iş güvenliğine sahip olmayanlar. Onlar öldükten sonra bir günde patronlarca sigortalananlar.İşciler cayır cayır yanarken, oturmuş ve başlarına gelebilecekleri hesaplayarak sigortasız olanları öldükten sonra sigortalamışlardır. Hem de henüz işçilerin yanan bedenlerinin kokusu olay yerinde dururken.Başbakan şaşırtan bir sakinlikle, yanarak ölen işçiler için kürsüden iki kelam etti ve patronlara o kadar kazanıyorsunuz bunu da yapmayın yahu şeklinde nasihat buyurdu. Sivas katliamı davasının zamanaşımına uğramasını da aynı sakinlikle karşılamıştı Başbakan ve “millete hayırlı olsun” diyerek yakanların yüreğine su serpmişti.“Yaktık yine yakarız” diyenler ile “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?” sloganları atanların ellerini kollarını sallayarak büyük bir çiğlikle ortalıkta dolaşabilmeleri ve mantar gibi pırtlamaları boşuna olmasa gerek…Başkalarının bir şeyler yapmasından medet umarak evinde hayıflanan, evinde homurdanan insanlar olmaktan çıkamaz ve ricat ettirdiğimiz o vicdanlarımızı sokağa taşıyamazsak yok edilmeye devam edeceğiz.Bu devletin ve adamlarının soğukkanlılıkları insanların başına daha nelerin gelebileceğinin işaretini veriyor.

AKIN OLGUN

18/Mart 2012 / BirGün Gazetesi