26 Aralık 2015 Cumartesi

Hakan Mengüç Denizli Semineri

Denizli’de Pamukkale Üniversitesi ve Bemar’ın katkıları ile muhteşem bir seminer gerçekleştirdik. 1200 kişinin katıldığı seminerde bilinçaltı, tasavvuf ve Mevlana konuştuk. Sonunda Hüsamattin Oğuz’un seslendirmesi ile ney taksimi ve şiir dinletisi gerçekleştirdik. Görüntüler ve videolar aşağıda.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Şeyh Zakzaki’nin huzurunda bir kez daha sınıfta kalmak/Akın Kaya

ŞEYH ZAKZAKİ’NİN HUZURUNDA BİR KEZ DAHA SINIFTA KALMAKeyh

Nijerya ordusu, 13 Aralık 2015 Pazartesi günü Nijerya’nın Zaria kentinde Şii lider Şeyh İbrahim Zekzaki tesadüf odur ki ülkede faliyet gösteren Boko Haram terör çetesinin insanlık dışı eylem ve cinayetlerini kınamak için yaptığı konuşma esnasında Şeyh Zakzaki’yi tutuklamak istemiş konuşmayı dinleyen sivil kitlenin buna itiraz etmesi ile askerler ağır silahlar da kullanarak bir katliam gerçekleştirmişlerdir. Sayısının hala bir netlik kazanmadığı bir çok haber kaynağına göre 500’ün üzerinde masum sivil yaşamını yitirmiş, ordu güçleri saatlerce alanı ablukaya alıp akıl almaz vahşet ve infazlar gerçekleştirmiş, herşey bitiğinde ise askerler İŞiD bayrağı açıp kutalama yaparak katliamın amacını tüm Dünya’ya mesajını vermiştir.

Esasında bu mesajı uzun yıllardır ve Dünya’nın bir çok çoğrafyasında verdiler de bizler görmeyi, anlamayı pek istemedik veya anlamak işimize gelmedi kolayı tercih edip kulak ardı ettik.

Her katliamları bir sonrakinin habercisiydi oysa, Suriye kaosu başladığında kendilerine sözüm ona ”cihadcı” diye adlandıran terör çeteleri bir bir masum sivilleri kestiğinde bu hareketin çok katılımcı ve kapsamlı bir proje olduğunu kendimce dile getirmiştim. Sahada gördüğümüz insanlıktan çıkmış vahşi örgüt militanlarının birer kiralık katil olduğu, perde arkasında vahabi Suud rejimi müttefiği siyonist İsrail, kuyruğu batının elinde olan petrol zengini birkaç Ortadoğu arap ülkesi ve AB/D ile Türkiye yönetimin kukla oynatıcısı olduğu bu listedeki her ülkenin farklı hedef ve beklentileri olsa da kesiştikleri nokta Dünya üzerinde ki tüm Ehlibeyt dostları, taraftarları Alevilerin imhasıdır.

Burada veya başka bir platformda yeniden bir Alevi tanımı yapmanın lüzumsuzluğunu ve maksatının malum imhacı akılın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağı gerçeğini de kısaca belirttip yazıya devam edelim..

 

Bu şer projenin nezdinde gayrısız Hz. Ali (RA) nin zikredildiği her dilin, evin, yurdun, milletin vs düşman sayılıp yok edilmesi gerektiği gerçeğini görmezlikten gelip kendi içimizde, çok uluslu ve şeytani bu yapılanma karşısında ideolojik ve ırksal etkileşim, dayatma ile kendini tarifleme farklılaştırma beyhude çabasında olan Türkiyeli Aleviler hayati bir yanılgıya düşürülmüş olsa da ilk olarak Suriye Laskiye Alevi katliamında ucu kendilerine kadar dokunacak olan bu projeye karşı cılız da olsa ses çıkarttılar ama bu ne yeterliydi ne de tüm Dünya’da durmayacak olan Alevi katliamlarına karşı acil bir bilinç kazandırmıştı.

 

Siyasal analizlerin şamatasından sıyrılıp etrafımızda ki bu gelişmelere manevi manada baktığımızda yüreğimizin titremesine mani olmanın imkansızlığında kahır olmamak elde değil.

İmam Ali’nin “Beni seven bir dağ bile olsa musibete uğrar.” sözünde ki bin çoğrafyanın binlerce dağıyız oysa, musibet bizleri bir gün Yemen’de, bir gün Sivas’ta, bir gün Pakistan’da, bir gün Zaria’da buldu ve yarında bulacak, bu bizim şerefli kaderimiz, bu bizim bedelimiz.

Nijeryada’ki katlima Türkiye Alevi İnsiyatifi’nin kınama bildirisi elbette çok kıymetlidir ama yeterli midir? Söze geldiğinde 20 milyon Alevi’nin yaşadığı bu topraklarda uzak bir ülkedeki Alevi katlimanına 20 kişi mi itiraz, isyan etmeliydi! Şeyh Zakzaki’nin o yaralı fotoğrafına baktığımızda hiç mi ar duyup gücümüze gitmedi?

Toparlayacak olursak, düşmanın aleni ve acımasız hedefi derdi sensin. Sen! Afrikanın orta yerinde yaşayan bir siyahi Nijerya’lı Şii ile çıplak ayaklı mazlum Yemen’li Kusi ile tekkesi elinden alınmış Kosava’lı Bektaşi ile Irak’ta ki Kakai Kızılbaş Kürd ile aynısın hiç boşuna gözünü, kulağını, aklını, kalbini kapatma ya da kapat tekfirci çeteler gelir bulur açar Maazallah.

İmam Caferi Sadık ”Bizi sevdiğini söyleyip de düşmanlarımızdan beraat etmeyen yalancıdır”

 

10 Aralık 2015 Perşembe

TEKFİRCİ SOL VE DİN GERÇEĞİ/ Akın Kaya

TEKFİRCİ SOL VE DİN GERÇEĞİ

‘Devrim anlık bir olay değildir’

Zamanın ve egemenlerin acımasızlığı karşısında kendini yenilemeyen, koşullara ayak uyduramayan her düşünce marjinalleşme veya yok olması kaçınılmazdır. Böylesi bir durumu inkar ve göz ardı etme rehaveti hatta eleştiriye tahammülsüzlük ise o körü körüne biat kültürünün akla ve vicdana sirayet ettiği hastalığın bir septomudur.

Türkiye’de ki hukuksuzluk, anti demokrat uygulamalar, özgürlüklerin kısıtlanması, ekonomik dengesizlik (liste kendi içinde uzayıp gider) had safhada olduğu gerçeği yanı sıra dış politikası ile mevcut iktidarın üstlendiği acımasız misyonu hepimizce malum. Önümüzde ki süreçte yaşanan faşizmin daha bir katmerleşeceğini sezmek için alim olmaya lüzum yok kaldı ki 7 kasım genel seçim sonuçları iktidarın cesaretini ve iştahını ziyadesi ile kabartmıştır.

Peki ‘hırsızın hiç mi suçu yok?’ var! Var hemşerim üstelik alası var. İlmi, beşeri ve dini manada ve Sol ideolojinin fıtratına bakıldığında iktidardan memnun mesut olanlar ezilenlerin her biri birer devrimci veya en azından faşizmden şikayetçi olması gerekenlerdir. Oysa belli başlı birkaç mahalle ve kasaba dışında işçisinden işsizine, köylüsünden şehirlisine geniş bir yelpaze içinde büyülenmişcesine -Sultanım çok yaşa! Dedi. 12 eylül travmasını ve ağır saldırısını elbette göz önünde bulundurup kitleler ile Sol-un birbirinden koparılması sonucunu gözden uzak olmanın gönülden de uzak olmasını hesap ediyoruz fakat Sol-un da şapkasını masaya koyup derinlemesine ‘biz ne oluyor(uz)’ diye sual etmesinin ivediğilini telafuz etmenin de boynumuzun borcu olduğunu ayrıca biliyoruz.

Benim bu yazıda dile getirmek istediğim naçizane Sol-un inaç ile ilişkisi devamla ‘Sol tekfircilik’ diye adlandırdığım tıpkı dini bir kaide misali kutsallaştırılmış, katı kuralcılık ve tahamülsüzlük ile en masumane yapıcı bir eleştiri karşısında dahi kendinden farklı veya düşman ilan edebilme cüreti yani klasik Sol reaksiyon. Tabi bu sorunun temeli ideolojik olmaktan ziyade yaşadığımız toprakların öznel koşullarını anlayamama, sağlıklı bir analiz yapama daha doğrusu anlama gibi bir derin felsefi, ilmi, örgütlülük zahmetine katlanmayıp 1800’lü yıllarda Avrupa’nın ortasında kaleme alınan yazıyı 2000’li yıların Türkiye’sine kopyalama kolaylığına gidildi. Kulağa ne kadar itici geldiğinin farkındayım ama kralın çükü gözümüze girecek nerdeyse.

Tipik bir Ortadoğu ülkesinin tipik bir Ortadoğulu solcuları olduğumuzu unutup bambaşka coğrafyaların devrimlerine heves etmenin yanı sıra bir deve tüyü kadar kendi topraklarımıza sosyalizmi idrak ettirememenin trajik yalnızlığında kaybolup gidiyoruz. Bunun en can alıcı sebeplerinden biri ise Sol-un din-e yaklaşımı ve inançlı insanlara kendini ne kadar izah edebildiğidir. Dünya üzerinde yaklaşık 1.5 milyar insanın mensup olduğu İslamiyet dini, Türkiye ve Kürdistan’da da ezici çoğunluğun inancı olma özelliği ile de yaşamın her anında ve alanında sorumluluk arz eden bir konudur. Sol ağırlıklı olarak bu sorumluluğu ile kafa yorup strateji geliştirmek yerine basma kalıp Sol-Din çelişkisi üzerine kısır söylem ve çoğrafya gerçekliğinden uzak tahliller çerçevesinde hareket etme yanılgısı ve basiretsizliği tercih etti ve inançlı kitleler ile arasına soğuk aşılmaz duvarlar inşa etmiş oldu.

Durum böyle olunca da bu boşluğu resmi rejim din simsarları, abdestli kapitalistler dediğimiz güruh ve bir takım cemaatler doldurmuştur. Bu unsurlar kendi menfaatleri doğrultusunda halka uyduruk bir din dayatmaları yanı sıra Sol-a düşman olmayı da ince ince işlediler, tabi rejim bunun gerçekleşmesini iştahla arzu etmiş ve böylesi bir ayrışma için de özel olarak çaba göstermiştir.

Peki Sol bu anlamda ne yapabilir di?

İlk olarak aklıma gelen ve burada muhakkak bahsi geçmesi lüzum eden örnek Hikmet Kıvılcımlı’nın tarihi Eyüp Sultan konuşmasıdır; Kıvılcımlı 1957 Ekim’inde derme çatma bir taburenin üstüne çıkıp – Sevgili İşçi kardeşlerim! Bugün, Müslüman İstanbul’umuzun, İstanbul’dan önce Müslüman olan Eyüpbölgesinde sesimizi duyurmaya geldik! Diye seslendiğinde etrafına toplanmaya başlayan muhafazakar kitleye

Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş’in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan’ın oğlu idi… İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlardır. (…) İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi “Leyse lil insane illâ mâ seâ” der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan , emekten başka her şey yalandır)

Ömrü billah böyle bir adam ve böyle bir konuşmayı duymayacak olan kitle Kıvılcımlı’nın bu konuşması bittiğinde çoşku ile alkışladılar, ne ordakiler dinsiz ne de Sol dindar olmuştu ama Kıvılcımlı meramını anlatmayı, kendini dinlettirmeyi başarmıştı.

Adı Türk Sünni islam tarihinde pek yad edilmeyen hatta asılsız ve uyduruk bilgiler ile itibarsızlaştırılmaya çalışılan ilk müslüman olan 10 kişiden biri, ”Evinde yiyecek ekmeği olmayıp isyan etmeyen adamın aklına şaşarım” diyen sahabe Ebuzer El Gıfari!

Ebuzer Gıfari’nin hayatına baktığımızda O’na söylenen ”ilk devrimci” tanımının ne kadar yerinde olduğunu görebiliyoruz, zulme karşı mazlumlardan yana olmayı tercih eden Ebuzer Gıfari sonunun Rebeze çöllerine sürgün olacağını bile bile tereddütsüz Şam valisi zalim Muaviye’nin yüzüne sarayında zalimliğini dile getirmiştir.

Ve yakın tarihihden de daha bir çok örnek sıralayabiliriz elbette, ”din kitlelerin afyonudur” tekerlemesinden ibaret fikir ile doğmuş bir bakış açısnın acziyetini ve kısırlığına hapsolmuş bireyin adalet, hak ve eşitlik süzgecinden geçmiş bir Sol-dan anladığı ne kadar doğru ve bizim çoğrafyaya uygun olabilir? Yarattığımız boşluğu dolduran din bezirganlarının halka yutturduğu dinin şükürcülük ve biat olmadığı gerçeğini tarihsel ispatlar ile izah etmenin zor olmayacağı ve bunu izah ederken de bir yerimizin eksilmeyeceği kanaatindeyim.

Kibir ve üstenci bir dil ile inanç değerlendirmesinin acı sonuçlarını çocuklarımıza daha bir derinleştirilmiş ayrışma ve daha bir islami faşist iktidar bırakarak ”mükafatlandırmış” olacağız.

Sonuç olarak burada işaret etmek istediğim nokta inkar edemeyeceğimiz kadar gerçek olan bir durumla bir an önce yüzleşip, egemenlerin yaratmış olduğu bu yapay ve hassas duvarı yok etmek gerekir, aksi takdirde mevcut siyasi duruma şaşırmak ve dar salon solculuğundan öteye gidilemeyeceği gerçeği inkar etmekle zamanı heba edip irili ufaklı, yerli yersiz her ebatta analiz yapmaktan öteye geçemeyeceğiz.

24 Eylül 2015 Perşembe

Bir alışkanlık kaç günde değişir?

Bir alışkanlık neden 21 günde oluşturulur ya da değiştirilir?Bilinçaltı bizi korumak için vardır. Bu yüzden yenilikleri, değişiklikleri sevmez. Çünkü yenilik ve değişiklikler risk içerir. Bilinçaltı risk olan her şeyden uzak durmaya çalışır.Peki bilinçaltı için en büyük risk nedir? Bilinmezliktir. Bilinmezliği, belirsizliği sevmez. Derler ki; ‘İnsan bilmediği cenneti yaşamaktansa, bildiği cehennemi yaşamayı tercih eder.’ Yani şu anda acı dahi çekiyor olsa, bilinmezlikten kaçar.Peki bunu kırmanın yolu nedir?Bunu kırmanın yolu aynı davranışı sürekli olarak tekrar etmek. 21 günlük ...

19 Eylül 2015 Cumartesi

Hayvan Davranışları ve Bilinçaltı

Bu fotoğraf hayvan davranışları ve rehabilitasyonu eğitimi aldığım Güney Afrika’daki eğitim kampından.Bilinçaltı üzerindeki uzmanlığım özellikle vahşi hayvanlar üzerinde çalıştıktan sonra kat be kat arttı.Zira bizi hala reptilian (sürüngen) beynimiz bugünkü tabiri ile bilinçaltımız yönetiyor.Terapilerimizde bu kadar başarılı olmamızın nedeni, bilince değil, bilinçaltına yönelmemiz.Aslan bakımı üzerine yazdığım yazıyı da buradan okuyabilirsiniz.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Adamlık her gün aynı kadına aşık olabilmektir.

Adam olmak cinsiyet meselesi değil, şahsiyet meselesidir.Turia Pitt Avusturalya’lı genç ve güzel model.Orman yangınında vücudunun %65 yanıyor ve yangında sağ elini de kaybediyor. 5 ay hastanede tedavi görüyor.Bu feci kazadan sonra kocası işinden istifa edip eşine bakıyor.Gazeteciler kocasına soruyor, ‘Ondan ayrılmayı düşünmediniz mi?’– Ben onun ruhunu sevdim, karakterini sevdim. O benim sonsuza dek eşim kalacak.Adamlık her gün aynı kadına aşık olmaktır.Allah herkesi karakterli insanlarla tanıştırsın. Amin.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Artık yeter ! / Ruhi Uzunhasanoğlu

Artık yeter !Artık % 40sınız.Artık hükümet kuracak sayınız bile yok.Dün Millet iradesinin çoğunluğu bize oy verdi istediğimizi yaparız , diyordunuz bugün elinizde bu da yok.Muhalefet partileri basiretsiz kalıyorsa , kalırsa da bizi bağlamaz.Artık yeter !Memleketin taşına , toprağına , ağacına , denizine , deresine dokunmayın.Hiç bir projeye sadece muhalefet olsun diye muhalefet edenlerden değiliz.İtirazımız bir türlü doymayan aç gözlü halinizedir.Bir yere yol mu yapacaksın , bir ihtiyaç mı gördün , her neyse dert ACELE etmeyeceksinBu dünya milyarlarca yıldır dönüyor, bırak iki yıl daha geç kalsın.Önce halka sor , anlat , aydınlat. De ki böyle bir ihtiyaç var seçenekler bunlar.Sonra bu ülkenin okumuş , yetmemiş üstünü okumuş , emek vermiş insanları var.Onlara sor.Yapacağın işin önüne bak arkasına bak , kuyumcu terazisiyle tart.Ülkenin doğasına , iklimine,kuzusuna,kurduna bir zarar gelir mi ?diye düşün.3. Boğaz köprüsü yapacağım diye tutturdunuz , Kuzey ormanları , yani İstanbulun akciğeri kanser oldu.Her ay bin(!) defa yurtdışına gidiyor müşteşarlarınız,bakanlarınız.Hiç mi görmüyorsunuz en az zararla nasıl yapılıyor bu tür işler.O da yoksa girin google inceleyin.İnsanı ağlatacak güzellikte çalışmalar yapmışlar.Çok mu zor.Birileri zengin olsun derseniz hiç bu zahmetlere gerek yok kuşkusuz.Girsin dozerler,çalışsın canavar ağızlı makineler.Sonra garibim domuz yavrusu Kuzey ormanı diye bebek sahiline çıksın.Bu dünya yalan öte dünya esas diyen sensin.Nedir , ne doymuyor mideniz.İstanbul’u şeytani projelerle bitirdik diyor Davutoğlu.Bak nereye geldik.İstanbulu 21 yıldır kim yönetiyor ? Bu sözün muhatabı kim ?Artık yeter !Ne yeşil yola…Ne bir başkasına..Ne de Artvindeki o uğursuz madene bu halk izin vermeyecek.Durun artık.Yatacak bir karış toprak bile kalmayacak !

7 Temmuz 2015 Salı

Network Marketing ile Maaşlı İşler Arasındaki Farklar (VİDEO)

Network Marketing ile maaşlı işler arasındaki farkların çok güzel bir açıdan açıklandığı bu videoyu yorumunuza sunuyoruz. Siz de kendi yorumunuzu bu videonun altına yazabilirsiniz.

Kaynak: Network Marketing

2 Temmuz 2015 Perşembe

Osmanlıca’yı Anlamak

Osmanlıca Türkçe’dir.Osmanlıca diye dilimize dolanmış dil aslında Türkçe’dir.Bugün nasıl; ‘Hayat nasıl gidiyor? İyi misin?’ diye hatır sorma cümleleri kullanıyorsak, 200-300 yıl önce de aynısı deniyordu. Sadece yazılış biçimi farklıydı.Osmanlıca denince aklımıza başka bir dil geliyor, bu yüzden literatürde Osmanlı Türkçe‘si deniyor. Bu bile yanlış yönlendirme yapıyor, bence en doğru tanım ‘Eski Türkçe’. En azından başka bir dil diye algılanmıyor ya da diğerleri kadar yanlış yönlendirmiyor.Bugünkü Türkçe ile Eski Türkçe (Osmanlı Türkçe’si) arasındaki tek fark yazılış biçimi, ...

25 Haziran 2015 Perşembe

Bu sabah iki tane hediye açtın mı?

 Her sabah iki tane hediye açarız, bunlar gözlerimizdir.Kimler zengin diye sorarım seminerlerimde, bir iki kişinin eli kalkar sadece.Sonra seyircilerin arasına inip, ‘Kulağını 10 bin liraya satar mısın?’ derim, ‘Hayır’ der.Peki 100 bin liraya? 1 milyona? ya da kolunu satar mısın? Gözlerini?Ne kadar zengin olduğunu hatırla, farket.Bunları zaten biliyorum deme,Hatırla, tekrar et, her gün şükrettiğini tekrarla.Böylece ‘şükür bilinci’ oluşsun, ‘tatminkarlık’ bilinçaltının en derinlerine işlesin.Bir basketçi, potaya bir kere topu attığında, nasıl ...

17 Haziran 2015 Çarşamba

   ”Böyle Dostu Olanın Düşmana İhtiyacı Olmaz” / Akın KAYA

 

7 Haziran Türkiye genel seçimlerini geçmiş diğer seçimlerden mühim kılan muhafazakar diktatörlüğe karşı tepkinin ölçüsü oldu. Peki gün be gün daha da pervasızlaşarak, halkların en demokratik haklarını bir bir elinden alarak totaritel bir rejimi ortaya koyan AKP karşısında devrimciler ve sol muhalefet tam olarak görevini yaptı mı! Sol ideolojinin en temel özelliği yapıcı bir özeleştiri gerçekliğidir fakat bu gelişim dinamiğinin dahi ne kadar çalıştırıldığı aşikar. Özellikle de seçim öncesi ”aydın” sıfatlı unsurların HDP’ye temkinli, kibirli ve sistem reaksiyonlu sığ yaklaşımına rağmen seçim sonrası sokağın, halkın iradesini göz ardı edip ısrarla bu tavıra devam etmeli bunun en aşikar ve içler acısı örneği olarak karşımıza çıkıyor.

12 Eylül faşist askeri darbesi ülkeyi bir cehennem cumhuriyetine çevirdiği kadar da ”sol” u dizayn etmeyi de ihmal etmedi, zira kırıntısı kalan devrimcilerin örgütleyeceği bir halk faşizmin en büyük korkusu kabusu olacaktı. 1990’la kadar halktan kopuk olan ”sol” Kürdistan’dan cebarrut devlete kafa tutan muazzam bir mücadele veren halkın, örgütün bir güneş gibi doğuşundan maddi manevi moral bulup başta metrapollerde olmak üzere genel bir yükseliş kaydetsede faşizmin ağır yönelimi ile yurt dışına veya belirli mahallelere sıkışıp kaldı. Kısaca devrimciler proleterya ile tam anlamı ile buluşamadı, onları örgütleme fırsatı olmadı, gecekondu mahallelerini salt yaşam alanları olarak kullanabildiler ve hali ile bu boşluğu başka bir mazlum (sözde) ideoloji olan siyasal islamcılık doldurdu sonuç olarak mevcut iktidarın oy deposu haline geldi fabrikalar, gecekondu mahelleleri ve emekçi yığınlar. Kabaca durum bu diyebiliriz tabi şimdi ki mesele bu konu olmadığından detaya gerek duymadım en azından şimdilik.

Gezi süreci Sol’a cesaret ve atılım fırsatı verse de bunda da başarı sağlamak yerine sol ideoloji ile çelişkili garip bir ”aydın” güruhu peydah oldu. Bu sözüm ona aydın güruhu gerçekci olmayan, günü birlik popülist hoş sohbet söylemler ile halkı oyalamaktan öteye gidemediler fakat bunu sorun yapan ne yazık ki olmadı her iki taraf ta bu yapay durumdan gayet menmun du. Düşünün ki bir Atilla Taş’ın ağzından çıkan muazzam bir devrimci öğreti gibi algılandı, Ermeni mağdurluğunun bol bol ekmeğini yiyen ama bir kez bile Levon EKMEKÇİYAN’dan bahsetmeyen, Kessab’a rağmen, Malula’ya rağmen AKP’nin Suriye politikasına paraler beyanı dahi olan Hayko Bağdat toplumsal tepkinin dümenine geçmiş durumda. Buna benzer onlarca isim ve örnek verebiliriz ama ince çizgi bu sözde aydın(lar)ı yaratan ve bu konuma izin veren maalesef bizler olduk.

Hal böyle iken bir taraftan da Sol bir yayın organında HDP’nin desteklenmesini doğru bulan, bu yönde öyle radikal de olmayan akademik, insani bir dil ile yazan köşe yazarı tasviye edilebiliyor ve bu haksızlığa, bildiğimiz havuz medyası uygulamasına tepki gösteren bir tek meslektaşı çıkmıyor! Fakat tabiri caiz ise şark kurnazlığı yapıp HDP’nin başarısını gördüklerinde methiye düzmeden de geri kalınmıyor hatta kibir bir dil ile görev buyurup yüzsüzleşebiliyor da. Tabi bu sığ duruş gözden kaçmıyor, hafızamızın baş köşesine buyur edip ağırlıyoruz vakti geldiğinde haklı iki çift lafımız olsun diye.

Mazlumun, ezilenin kimliğine, mezhebine, ideolojisine bakmadan yanında olmayı onların acısını hissetmeyi kitaplardan yazılanlardan öğrenemeyiz bu vicdan ile akılın bir kesişmesi insani bir reaksiyondur. Devrimci olmak için, ”Sol”cu olmak için, mazlum ve masumun yanında olmak için  Karl Marx’ın Das Kapitalini veya Friedrich Engels’in Doğanın Diyalektiğini okumak  ile olmuyor tıpkı Spartacüs gibi tıpkı Hz Hüseyin gibi.

 

9 Haziran 2015 Salı

Kur’an-ı Kerim’deki Şifa Ayetleri

Biz Kur’an-ı şifa ve rahmet olarak indirdikوَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآَنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ  “Ve nünezzilü minel Kur’âni mâ hüve şifâün ve rahmetün lil mü’minîn. İlâ Ahir…” Biz Kur’an-ı şifa ve rahmet olarak indirdik.(Sure-i İsra, Ayet 82) عَنْ عَلِيٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَيْرُ الدَّوَاءِ الْقُرْآنُ   “El-Kur’an’ü hüve devâün”“Kur’an bütün hastalıklara devadır, şifadır.”(Sünen-i İbn-i Mâce, Cild 9, Hadîs No: 3533)  Kur’an-ı ...

6 Haziran 2015 Cumartesi

Vapurumu geri ver / Ruhi Uzunhasanoğlu

Kadıköy vapuru bu şakaya gelmez.Ben bir vapur yaptım buyurun siz de sevin , beğenin diyemezsiniz.Bir çoğunuz hatırlamaz , bilmez belki , O vapurda “Şu elimde görmüş olduğunuz ” diye söze başlayan biri vardı.“Burhan Pazarlama”En güzel , en kaliteli ve geri alma garantili ( Müşteri memnuniyeti yani) ürünler satardı.Her sabah ve akşam yolculara eşlik ederdi.Vapurda Burhan abinin sesini duymadığınızda bir gerginlik hissederdiniz ” Acaba nerede, hasta mı ? ”Gel zaman git zaman Burhan abi Kadıköy vapuru işportasından çok para kazandı ( Anasının ak sütü gibi helaldir)Eminönünde mağaza açtı.İşlere yetişemez oldu.Onu göremez olduk eski sıklıkla.Yine de arada dayanmayıp çıkardı Kadıköy – Eminönü hattına.Bir gün dedim ” Ne o görünmüyorsun ? ”” Evlat artık üniverstelerde pazarlama derslerine çağırıyorlar , vaktim yok , hani ne yalan söyliyeyim  paraya da ihtiyacım yok ,yine de çok özlüyorum vapuru çok ” demişti.Burhan pazarlama Kadıköy vapuru demektir bir yanıyla.Yeni vapurları görünce ilk O geldi aklıma.Ne düşünür , ne der  ? bilemeyiz ama mutlaka birileri hatırlayıp soracaktır fikrini.

 

Martılar bile peşine takılmıyormuş bu yeni halinin.Tanıyamamışlardır belkide.Acaba bir Danimarka feribotu mu ? diye akıllarından geçmiştir.

“Deniz ve martı sevdiler seni ” olmadığında bu iş tutmaz ben diyeyim size.…

Çayı sigarayı denize karşı içmenin keyfini anlatsak Yeşilay’a ayıp olur.Bari bordosuna oturup Marmara’yı , deniz kokusunu , buz gibi soğukta birbirine sarılan genç aşıkları , Beşiktaşa maça giderken yaşadığımız heyecanı , martılara simit atmayı , yolculuğumuza eşlik eden deniz analarını , küçük balıkçı teknelerine selam vermeyi , Eminönüne yaklaşırken galata kulesinin eşssiz görüntüsünü elimizden almayın.

Zaten Marmaray çıktı mertlik bozuldu.

Karşıya vapurla geçmenin keyfini de kaçırmayın !

5 Haziran 2015 Cuma

Özdil ve savunma hattı / Akın Olgun

“Özdil’i savunmalıyız” dili ve yazıları ile gazetecilik etiğine bol vurgulu göndermeler yapılıyor. Eğer bir gazeteci yazılarından dolayı sansüre uğruyorsa ve iktidarın  hışmı ile yüz yüze kalıyor, işinden oluyorsa elbette ki itiraz edilmeli. Yazar, gazeteci, kendisini mağdur edenle “it dalaşı” yapıp, sonra kendisi gibi düşünmeyenlerin mağdur edilmesinde, hadlerinin bildirilmesinde aynı inançla iktidarla birleşiyorsa işte orada “durun bakalım” demeye hakkımız var.

“Efendim uğradığı sansür mağduriyeti ayrı, yazılarındaki ırkçılık ve nefret dili ayrı” savunması ile kurulan hat, bizi o dille birleşmeye ve onu meşrulaştırmaya sürükler.Sansür meşru değildir ama sansüre karşı çıkarken bir katliamı övmekle yetinmeyip, sadece Kürt oldukları için üzerinde tepinen yazıları ile “oh” diyerek iç rahatlaması geçiren birini savunmak da öyle…

Ölçümüzü ne belirliyor?Hak ve özgürlüklerin, evrensel değerlerin yanında durup, durmadığı. Bu bir turnusoldür.Eğip, bükmeye hiç gerek yoktur. Özdil ırkçıdır ve bunu “Cumhuriyetçi” maskesi geçirerek pazarlayan bir cambazdan ibarettir.Seslendiği kitleyi, Kürt milletvekilinin yumruklanmasını “halkın duygularına tercüman oldu” diyerek gazlamakta, Roboski’de katledilenleri katır, eşek metaforuyla aşağılayarak yağan bombalara onay sunmakta, çakma anti emperyalistliği ile öldürülen, linç edilen ingiliz futbol taraftarı üzerinden alkışlatmakta ve her defasında okuyucusunu “ohh” çekmeye çağırmaktadır.Irkçılığını “sorunlu yazılar” buluşu ile üstünden atlamak ise, arayı bozmayalım, ne olur, ne olmazcı küçük esnaf hesapçılığıdır.

Yeni yetme çaylak bir gazeteci değil ki adam, aksine bilnçli bir nefret suçu makinası…Şimdi sansüre uğradı diye bir savunma hattı oluşturup, “ırkçılık ayrı, yazısına uygulanan sansür ayrı” diyerek herkesi kazılan siperlere çağırmak, onunla beraber Ahmet Türk’ü yumruklamaktır. Roboski’de çocukları bombalayıp “çocuk deyip durmayın kaçakcı onlar” demektir. “Hepimiz Ermeniyiz” yerine “hepiniz Ermeni, hepiniz piçsiniz” diyenlerle aynı yerde bayrak sallamaktır.

Arkadaşlar, duruş dediğiniz şey objektifdir, soyut değildir.Yandaşlar iktidar, kendisi ise bir DEVLET yazarıdır. Bu yüzden Esad üzerinden yapılan Başbakan eleştirilerine “ben Başbakan’a Esad üzerinden laf söyletmem” diyerek azar çekmekte, madencilere, AKP’ye verdiği oy üzerinden “müstahak”lık yedirmesi yapabilmektedir.

Gazeteciliğin evrensel değerleri içine koyun Özdil’i. O değerlerin içine sığıyorsa biz de savunalım. Yoksa suni,zorlama ilkeler üretmeyin, bozmayın daha fazla adabını mesleğin.

Hepimiz biliyoruz ki, ırkçı ve nefret dolu yazıları iktidarla ortaklaştığı yerlerdi.Siz o yazılarda , yoksa hiç iktidarı görmediniz mi?Onun Paşa gönlü hep devletten yanadır.Biz devletin ve iktidarın gerçek mağdurlarına bakalım.

26 Mayıs 2015 Salı

Cümleler Yaşamla Bağımızdır / Misak Tunçboyacı

 

 

Cümleleri yarıda koyup biteviye hınca rehin etmek, şiddete elini kolunu kaptırmış, linçe sözü kurban vermiş, durmadan diyet istenmiş hep o talep edilmiş ülkede hayat bunun neresindedir? Hayat büyük cümlelerin arasında kerhen anılalar mıdır? Sonsuz kere yıkımlarla yüz yüze, baş başa kalınırken bir biçimde hemavaz olamamak mıdır? Nutuklar, büyük vecizler birbiri ardına yinelenirken gerçeğin gerçeği çürümeyi ifşa ederken hayat her nedir, nasıl bir bahistir? Nasıl yaşamda bağlı kalınacaktır bunca bezirgânlık bir o kadar hinoğlu hinlik körlemesine sürdürüle dururken hala. Cisimleşmiş olan, devletin hemen her gün şiddetle kendi dönüşümünü aralıksız güncelleye durduğu bir menzilde “hayat” nasıl bir meseledir. Kestirmeden, dosdoğru, şiddetin olağanlaştırıldığı yerde hayat tam olarak nedir?

 

Kutuplaşmanın zıvanadan çıktığı bir menzilde sözün ikrara değil hiddetin ve haddin değirmenine su taşınan ülkede bu kadar badireden sonra yeni felaketleri nasıl okumalıyız? Gün aşırı aşındırılıp, çekilip, çekiştirilip yeni bir yara ortaya çıkartma tavrını nasıl değerlendirmeliyiz her ne yana koymalıyız? Bildiğimiz her bir şeyi sözü ve meseli hiç ezber okumayın, masal anlatmayın, ilk siz başlattınız dolaylarından sayıklayarak örseleyenlerin menzilinde bu çukurun halini daha ne kadar öteleyebiliriz? Her nereye kadar ol inkâr ülkenin boynunda taşıyacağı bir utanç olacaktır. Olmaya devam edecektir. Hiçbir şey ve her bir şey birbirine bunca karmakarışık eklenmişken hala aynı teraneler ile nereye varılacak, daha hangi eşikler kalmıştır.

 

Tüm bu utançlar sıralanıp dizilirken daha ne kadar her şey güllük gülistanlık olarak görülecek ve bilinecektir. Bir hikâyenin platosunda değil sahici olan, gerçek yıkımın güncelliğinde hayat her nerededir? Hayatın bunca eksik ve gedik konulduğu bu yerde insanlık artık neyin nesidir? Hiçbir bahsin tam olarak vaktinde konuşulmadığı yerde sözcükler bir şeyleri çağrıştırmıyor mu, halimiz nicedir? Bunca kolay viraneliğe dönüştürülmüş olan bir menzilin geleceği her nasıl okunabilecektir. Dahası da vardır her şey bunca kolay yıkıma terki diyar edilirken yarının nasıl bir halde karşımıza çıkacağı muallâk değil hakikatin kendisini bir eksiği olmaksızın göstere gelmektedir. Hayat mahvedişlerle sınanırken, günbegün daraltılarak yeniden biçimlendirilirken yarınsızlığımız ifşa olunmaktadır kestirmeden.

 

Sorunlar birbiri peş arka arkaya yinelenmekte, birikmeye devam etmektedir. Bunun için mesele sadece soru yığını değildir artık bu yaşamı şansa bırakmış olan ülkenin her günüdür. Her güne sığdırılan bir dolu kıyamettir açıktan. Eksik olmayan hiddetin sonunda evirilerek linçe dönüştüğü, sözü eksilttiği ya da toptan mahvettiği bir uzamın kendisidir derdin büyüğü. Hayat sahiden ülkenin ‘sınırları’ dâhilinde ne anlama gelmektedir? Varlığa karşı tahakkümün, var olma çabasına karşılık zorun ve söze karşı dayatmaların iş bu ülkede, el üstünde tutulması halidir, düşünceyi zor ve aşılmaz bir karanlıkla hemhal ettiren. Tek bir günün bile bırakılmayacağı; “müjde” gibi duyurulurken sıradan olana eza verebilmek için her gün yeni bir oyunun sahnelendiği yerdir karanlık bahsi ile hemhal ol mevzi.

 

Kast edilen hayat bahsini hiçleştirmektir. Sözü savunmak unutturulandır. Mücadele toptan hafızadan sildirilendir. Hak aramak, talep etmek, yalana çıkartılandır, yalan edilendir. Günler günleri kovalarken daha büyük, daha derin yaraların peyda ettirilmesidir işte sürdürülen. Günler günleri kovalarken söz daha dolaşıma çıkmadan, noktalanmadan, linçlerin hazır ve nazır ettirilmesidir sürdürülen. Gayretine düşülen onlar hep konuşur bu malum cenah, herkesin haddini öyle ya da böyle bildirir meselidir. Topyekûn varlığa karşı, varım buradayım çıkışına tacizin sürekliliğidir icra olunmaya devam edilen. Hiddetin bir norm olarak bildirimi, devletin, onu yönetenlerin, onunla hareket edenlerin yolunu da temellendirmektedir istikamet hep bu bağlam üzerinden ilerlemektedir.

 

Yenileşme nam edim bu eskinin pespayeliğine sahip çıkılmasıyla meydana getirilendir. Tenkit ve tehditler bir yönetişim tarzından çok açıktan işte bu despotizmin eksiğini gediğini tamamlamak adına yinelenmektedir. Faşizm güncellemesidir her şeyden önce vuku bulan. Varlığa karşı en sert biçimdeki tahakkümün, var olma gayreti ve çabasına karşı yoksunuz siz nüvesinin, söze karşıysa keskin ön yargıların iş bu ülkede aklın ta kendisi bildirilmesidir vuku bulan. Bir yerde sıfırlamalardır mevziinin dört yanında güncelliği muhafaza altına alınan. Bir muhafazakâr ülkede yaşamıyoruz sadece. Başlı başına bağnazlıkla hemhal, onu yeni tabular devşirebilmek için kullana gelen bir ülkenin sınırlarında yaşamın her ne hallere konulduğunu deneyip teyit ediyoruz.

 

Denek edilmiş olan hayatlarımız sanki her şey bir mizansenmiş gibi cisimleştirilip anılırken gerçekte olan biteni anlatan, paylaşan ve hazanın ta kendisine vardıran bir bileşkeyi karşımıza çıkartmaktadır. Varlığa karşı bu taarruzlar hemen her gün yinelenendir. Yinelenebildikçe yeni denilenin anlamı dönüştürülmektedir. Belleğe bir biçimde yerleştirilmeye, kazınmaya çalışılan şey bu derdest edişlerin sürekliliğidir işte eksiği, gediği olmaksızın. Hayat bahsimiz erkin iki dudağının arasından dökülenlere göre, gününe ya da duruma bağlı olarak beğendiği umduğu yaftalara, ön yargılara göre tehdit altına alınmakta, dahası yarınsız kılınmaktadır. Meseller ortakken, meseller bu uzamda politik bir birlikteliği ne kadar ivedi olduğunu göstere gelirken, hegemonyayı elinde tutanın, gücü sınırsızlaştıranın her fırsatta dile getirdikleridir bu anlatmaya çalıştığımız varlığı linç etmeye devam ettirmeyi halen bir görev addedenlerin eyledikleri.

 

Bugüne rast getirdikleri bir ülkede azınlık olma halinin her ne biçimde olduğunu da özetlemektedir. Varlığa karşı taarruzlar bundan sıklıkla yinelenip hep yeni bir noktadan hayatın güncesine dâhil edilmektedir. Azaltabilmek, azınlığı çoğunlukça bir biçimde yok edebilecek bir rakam olarak değerlendirmek gailesi bu hınç ufkunu güncel kılar o heyula dâhilinde. Bugün bu ülkede yaşaya geldiğimiz sistematik saldırıların, birbirini takipçisi olan hiddet seremonilerinin, linç daveti olan vecizlerin ve dahası pek çok şeyin kıyısında iş bu mahvetme istenci peyderpey güncellenmektedir. Bir biçimde ol mahvetme istenci şeklini tamı tamına şemailini kotarmaktadır erk eliyle erkin gücüyle ve dönüştürmesiyle. Varlığın yokluğa tekabülü, koşar adım başlangıç noktasından beriye düşmesi demokrasimizin ulaştığı menzilin de bildirimini gerçekleştirmektedir.

 

Seçim, seçenek çabasından ötesi, bir tahayyülden fazlası, kesinleştirilemeyen tahayyülün derinliği bu noktada, demokrasi denile gelenin yıkıma “rehin” edilmesiyle burada olmanın halini göstere gelmektedir. Varlığa karşı tenkitlerin, yıkımla yan yana yürütülmesi yok edişlerin menzilini de bildirmektedir. Bu ülkede ümidin varlığının artık açıktan yağmalanmasının önünün açıklığıdır dert ettiğimiz. Cümleleri yarıda koyup biteviye o hınca rehin ettiren aklın önümüze çıkarttıkları, günümüzden çaldıklarıdır meselemiz bugün ve hala. Cümlelerin yarıda koyulduğu işitilmesine bile tahammül edilmeden hırapalandığı ve bir tabi ki susturulduğu uzamda paylaşılanların her ne için olduğunu idrak edebilmek bunca zor mudur?

 

Benim memurum işini bilirden, bunlar böyle böyle hadlerini bileceklere, sizler gibi neferlerle denilerek gönençlenenlerin, cenahın dönüşümü ele aldığı ilk menzil cümlelerimizi kırıma uğratmaktır. Zamanının paşalarının, cunta günlerinde topluma dayattıkları şartlanmış, koşullanmış reflekslerini harfiyen uygulayan, güncelleyen cenahın yeni Türkiye bahsi hep bu kırımla yinelene gelmektedir. Mesele biraz değil basbayağı budur. Adaletsiz, hukuksuz, daim özgürlüksüz, hemen her şeyin tırpanlandığı tehditlerin galebe çaldığı, hiddetin üstün kılındığı bir menzildir cümlelerin kırımı. Cümlemizin arz-i halinin zapturaptı buradadır. Kanıt belge ve ispat meydanlarda ol haddi hududu devşirip duran siyasanın en günceli hali paylaşanlarla hep güncellenmektedir.

 

Vezir-i Cumhur’dan, başvekile, böldürmeyeceğiz, yedirmeyeceğiz galiba en mühim sorgulatmayacağız bahsi ile yaftalarla tahlili kıt meramlar olarak nakşolunmaktadır. Cümleler böylelikle azaltılmakta tehdit güncellene gelmektedir. Bizatihi baraj aşılırsa barışma istenci, sürecinin de sonu gözükür tespiti gibi hep daha bedbin, daha kalıcı bir korkunun inatla salınmasıdır cümleleri eksiltmekten alıkoymayan. Tehdit hala günceli, tahakküm yenilenebilir ve zul sahiden kalıcı kılınandır bu menzil dâhilinde. Her gün tekrarlanan yegâne şey bu bahsin artık adının bile anılmayacağı bir biatın kalıcılaştırılması gayretidir. Yeni olarak anılan eskiler ve eskinin en güncel halinden el bulan tahakküm ile söz yağmalanmaktadır. Biteviye sunulan, paylaşılan, sahneden, ekranlara, yazılı olandan işitsel kılınana meramı yok ettirmek, sınırlarını keskin bir biçimde daraltmak adına düzenlenmektedir.

 

Bugünün ülkesinin moderni, yeniliğini eksiksiz göstere gelen her gün ajansların onca müdahaleye rağmen paylaştıkları haberlerin en umulmadık satırlarından belirginleşmektedir. Şeklin, şemailin zor ile kurulduğu bir yerdir işte o satır aralarından yaşayacaksınız diye buyrulan. Foucault’nun biyopolitik aksında o yaşayana dair tespitlerinin, maruz kalınan dayatmaların her ne olduğunu göstere gelen bir yerdeyiz işte şimdi ve şu an. Her tarafı viran bir sistemde erk halen ayakta olduğunu bildirmek, daha büyük hınçlar için burada olduğunu göstermek için senaryolarını güncelliyor. İç güvenlik yasasından baskı ve tutuklamalara, sözün yıkımından, hak gasplarına, yağmanın süregitmesinden bunlara ilaveten okunan masalların hep tek renkliliğine ve durumu seve seve katlanacaksınız bahsinde ol diklenmelerle senaryo tazeleniyor.

 

Bir kurgu ki her günü daha derin bir cerahatle donatıyor. Her gün ayrı bir çürümenin ve yıkımın ta kendisine ev sahibi olunduğu yineleniyor. Dur durak bilmeksizin yinelene gelenlerin yarınsız bir ülkeyi kotarmak adına olduğu muhakkaktır bunca tecrübeden sonra. Katilin ressam diye yutturulduğu yerdir bu senaryolar dünyası. Onlarla, yol almış olan şimdiyi tanımlandıran, eyledikleriyle güncelliği eksiksiz “cehenneme” çevirenlerin ortaklığıdır senaryodan çıkagelen. Kral çıplakken sistemin de çürük olduğu yansımaktadır her ne kadar anılmasa da bu yeni içerisinde, yeni olduğu vurgulanan ülkede. Fabrikalarından, kara kör madenlere, ofisinden sokağına, oradan evlere müşterekin tekinsiz, korunaksız yapayalnız kılınması gayretidir güncellenen.

 

Yazılmış ve yazılacak olan tüm kurgunun gerçekliğe evrimi ve çabasıdır derdine düşülen. İstemsiz değil neredeyse hesaplı kitaplı milimi milimine ölçülüp biçilmiş bir cerahatin yaygın ve sabit bildirilmesidir mesele. Fabrikalardaki direnişten sokakta hakkını talep edenlere karşı sergilenen hiddete esas meselin hiç konuşturulmamasıdır üzerinde günbegün yeni bir senaryo çabasına düşülen. Sıradanın ne hakkı, ne de aklı yoktur önermesini artık belirgin, yekpare kılmaktır durmadan, durumdan vazife çıkartılarak gayret edilen. ‘Yeni’ sözün yaşam çıkarsamasının ve tahayyüllerinin önünün alınması budur. İstisnasız menzilin ol şiddete meyyallikle beraber terbiye edilmesi gayretidir üzerine düşünülen. Bu toprakların canı hiç yakılmamış gibi, daha ne eksiği varmış, kalmış gibi yenilerinin yollarının aranmasıdır işte ol senaryolar düzeni.

 

Ya komplo, ya paralel, ya mihrak ya da düşman, metaforlar çeşitliliğine yenilerini eklemeye devam ederken cana kastın süreçleri yenilenmektedir. Birileri konuşur bu sistemin başat olduğu iddiasındaki partisinin hegemonyası tam da eskilerin, tam da ol eskidiği bildirilen, sonlandırıldığı betimlenenle nefes aldığı ortaya çıkmaktadır. Tahakküm bu ülkenin her gününde apayrı bir biçimde çıkartıla gelmektedir. Takvim yapraklarında günün anlamı ve önemine dair yazılanlar kadar artık sığamayanların cümleleri düşülmektedir. Sığdırılamayarak taşaduran bir tanıklık güncesi tutulmaktadır. Sistemin içine girerek onu dönüştürmek gerektiği gibi bireyin sözünü işiten bir mekanizmaya evirmeye gayret eden HDP’nin başına getirilenleri bir kez göz önüne getirdiğimizde bu güncenin bir kısmı meydana çıkacaktır.

 

Siyasanın hayatta en gereksinim duyduğumuz sözcüklerini taşıyabilmesi, -politik- olanın hayatın öznesi olduğu yaşantılarımızın en nihayetinde ortak alanda duyulması, bilinmesi meseline karşı tehditler işte bu menzilde o takvime düşülen notların ağırlarındandır. Yaralarımız dün Pontus Rum Kırımı, dün Dersim, dün Maraş ya da Sivasken daha yakınımızın Roboski olduğunu bildirmektedir iş bu meselde. Hayata karşı taarruzların çok yakın zamanlarından bir diğer örneği Gezi Direnişi boyunca katledilen canlarımızın davalarında günyüzü bulanlardır işte o notlara sığmayıp artık taşaduran. Hiçbiri bir kenara atılmayacak nice şiddetin sergilendiği bir menzilde halen canlara kastın sıradan bildirilmesidir ol senaryolarla bildirilmeye, bunca ağır bir biçimde yinelenmeye devam olunan.

 

Gün geçmeden bir başka yarasına tanık olduğumuz; Suriye’den Irak’ına bu erk iradesiyle, gayri resmi alttan alta destek çıkılan sevimli çocuklar diye geçiştirilen çetelerin, bir başka bin dokuz yüz on beşi temellendirdiği bir dünyada yaşadığımızın ibaresidir notlarımıza yer bıraktırmayan. En son ajanslarda yer bulan bir kültür mirası olarak “Birleşmiş Milletlerce” tescil edilmiş olan Palmira antik kentinin de yıkımının söz konusu olabileceği bildirilendir. Ol meselde, sadece birkaç adım ötede sınırın bu yanında da gerek ucube olarak değerlendirilerek, gerekse de artık bizim lazımımız değil denilerek, yaşamları tüketme, geriye kalan izleri toptan mahvetme sürekliliğinin bir örnekleştiği bir tekrardır o yazıldıkça satırlara takvim sayfalarının menzilini de karaya çalan.

 

Bu karanlıklar silsilesi, tehdidin her ne olduğunu yineleyen bir algı biçimlendirilmeye devam edilmektedir. Bu istencin her ne olduğunu en sonra gerilla cenazesi için toplanan insanlara saldırmayı uygun gören, sözüm ona barışırken bile zulmünden es kaza bile taviz vermeyen devletin Varto’da eyledikleridir sözü yarıda koymaya, cümleleri eksiltip duran. “HPG gerillası Fehmi Yılmaz’ın (Agit Kop) cenazesinin Varto’daki “Şehit İsmail ve Ronahi Şehitliği”nde defnedilmesine engel olmak isteyen askerler, cenaze konvoyuna saldırdı.” Ajansa düşen tek satırlık haberin detayında bir halka taarruzun her ne demeye geldiği bir kez daha cisimleştirilendir. O saldırıdan bir insanın canı daha tehlikeye bunca kolaylıkla atılmıştır. Evet barışmak da bir ihtimaldir ama böylesine bir hınçla karşı karşıya kalınırken daha ne getirilecektir o özleme varmak giderek yalan edilirken.

 

Dönüp dolaşarak aynı cümleleri kuruyor gibi görünebiliriz. Bir yerlerden aşina olduğumuz sesleri paylaşıyor, yazaduruyor olabiliriz. Gel gelelim ki yaşadığımız güncellik bu satırlarda andıklarımızı artık kesintisiz bir biçimde hayatımızın merkezine konumlandırmaktadır. Yarınsızlığımız, ümidin heba edilmesi gayreti artık açıktan bir tehditten öteye varmaktadır. Gerçekten gerçek kılınandır bu sarmala benzeş olan karanlıklar ülkesinde yıkım. Sözlerimizi hatırlayabilmek kaybettiklerimizi telafi edebilmek, kırgınlıklarımızı aşmak, yaralarımızı artık sarabilmek sıradan olanın sesindeki hali anlamı ve meramı ortaklaştırarak mümkündür. Gerisi bu kimselerin okumadığı, bu sokaklarda az ama öz olan insanların paylaşa durduğu bir mesele olandır. Cümleler yağmalanmadan bir an evvel konuşmak, anlayabilmek, hayatlarımız adına elzem olandır. Belki de son çaremizdir, en son çıkışımızdır. Arz-i halimizdir.

 

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Sizin Mercedes konuştuğu ülkede / Ruhi Uzunhasanoğlu

Büyük tepki üzerine Diyanet işleri başkanı kızdı “makam aracını ibret-i alem için geri vereceğim” dedi.Kime ibretse onu anlamadık ama hiç olmazsa doğru bir iş yapmış olacaktı.Sonra biri çıktı “Ben olsam geri vermezdim” dedi.Diyanet işleri başkanı dedi ki “Bu makam aracı ( Niyeyse ille de Mercedes) bize mezar oldu.Buna rağmen biri dedi ki , yarına müjde var.Akşama kadar sabredemedi müjdeyi öğrenmiş olduk.Eski Mercedesin yerine bu kez zırhlı Mercedes tahsis edilmiş.Neden Zırhlı ? Sizin canınız neden bu kadar kıymetli ?..Ben 3 yıl aradan sonra memlekete geldiğimde bir çok şey görünürde aynıydı (3 yıl uzun süre değil zaten) ancak net olan bir şey vardı.Sanırım bir çok ilde durum aynıdır hatta daha vahimi vardır.Sokaklarda yürüyemez haldeyiz.Artık her adım başı Suriyeli çocuklar paçamızdan çekiştiriyor.Memleketin bin derdini ayrı yazarız ama ,Bu manzara başka bir dram.Sen git ” kardeşim” dediğin adamın ülkesinde içsavaşı her türlü destekle.Milyonlarca insan kaçsın.Ölsün.Kafası kesilsin.Kadınlara…Neyse.…Sizin Mercedes konuştuğu ülkede,Ben sabah cebime bozuk paraları koyup öyle sokağa çıkıyorum.O garibanlara 25 kuruş , 50 kuruş dağıta dağıta yoluma devam ediyorum.Hergün.Evet hergün.Ya da kaçıyorum onları görmemek için.Kulağımı tıkıyorum duymamak için.Çok derdi var bu ülkenin.Daha birini yazdık.Nefes alamaz haldeki şehirlerimizi , beton sevdanızı , memleketimin derelerini salak bir rant için (evet enerji değil , sadece rant) kuruttuğunuzu , sahilleri yağmaladığınızı , çaldığınızı , soyduğunuzu , bakara makarayı bile umursamadığınızı..Isırırım,yalarım,bal dökerim,mermi sıkarım,aşık oldum..Bu ne kardeşim? Nereye geldik?.Burası neresi ?…Sizin Mercedes konuştuğu ülkede,Asgari ücretle ölüyor insanlarımız.Somada , Ermenekte,Torunlar inşaatta ve çok yerde.…Bu ülkede bütün haber bültenleri gözyaşıyla izleniyor farkında mısınız ?Daha ötesi var.”Vallahi ben uzun zamandır haber dinleyemiyorum-sinirim kaldırmıyor” diyen çok sayıda insan var.Eserinizle övünün.Bu sabah metro inşaatında bir işci daha öldü.Eğer haber olursa yine düğümlenecek ekmek boğazımıza.Size dram yapmıyoruz kardeşim.Anladık yol yaptınız , barajlar , ne bileyim devasa plazalar , iyi de birader meyve alamaz hale geldik.Kendi kendine yeten ülke diye öğretmişlerdi bize.Çarliston biber kaç para haberiniz oluyor mu Sarayda ?Sizin Mercedes konuştuğu ülkede,Vazgeçtim sormuyorum Gezide öldürülen çocukları.Bugün ölüm yıldönmü Uğur Kurt adında bir delikanlının.İbadethane olduğuna bir türlü ikna olmadığınız Cemevinin bahçesinde öldürüldü.Geride bir çocuk yetim.Bir eş gözü yaşlı.Neden ? Ne anlatacaksınız o çocuğa büyüdüğünde.Davası ne aşamada diye sordunuz mu Diyanet olarak mesela.Siz Mercedesi konuşun..

18 Mayıs 2015 Pazartesi

İş Cinayetleri Almanağı 2014 / Ruhi Uzunhasanoğlu

Bu kitapta anlatılan gazete küpürlerinde ve belkide ana haber bültenlerinde bir kaç saniye  duyduğunuz ölümlerdir.Bu insanlar birer onar ve giderek 300’er ölürler, biz üzülürüz ve yakınımızda değilse unuturuz.Ya da seney-i devriyesinde hatırlarız.Oysa o ölümlerin ardından ayrı bir hikaye başlar. En kötüsü nedir bilir misiniz ? Çaresizlik.Çaresiz bıraktılar her defasında insanlarımızı.Çoğunlukla ” Ölünüzü alın gidin.Sesiz olun” dediler.İnsaflarına gelirse üç kuruş sadaka.Hatırınıza gelecektir.Ocak 2008 de Davutpaşada patlama oldu. O gün 21 isçi öldü.Her zamanki gibi buna “İş kazası ” denildi.Davutpasa aileleri bu kazaya kaya gibi itiraz ettiler.Çelik gibi, Ateş gibi itiraz ettiler.Hukuk ve adalet savaşının en kutsalını başlattılar.O tarihten bir süre sonra artık iş kazası değil CİNAYET kavramı girdi hayatımıza.Bu acılar yaşanırken ve çaresizlik dört yanı kuşatmısken bir grup gönüllü insan ortaya çıktı.Bunun adı Dayanışma iklimidir.Hiç bir çıkar gözetmeden , acılı aileleri katagorize etmeden sahiplendiler.Bu kitap onların emeğidir.Arkasında uykusuz geceler , alın terinin kralı olur mu bilmem , işte o kral emek var.Ben tanık oldum.Hepsi müthiş özverili.Onların koşturmacasını izlerken neden bu ülkeden hiç bir zaman umudumu kesmediğimi daha iyi anladım.Emeği geçen herkese binlerce teşekkürler.Bu kitap yayınevlerinde var.Gidin.Sorun.Alın.Sağolun.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Misak Tunçboyacı /Çürümeden Önceki Son Çıkış

“Görmüyor Muyuz, Bocalıyor insan, aranıyor hep, Yer değiştiriyor, yükünü atmak ister gibi.” Titus Lucretius Carus

 

Gidişata dair bir portreyi oluşturabilmek, esas resmin detaylarına vakıf olmak ve bu bahisleri genellendirmelerin sığ sularında dolaşmadan bütünleştirebilmek, hakkaniyeti hatırlayabilmek haddizatında önemli sorunlarımızdandır. Olan biten her şey, bugünün sınırlarını zapt ederken, dönüştürmeyi aralıksız sürdürürken, erk nizamının gerçekliği sıradan için yeniden bir ‘sınavı’ çağrıştırmaktadır. Yaşayadurduğumuz yerin hayatiyet bahsinden arındırılması bir nevi fabrika rutinine, makine nizamına, hassasiyetine evrimi gidişatın ve çürümenin ön okumasını sağlama alacaktır. Gerçek kılınmaya çalışılan hayatı mekanik, hissiz bir tecrübe haline dönüştürmektir. Yaşaya durulan bir tecrübeden çok daha fazla dayatmanın ta kendisidir. Kırmızıçizgilerin icat olunmasından bu yana süre giden daraltım çabası yalın bir biçimde sıradana hayat hakkı, alanı bırakmamaktadır.

 

Düşüncenin önüne kurulan aşılmaz setlerin, engelleme gayretlerinin, hayata dair hemen her okumayı, olasılıkları ve rastlantısallığı, aslen sözü, daha en başından saf dışına ittiğini yekten bildirmektedir. Gidişatın, dipsiz ve sonsuz bir karanlık huzmesini barındırması, açığa çıkanın tecrübe ettirilenin, lalettayin bir mesele değil hepimizin “ortak geleceği” olduğu konusunu özetleyecektir. Karanlığımız derinleştirilendir. Kaçınılmazdır diye bildirilen tecrübe ettirmelerin bir sonraki basamağı daha derin bir ‘yıkıma’ tanıklıktır. Daha derin bir yıkıma yol alınmasıdır. Şekli şemaili günbegün değiştirilip, dönüşümü hemen her gün farklı bir ‘odaktan’ ama aynı arkaik mantıkla korku üzerinden yükselen bir ülkenin bina edilmesidir gidişat. ‘Yol’ dönüştürüp, karmaşıklaştırdıkça içine değil, tersi yöne gidiyormuşuz izlenimi uyandırılırken o bahiste hepimiz derinlerine çekilmekteyizdir, girdap gidişatı gösterir.

 

Yurdun dört yanında bir çabayla sürdürülen gidişatı aksettirendir bahis. Korkunun cisimleştirildiği bir menzilde; hayat kâbuslara rehin bırakılmış bir rutinler toplamıdır artık. Korkunun kalıcılaştırıldığı uzamda dün gibi, gün de yeniden yıkımlara terk edilmektedir. Modernizmi tersinden kurmayı amaç edinen akıl, hayatlarımız üzerindeki prangalarını, gasplarını, günden güne arttırmaktadır. Sözün değil işitilmesi artık kaile bile alınmaması sorunların varlığını kısadan göstere gelmektedir. Yazılan bahsedilen ve tanık olunanların, umursanmaz bir tertibatla, ‘hegemonyaya’ birer kasıtmış gibi değerlendirildiği yerde hayaller ve hayat sıfırlanmaktadır. Nicesinden bildiğimiz aklımızın bir köşesinde hep yer etmiş tahakkümün sanki bir alınyazısıymış gibi takdimiyse buradan itibaren şekillendirilmektedir. Hayatın mahvı en başta da hayallerin zaptı ve yok edilmesiyle sağlama alınır.

 

Ümit var olmanın değil kalıcı yıkıma tanık olmanın onu yaşamanın her neye dönüştüğü salt bu iki cümleden bile anlaşılabilecektir. Cümlemizin tümcesi, böylesi bir viraneliğin, eksik gediği olmayan tamamlayıcısıdır. Tahakkümün artık enikonu yaşamın beşinci elementi haline dönüştürüldüğü bir menzildir bu anlatmaya çalıştığımız. Foucault’nun metinlerinde, sıkça dile getirdiği “devlet formu” artık bu sınırların güncelliğidir, yaşattığıdır eksiksiz bir biçimde hala ve hala. Zaman mefhumu; dönüşürken, ilerlerken fiiliyattaki kırılmaların, tüm duraksamaların menzili iş bu kör kuyudur. Genellendirme barındırmayan özetin özeti siyasa üstü görünen köy budur. Halen kılavuz arana durulurken yaşamın artık; tecrit edilmiş haller toplamına evirildiği yerdir bu bahis. Sözüm ona her sözün edilebildiği, oysa hiçbir şeyin, bahsin, meramın açıktan dillendirilemediği bir uzamdır kılavuz istemeyen.

 

Tahakkümün devinimi biyopolitik bir mesel olarak çürümenin takdim edilmesi günaşırı belagatin saklanmadığı cümleler ile ‘hemavaz’ arz olunmaktadır sınırın dört bir tarafında. Ağrılarımızı biriktirmeye, onlar ile hemhal bir biçimde yol almaya ya da nefes almaya çalışırken aslında payımıza düşürülen ‘çürüme’ ediminin farklı seviyelerinde yol almaya devam ettiriliriz. Çürütülen akıldır izandır tıpkı yer üstünde yaşadığı varsayılan; bedenler gibi. Onlara karşı girişilen her sözün yanıtı, muktedirin savaşımı gibi, ana ekseni çürütmek gailesiyle sınırlandırılmaktadır. Modernin teferruatlardan arındırılmış hali bu ilkel yıkımdır. İlkelliği ise yeni ilkelerle, ülkülerle, belirleyen bir ülkedir vara geldiğimiz. Tek adamın daha bir gün önce yoktur ve olmamıştır dediğine, bir gün sonra vardır hep olagelmiştir düzeyine çekmesinin ilkesizliğidir çürümeyi görünür kılan.

 

Hayatın ederinin bırakılmadığı bir menzilin bina edilmesidir o mesele. Her şey olmaya devam ederken muktedirin hiçbir konuda hesap vermeyeceğinin ilam olunduğu bir serencamdır yaşatıla durulan. Her gün hayat yeniden başlarken erkin nizamına göre yıkımı şekillendirmenin de, kaldığı yerden devam olunduğu bir menzildir çürümeye sahne olan. Hırsızın, katilin, artık enikonu; arsızın kim ya da kimlerden mülhem olduğu, aslen her neyi amaç edindikleri meydandadır. Hayatın bahsi hiç açılmayacak, ona dair hiçbir söz edilmeyecek, onca viraneliği, akla zarar hezimeti yaşamaya tüm sıradanlar olarak devam edeceğimizin bildirildiği bir uzamdır çürümenin menzili. Soma’da ‘resmi’ sayısı üç yüz bir insan olarak tescillenen devletçe handiyse tüm çabanın bu katliamı oluşturanları ele vermemek için kurulduğunu gördüğümüz bir ülkede, davanın da sürdürülen trajedinin devamı olduğunu imlemek mümkündür.

 

Daim olduğu üzere, hayata vurulmuş hiçbir kete verilecek en ufak bir yanıtın dahi bırakılmadığı bir uzam geliştirilendir. Katillerle onları var eden bu düzen yağmalara göz yumup kendi payını iç eden çıkarlar bileşimi vs. hepsi vatan millet sakarya’nın bedenleri yok ettirerek var olduğunu göstermektedir. Vatan denilip durulan sahayı kolektif bir dille, anonim şirkete dönüşmesi gereken yer olarak zikreden ustanın, dilinden düşürmediği bu güzergâh, tanım her biçimde ölümün var edildiği fıtrat gereği olur size de çıkabilir diye kısaca kestirilip atıldığı bir sonucun menzilidir. Düzen ancak öldürdüğü, çürüttüğü, zehrettiği, gaspı, yağmasına devam ettiği kadarıyla var olacaktır. Tehdit ve tenkitlerin kalıcı birer çözüm olarak irdelene geldiği, bahsin hep buradan açıldığı her iki adımda bir yine, yeniden bunun dolaşıma çıkartıldığı bir mefhum bina edilmektedir.  Seçeneğin yahut da anlatımların her neden ısrar ve inatla daha önce denenmiş, gidilmiş yıkımlarla hemhal olunan yolların devamı olduğu konusu halen yanıtsız bırakılandır.

 

Hayatın mahvı ve olası gidişatı hali hazırda yolda düzene sokulan, biçimlendirilen bir edimdir. Bunun için üstenci kimliğin devir daim olduğu yerde, sözün artık işitilmez bildirilmesi kalıcılaştırılmaktadır işte. Onun içindir onca çabanın ve gayretin altından sağından solundan çıka gelenin bir ezber edilmişten ağır bir yüke evrimi böyle söz konusudur. Bir şekillendirme gayretinin tam da dibinde işte bu yok etme güdüsünün sıradanlaştırıldığı bir uzam günbegün geliştirilmektedir. Yaşadığımız menzilin rotası, olası geleceği bir kez daha bu tavır üzerinden yönlendirilmektedir. Yaşayabilmek aralıksız, kural gibi dayatılan rıza gösterin uyarılarına tam teşekküllü bir teslimiyetin kendisidir. Yaşamayı; tahayyül etmek, özgürlükten, benlikten, fikriyattan uzakta bir ülkeyi göstere gelmektedir erkçe. Bir devinim, öylesine derin bir ağrı ki bir gün bile geçmeyen, bir gün bile önemsenmeyen yaşanmışlıkların her hali kalıcı olan yıkımı bu odakta, şimdiye sıkıştırılmıştır.

 

Kimlerden olduğumuzun değil, bu bahse tehdit oluşturup, oluşturmadığımıza göre karşı tavır alınmaktadır. Hal ve gidişat buradadır ve bunun doğrultusundadır. Resim artık resmen paramparça edilendir. Sözün hiçbir emaresi, karşılığı ne için eylendiği bahsi söz konusu değildir. Tekilliğin güzergâhı dâhilinde öncesinden belirlenen yol haritasına uyum sağlayıp, sağlamadığına bakılarak fikriyat ya yüceltilmektedir ya da yerin dibine sokulmaktadır. Ya duyulmaktadır ya da bir kulaktan girip öbüründen çıktığı artık ‘açık’ bir biçimde işlenmektedir. Meşum medeniyet türküsü burada tükenen bir anlamdır, her notası eksik gedik olan bir toplamdır artık. Yamalı bohça haline dönüşen ol, medeniyet beşiği tanımı tekilliğe dâhil olanlar harici geçersiz olduğu bildirilendir. Ötekilik bahsi üç yüz altmış beş gün altı saat yeniden yeniden üretilendir.

 

Hırsın kimden çıkartılacağının kestirilmediği bir toplama varılmaktadır, müşterek bahisse saf dışı, hayat enikonu viran edilendir. Yıkıntılarının arasında yükselirken o korkuları, yıkımları anlayıp bir daha olmasın diye çabalayan değil, öncesi kadar yıkımı yenilemeye gayret eden bir ülkedir Yeni Türkiye. Yaşanan bir menzilin yerine, sımsıkı kuralların, denetim ve gözetim hamlelerin refakatinde daim olarak –mış gibi yapılan bir form, hayatlarımızı dönüştürmektedir. İnsana dair olanın artık anılmadığı, bir ‘personaya’ dönüşmüş olup salt seçim güncesinde hatırlanan ötesinde de hep yalnız koyulmaya devam eden mamafih takip edile durulan sürekli tenkitlere riayet etmesi beklentilenen, o uğurda çabalanılan bir ülke ve yurttaş kavramı kalıcılaştırılandır. Günaşırı dile getirilen bütün ‘reel politik’ söylem tüm bu yukarıda anmaya çalıştığımız çürümenin düzeneğini sağlama almak adınadır.

 

Hayat bu bahsin artık her yerinde yerilendir. Silinmeye hızlıca yüz tutan unutulmasına ramak kalan, yaşatmaya çalışılan bir dayatmanın süregittiği, kalıcılaştırıldığı yerde artık ne olduğunun sorgulanmadığı bir meseledir hayat. Hegemonya kurallarını her gün yeniden dönüştürürken tek adamın ülkesi yine yeniden bu bahsi es geçen bir rutine hapsedilmektedir, sesli, sesli. Gümbürtüde çıkagelen tahakkümün her neye evirildiğinin kanıtlanmasıdır, artık hiç şüpheye mahal vermeyecek bir biçimde. Dünümüz gibi günümüz de bu tehdit kavramı yalancı benzetimlerle hayat bağlantısı, görünümü ya da replika olan şablona rehin edilmektedir artık. Kierkegaard’ın ya da Orwell’in tahayyülündeki bahisler bu ülkenin her günündedir. Schopehauer ile Foucault’nun yazınsalını incelediğimizde ortaya çıkan devlet normu, çapaksız, pirupak sınırlarımızın güncelliğidir.

 

Bir dün kalmadığı gibi, bir şimdi bırakılmadığı gibi bir yarın için de bahis artık açılmayacak tümü ezberden mürekkep olan bir güncellik sımsıkı örülmeye, hayat mahvedilmeye devam edilecek bir mesele dönüştürülecektir. Yaşayadurduğumuz güncelliğin gidişatı bu basit tümcenin sınırı dâhilinden baş başa kaldığımızdır. Gidişat bunca kesintisiz bir biçimde tükenişin pay edildiği, yıkımın görünür kılındığı ve giderek, koşar adım ilerlediğimiz bir istikamettir. Devletin halka tecrübe ettirdiği şeylerin toplamdaki karşılığı, onca bahisten sonra bu çürümenin istikametidir. Devlet hayatı otomatikleştirdikçe, düzeni mekanik bir ayarlayıcıya dönüştürdükçe her hamlesi ile tüm bu taarruz olarak bildiklerine karşı saldırılarını seriye bağladıkça ‘insaniyet’ meselinin üstünü çizdiği anlaşılacaktır.

 

Toplumsal devinimi farklılıkların sesini ve sözünü değil duymak kaldı ki önemsemek kendi el kitabındaki yargılara göre bunları cezalandırmak bir sistemin bel kemiği haline dönüştürülür. Mekaniğe lehimlenen hissiyatsızlık bahsidir. Yapılanların özeti az biraz da bunu kanıtlamaktadır. Tarafgirliği, devlete biat eden, etmeyen olarak sınıflandıran bir aklın yönetişimi bu menzilin her gününde salt, çürümeyi derinleştirmektedir. Çürümeyi yazılı olandan, gerçeğin gerçeğine evirmektedir devlet aklı. Hayat her nedir bunun sınırları yanıtları, bir ihtimali ötelenmekte, derdest edilmektedir yeniden. Güç istencine özenle sahip çıkanların menzilinden türetilenler geleceği, günümüz içerisinde sorgulanmaz addetmektedir. Verilecek bir hesap olması gerekirken bu bahsin ötelene ötelene uçurumun kıyısına taşınmasıdır çürüme gerçekte.

 

Gerçeklik mahvın tanıklığıdır her ne kadar anılmasa da, görülmese de, işitilmese de gerçek o aralıktan bir yerden tüm karanlığı yırtarcasına bildirmektedir hala. Çürüme sürerken kaç eşik kalmıştır nihai olan yıkıma, daha kaç yol vardır – onun hepimizi etkisi altına aldığını artık anlamlandırmaya. Tükenen insanlığın karşısında hangi “modernizmi”, hangi “tahayyülü” yerleştirirseniz yerleştirin bina ederseniz edin yeniden sonucun “çürümeye” çıkacağı kesindir. Yaraları hala açıkta koymaya devam eden bir ülke benliğinde, devletin refakatindeki tarihsel yağmasından, günü zaptına kadar her evresinde çürüme bahis değildir hakikattir. Çürüme söze vurulan kesintisiz kettir esasen. Engellemelerin nihai sonu, can yakanın ta kendisiyle bir başa bırakılmaktır. Bugün yaşadığımız ülke bu siyasa pragmatizmini en alttan en üste değerlendirip güncelleyen bir manevra sahasıdır.

 

Siyasa sahnesinden kendi sokağımıza, sözümüze sinen bu bahistir, çürümenin de normalleştirilmesidir. Siyasanın ağız dalaşlarından, hamlelerinden arta kalan yine mahallemize düşen ağır tenkitlerin bombalarıdır. En ufak bir acıya, ağuya nizam ve intizamlı merhem olacak iki cümlenin eklenmeyeceğinin tescil edilmesidir ol normalleştirilen. Ağıda karşı kayıtsızlıktır her durumda güncellenen. Duyulmaz, bilinmez ve anlaşılmaz denilip süre giden bir heyula dâhilinde tüm kırımların, kıyametlerin aynı güne denk getirilmesidir inat ve ısrarla yinelenen. Çürümek bir bahisten hakikate, yalan, iftira diye başlanıp mihraklar veya paralel diye devam olunan bir çizelgede itinayla seçilmiş kelimelerle devam olunandır.

 

Yarayı açıkta koymaya devam eden, hiçbir soruna tam vaktinde eğilmeyen, uzlaşmayan, sorunun asıl ne olduğunu düşünmeyen bir temsil olağanlaştırılmaktadır. Layığımız budur diye kestirilip bir yandan da daha ne kaldı ki başa getirilecek diye bekleyedurduğumuz bir meseledir çürümek o en manalı gelecek kısım budur. Gözümüzün içine baka baka yalanlarla istikbalin belirlenmesi gayretinde kalınan noktadan ilerlenmeye devam olunmaktadır. Halimiz de gidişatımız da işte bu çürüme evreninde ne kadar sözümüzü birleştirip, kaybına, mahvına daha fazla tahammül edemeyeceğimiz müşterekimizi geri alarak söz konusu olacaktır. Soykırım sorunsalını huzur içerisinde atlatmış bir ülkede(!) sözcüklerini hiddetle kuranların karşısında bunu yapabilmeli bir kez başarabilmeliyiz.

 

Barışmak ediminden bunca çok bahsedilirken, hiddetin menzilinden yeni rotaların belirlene geldiği ve tehdidin gırla gittiği bir ülkede çürümeden müştereke özlem olana varmak için çabalanmalıyız, yarın çok geç olmadan. Yarın iş işten geçmeden bugünden sözcüklerimizi sağlama almalıyız. Buradayız ve burada kalacağız diyen tüm Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar gibi, barışmak iradesine her zamankinden daha çok sahip çıkan Kürdler gibi, acılar ikliminde ortak olduğumuz Aleviler gibi artık anılmayan sorgulanmayan Hemşinler gibi ya da bu ülkenin bir ana unsuru haline ne ara girip ne ara çıktığı muamma edilen Abhazlar gibi daha ve dahası gibi burada, yaşamın akdine geri dönmeyi başarabilmeliyiz.

 

Elin Gâvuruna ne gerek var bizim yerli gâvurlar varken. Neymiş güya ‘Sözde Ermeni Soykırımını’ unutturmak için 23 Nisan Bayram yapılmış diye yazınca siyaset yaptığını zanneden Anayasa yazımından sorumlu profesöründen, Ermenilere, “akıllı olun” diyorum diye yazaduran köşe kadısından sözümüzün asıl her ne için olduğunu vurgulayarak, geri almalıyız. Sahnenin üzeri toz duman edilmiş hala en olmadık nakaratlarla, ezberlerle bir ülke yönetişimi söz konusuyken, seçim sandık bahsinin bir aldatmaca olduğu meydandayken yaşatan bir ülke, demokrasi tahayyülü için sözü geri kazanma çabasına düşmek elzem olandır. Çürümeden önceki son çıkışımız, mahvolmadan geri dönüşümüz orada o bahistedir. Cümlemizi siyasanın ipoteğinden geri kurtarabilmektir çıkışımız artık anlayalım.

 

Misak TUNÇBOYACI – İstan’2015

 

Görsel – Desen Angora – Tigran Tsitoghdzyan http://www.celesteprize.com/tigran

29 Nisan 2015 Çarşamba

Twitter, Instagram ve Facebook Hakkında

Web  üzerinde iş kuran/kurmayı düşünen veya kendini geliştirmeye çalışanlara kendi deneyimlerim sonucunda vardığım öngörüleri paylaşmak istiyorum.İnternet’i bir şehir gibi düşünün, örneğin bu şehir İstanbul olsun. Fakat çok gelişmiş olmasın. Bu şehrin sadece bir tane AVM’si olsun. 15-20 tane de kafesi var diyelim.Facebook bu şehrin AVM’sidir. İçinde her şey bulunur. Videolar, fotoğraflar, yazılar, özlü sözler, tanıdıklarınızın özel bilgileri, fotoları, videoları, oyunlar vb. Yani aynı AVM mantığı.Twitter bu şehrin bir zamanlar popüler olan ama şimdilerde sadece belli bir ...

25 Nisan 2015 Cumartesi

Oktay Sinanoğlu Kimdir?

27 Yaşında Yale Üniversitesinde Profesörlük ünvanını kazanan en genç kişi olan, en prestijli üniversitelerden biri olan Massachusetts Institute of Technology’yi (MIT) 8 ayda bitiren, iyi derecede İngilizce bilmesine rağmen tüm konferanslarında sunumunu Türkçe yapıp Türklüğünden taviz vermeyen, bilim dünyasında ismi tüm dünyada şöhretle anılan ama maalesef ki ülkemizde değeri yeterince bilinmeyen, “Türk Einstein”ı olarak adlandırılana Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nu kaybettik.Ben de zamanında konferansına katılmış ve çok faydalanmıştım.Kendisine Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyorum.Büyük bir değerimizi kaybettik.Oktay Sinanoğlu ...

14 Nisan 2015 Salı

Misak Tunçboyacı/ Unutmamak Meseli

Unutmamak için mütemadiyen hatırlatma komutlarına sahip çıkan, bununla yol almaya gayret eden bir güncelliği bölüşüyoruz hep birlikte. Dün olanın, dünde kalmadığı muhakkakken artık onu hatırdan çıkartmamanın yollarını arıyoruz. El birliğiyle, hafızamızdan kazınanların, şimdi sırası değil diye geçiştirilenlerin sofrasında; yarınlar için, umut için hatırlama gayretini su gibi paylaşıyoruz. Biçimsizliğin, tahrip gücü yüksek taarruzlarında yediğimiz ekmek kadar bilinçle neyin nereye konumlandırıldığını görüyoruz. Eksikliğin, yıkımlara dönüştüğünü artık enikonu fark ediyoruz. Resim ortaya çıktığında, resmiyetin yaldızı döküldüğünde halimizin perişanlığı yansıyor bir kez daha günümüze, içimize. Unutmamak, bu fecaat ikliminde anlamanın yolunu sağlama alan bir mefhuma eviriliyor. Dayanmanın ve direnmenin her teşebbüste ola ki duvara çarpılsa da yılmadan yeniden yola koyulmanın menzilini cisimleştiriyor.

 

Tükenmişliğin “pay” edildiği yerde geriye sadece ve sadece okunanların hakikati kalıyor. Bugünün şekillendirildiği menzilde tükenmişlik hızar gibi dörtnala koşturulurken bir sonraki adımda çıka gelecekler onu tamamlayacak birer nüveye dönüştürülüyor. Resim paramparçadır artık olduğu gibi. Resmiyet unutturulanın üzerine, bu tahrif edilmiş olan resme, taarruzların güncesidir. Yazılmış olanların altından çıka gelenlerdir hakikatimiz. Örtbas edilenlerin dibinden köşesinden görünenler esas mesellerdir bir yerde, bu uzamda bile hakikatten. Hakikatimiz unutmamaya tüm benliğimiz ile birlikte sahip çıktığımızdır. Tükenmişlik vazolunurken, teslimiyet nakşolunurken, arta kalan o silinenlerde meydana çıkanlardır. Durumun esef vericiliği, gerisini tamamlayan ‘hiddetin’ hali karşılaştığımızda kalıcılaşır.

 

Reel politika, dün neye kastettiyse bugün de onu hiç sekmeksizin yerine getirmektedir. Ne ki artık hiçbir teşebbüs, çaba, alaya alınabilecek, gülüp geçilebilecek değerlendirmeler değildir. Tahayyül, tahakküme, tahakküm tehdit ve yok edişe evirilendir. Bu cehennemî menzilin dört yanı düşmanlarla değil, uçurumlarla çevirilidir. Demirbaş olmuş asal dertlerin hemen hemen hiç konuşulmadığı, adlarının dahi anılmadığı ülkede, hiç olmayanların olmuş bildirildiği yerde, örtbas etmelerin menzilinde derin yarlardır kuşatıldığımız. “Düşman” algısı tükenmezken payımıza düşürülen; tüm o uçurumların kıyısında cambazlıktır. Düşmeden ayakta kalabilmek aşağıya hiç bakmadan oradan hayata tutunabilmek, tüm bunu çabalayanlara karşı şiddeti öven, sahip çıkan -aklın tezahürü karşılaştığımızdır. Yıkımsa her yerdedir. Tehdit kalıcılaştırılıp dönüştürülendir.

 

Yüzleşmeye konu edilenlerin, kıyısında dahi olmadığımız hiç yakınına varamadığımız bugün alenidir. Unutturmanın kalıcılaştırıldığı yerde yıkım çıka gelir böyle birbirini takip eden bir süreklilikte. Bir güftenin, bir dizenin, bir notun kıyısı, köşesinde kaldığı imlenen bahislerin, geçmişte, geçip gittiği zikrolunanların, nasıl da gün içinde olduğu meydana çıkmaktadır. Dermansızlık yaygınlaştırılandır bir kez daha. Çöküntüler, ötesine dair sorgulamaların önünü almalar, soruların önüne duvarlar bina etmeler mümkün mertebe, halin gidişatını, ülkenin durumunu da anlaşılır kılacaktır. Yıkım bu meydandadır artık. Çürümekse hepimizin paylaştığıdır. Bu kalıcılaştırılan tehdit coğrafyasına karşı atılan her adımın ardında çıkartılanları unutmamak adınadır sözcüklere sığınışımız. Çürümek bir noktada gerçekliğin ta kendisine dönüştürülürken şu andan sonrasında ne gelecektir bahsidir hepimizin dertlerini çok daha fazla arttıran.

 

Yarınsızlığımız bir gerçeklik haline dönüştürülmüşken bir de unutulanların peyderpey yinelenebilirliği tüm bu kalıcı kılınan çürümenin menzilini, aldığı yolu gösterir. Bir ülke bahsinden, bir deney sahasına varılmasının mihenk taşları dizilmeye devam edilmektedir. Bir deney sahasının ülke diye bildirimi sürdürülendir. Umutsuzluğun onca viraneliğe terkin ve çürümenin nihayetinde gerçekten gerçek kılındığı, ayrıştırılmazımız ilam edildiği bir “ülkede” yaşıyoruz. Dertlerimiz çoğunlukla, anlaşılmayan ve hiçbir zaman, hiçbir bahiste tartışılmayan, konuşulmayan ve anılmayan mesellerin izlerinin üzerinde geliştirilendir. Tekinsiz bir karanlık girdap şimdi bu yerdedir. Mütemadiyen tehdide konu edilenlerden, düşman mitinden ve sözün yağmasına uzanan bir süreklilik halinden bunu, teyit edebilmek mümkündür. Unutmamak için yinelene gelen bir sayıklama değildir.

 

Bunca kayıtsızlığa rağmen buradayız ve vardık varız ve yok olmayacağız nidasını alaşağı etme gayretidir. Girdap dertlerin ol karanlığındır. Cümlelere dökülen anlam bütünlüğü anlatmak için varılmış menzildir. Eşikler yıkım için güncellenirken, geriye kalanın salt ah ve tühü barındıran bir simya olmadığı tam aksine acının bizatihi kendisi olduğu meydana çıkacaktır. Kırmızıçizgiler durmaksızın güncellenirken geriye kalan, hep ağudur, Kilikya’dan Dersim’e, Dersim’den Roboski’ye. Mukadderat olarak bölüştürülenler, unutulanın ardından çıkagelenler yıkımdır nesiller boyu. Bir mizansen, dipnot olmaktan öteye geçen bahisler tanımlandırılırken her harfe özen gösterirken, acıların denk getirilme sıklığıdır unutturulmak istenip durulan.

 

Akıldan çıkıp gittiğinde acı da, ağrı da bunca mezbelelikte yok olacak diye savunulandır. Oysa her defasında, her görmezden gelme ve her yok sayma ve her unutturma çabasının birlikteliğinde meydana çıkan yegâne şey, artık vücut bulan kanıksanmış acının kesintisizliğidir. Kanıksatılmış kötülüğün artık zıvanadan çıkmış tehditlerini yinelerken yarını zapturapt altına alacağını ilan etmesidir ol acı meseli. Unuttuğumuz yerde başımız yeni bir kırımla bir başına kalacaktır. Bunun ağrısıdır hayatımızı henüz yaşarken dar etmeyi olduğu gibi başaran. Yarınsızlığımız tescillenirken, dün olduğu gibi gün de aynı hezimetlerin insafına terk edilmektedir. Müşterek talan edilirken, geleceğe dönük her sözün, sesin üzeri çizilir. Acı, elem ve ağrının kalıcılaştırılması için onu sessizliğin bir payandası eylemek için birbiri ardına yapılanlar bir rutine dönüştürülür.

 

Yarınımız kalmamıştır bugünümüz ne haldedir bunların her biri yanıtsızlığını muhafaza etmeye devam etmektedir. Unutmamak için gerisin geriye gitmeyi zorunlu kılan bir sınanışa gerek yoktur. Tek başına olduğu gibi günü ele aldığımızda yahut da bir güne denk getirilenleri sorguladığımızda bu bahsin her nasıl şekillendirildiği çözümlemeyi mümkün kılacaktır. Yaşadığımız yer, bu menzil cehennemin ta kendisidir. İç çürüten aklı fikri yerle bir eden, dahası yetmez çok daha beterine yol verilen, umudu mahveden her meseleyi en üst makamdan sahiplenenlerin yeridir. En üstten en aşağıya bildirilen, ezenlerin, muktedirliğin en kudretli oyuncularının rol olarak değil canı gönülden söylediklerinin birimizden birilerinin hayatlarına karşı taarruzların başlangıcı olduğu gerçekliğidir. Her sözün ardı kırımdır bir defa daha tüm gayret bunun içindir.

 

Genellendirme sınırlarını çoktan aşarak bir hakikate ulaşmış ol bahsi görünür kılan karşılaşmaların vakıa diye geçiştirildiği menzildir iş bu yer. Yalova Valisi Selim Cebiroğlu’nun öğretmen Halil Serkan Öz’e Termal Fen Lisesi’ni ziyareti sırada, Bu saç sakal ne? Sen ne biçim öğretmensin? İnsanlar dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler” hakaretini eyleyebildiği cümleden okuyabilmek mümkündür ol menzili. Anarşisti bir hakarete evirerek onu da iki cümlesinin arasında sıkıştırmayı başaran Cebiroğlu’nun dilinin hiddetinin, asıl neye yol verdiği birkaç gün sonra Halil Serkan Öz’ün kalp krizinden hayattan göçmesi ile karşımıza çıkar. Devletin, onun yolunda ilerleyenlerin sözcükleri hayatı onarılmayacak bir hal dâhiline sıkıştırmaktır. Halil Serkan Öz’ün canı böyle çalınabilmektedir.

 

Unuttuğumuz yer her aklına geleni söyleyebilen, köşe kadıları, valiler, bakanlar, başbakan danışmanları, amirler, üst ya da alt düzey bürokratlar vekiller, başbakan ve cumhurbaşkanı’na kadar uzanan bir sarmalın sahnesidir. Hüküm verildi diye anıla gelen, durmaksızın tekrar olunan, şifrelerin çözümü iş bu hayatın tılsımına dair bir okuma, anlama gayreti değildir hep tersi istikametteki can kırıklarını çoğaltmak adınadır. Hüküm, kural kaidenin tamamlayıcısı olan bir bahistir. Demokrasi meseli ve bahsinin halen en olumsuz tahayyüllere rehin bırakıldığının nişanesi olan edimlerdendir. Hüküm diye savunula gelen yepyeni fecaatlerin ön izlemesidir, tanımıdır ne eksik ne de fazla. Yaşayabilme iradesine karşı kurulan setler canı bir hiçliğin düzeyine gerisin geriye yollar. Ne yaparsak yapalım hüküm diye anılan erkin tahlili artık olur bildirilendir. Vahamet bu karanlık, kapkaranlık güncenin sonsuz tekrarıdır.

 

Vahamet artık bir valinin dahi can alma hüviyetine sahip olmasıdır. Tüm kameralar canlı yayında. Hakaretamizlik bir kademe sonra tehdide en sonunda da can almaya böyle böyle ilerletilir iş bu menzilde. Düşlere vurulan ket hayata karşı kasıt, geleceğe yönelik tehdit hepsi birlikte yaşam kodlarına dönüştürülür. Yaşamın tanımdan çıkartılması artık bahsi edilmeyecek bir mesel olarak değerlendirilmesi yavaştan emin adımlar ile sağlama alınır. Unutuşun ardı yıkımdır. Teferruat olarak tanımlanan bu bağlantısız gibi görünen tehditler birleştiğinde sıradanın mahvı kaçınılmaz sonu göstere gelmektedir. Unutuş bahsinin arkası hezimettir. Sokak ortasında infaz edilen hepimizin tanıdığı “Berkin Elvan”ın, birçoğumuzun bildiği katillerinin isimlerinin ilam olunmasını talep eden iki insanın, isminde Adalet geçen binada katledilmesinden sonra yaşananlardır hezimetin bir yüzü.

 

Yüz elli kurşun isabet ettirilen bir odadan naşı çıkan Şafak Yayla’nın katilleri, Berkin Elvan’ı katledenlerle aynı seviyenin, aynı yozluğun şiddetle hayatı dönüştürenlerin ta kendisidir. Yayla’nın naşına bu cüretle saldırırız, mezarından çıkartıp dereye atarız sayıklaması bunu teyit eden katletmeye doyulmayan bir menzilde asıl hali faş eden bir meseldir. Her bir durumda tahakküm ve tehdit ölümcüldür. Ölümle kapı kapıya sırt sırta, tehditlerin aileye kadar uzandığı yerde, naaş ancak beton dökülerek muhafaza altına alınır. Hal ve ahval “unutuş” bahsinde yıkılıp yağmalanan az buz değil basbayağı kindarlığa rehin edilmiş olandır. Kindarlığın at koşturduğu, kurban istemi ile yola devam edilen bir menzildir. Kin gütmenin, yeni yıkımlara yol ve zemin sağlamanın yolları arşınlanmaktadır dört bir yanda hemen her fırsatta. Artık sözün değil hiddetin, şiddetin, konuşacağı ilan edilmektedir.

 

Bir çeşit yazgı haline indirgenen tükeniş ve mahvın bu menzildeki varlığı her vakıada bir kez daha perçinlenmektedir. Tasvirin bunca satırın özü eğer kalacaksa meram olarak tek bir cümlesi hayatın yağmalara terk edildiği bahsidir. Esirgenen, çalınan, yok edilen otuz iki kısım tekmili birden olan biten hayatın tükettirilmesidir. Prangalar ile bağlanıp, zincirlenen, betonlara gömülüp unutturulmaya çalışılan azar görünümlü cümleler ile halen yorun tarifi gerçekleştirilen, müşterekin altının oyulduğu bir menzildir özetin özeti. Dermanın değil yara vermenin menzildir geliştirilen. On dördünde katledilen Berkin Elvan’ın cezasızlığını sorgulayan Sıla Abalay’ın tutsak edilmesidir yaraya yara katan. Berkin Elvan’ın tıpkı devlet dersinde katledilen tüm çocuklar gibi faili meşhur davaları meçhul bırakılmasında tüme, bütüne ol müştereke gözdağı verilmesinin örneklemi gerçekleştirilmektedir.

 

İç Güvenlik Yasası boşuna değildir asla. Tanımlanmaya ve tamamlanmaya çalışılan yaşatan değil yok eden bir ülkenin artık kanıksatılmasıdır. Sıla Abalay henüz çok genç bir tutsaktır. Tarihin tekerrürü, yeniden işleme koyulan şey zapt etmektir sorguyu bir kez daha. Bunu da sineye çekilebilir bir mesel olarak addedilmesi gayretidir bir kez daha. Müseccel markası ‘zulüm’ olan memlekette dipsizlikten el bularak ilerlenmektedir hala, hala. Biyopolitik tehditse güncellenen her adımda yeni bir yıkımı beraberinde getirmektedir. Olan biten az biraz değil, basbayağı budur. Hayatın mahvı bu sınırın her günündedir. Bir zorbalık düzenidir dünden devir alınan yarınlara çıkması için çaba sarf edilen. Dahası da vardır ol güncelliğin ve şimdiye yansıyanın.

 

Her neye çabanın sarf edildiği meydana çıkmaktadır kestirmeden. Kobane Direnişini selamlamak için 6–7 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilen eş zamanlı eylemlerde, Gaziosmanpaşa’ya bağlı -Karayolları’nda polis tarafından atılan gaz kapsülünün kafasına isabet etmesi sonucu yaralanan 17 yaşındaki Serhat Savaş yaşamını yitirdi. Ajanslara düşen tek satırlık haberlerden, devlet dersinde kırımı bir kez daha hatırlatan, sadece Kobane Direnişini destek eylemlerinde katledilen on üçüncü çocuktur Serhat Savaş. Birileri hayat derken, birileri aralıksız barış derken, birileri onca küfre rağmen hala bu ülkeye inanmak isterken, devlete değil insanına güvenmek isterken bir çocuk daha toprağa düşürülür. Bir çocuk daha, sırtı pışpışlanan, yüreklendirilen ve teşekkür edilip durulan kolluk kuvveti elinden katledilir.

 

Kırımları alkışlayan, ‘bu ülkenin muhtarıyım ben’ diye avaza tutunurken, teröristler bahsinden kaçınmayan bir zata yakışacak bir ülkenin gücü çocuklara yetmektedir bir kez daha. Bir kez daha yukarıda saymaya çalıştığımız gibi yaşları büyük ya da küçük, henüz kundakta ya da her şeyin başında insanların canlarını almaktan bir beis görmeyendir işte mesel edilmesi gereken ülkeye dair anlaşılması elzem olan. Unutmalar bir sonraki seviyede yeni bir tehdidi beraberinde getirmektedir. Yaşadığımız yerde “umudun” mahvı böylelikle şekillendirilmektedir. Takvim yaprağına sığanlar kadar üzerine eklenenlerle birlikte bu menzilin hayat emaresi de tüketilmektedir. Yoksunlaştığımız yer insaniyet bahsidir ne eksik ne fazla. Yoksunlaştığımız yer dur artık diyemediğimiz nicesinde daha fenalarına, en olmadık kırımlara girişebilecek bir ülkenin artık topyekûn bina edilmiş olmasıdır.

 

Yüz bin kez tekrar edilmiş olsa da yaşamak hep pamuk ipliğine mi bağlı kalacaktır. Yetmemiş midir artık, hiç mi kâfi gelmemektedir bunca gözyaşı, elem, keder. Karanlığın simyası, devletin görevlisi olan bir isim tarafından “devlet bazen hukukla çözemediğini hukuk dışı yollarla çözer” vecizi içerisinde bildirilendir açık açık, ulu orta. Unutmaya devam ettiğimizde o unutursak kalbimiz kurusun lahzasını düşünmeden yinelediğimizde, olanı biteni sorgulayıp, yüzleşmek için çaba ve istenci göstermediğimizde bu menzilin dört yanında, her gün kırımlar sürdürülmeye devam edilecek olandır.

 

Dosdoğru bedenler üzerinden yükseltilen, her yanından kan akmayı sürdüren bir menzil kalıcı kılınacaktır. Yetmemiş midir, kâfi gelmemiş midir? Kurban seçiminin sonsuz kılınmasından sonra hayat için en ufak bir ümit kalmış mıdır, bırakılmış mıdır? Sayaç insanlık için gerisin geriye ilerlerken, her gün bir bedene daha kast eden, bir canı daha çalana karşı söz eyleyecek miyiz, birlikte eyleyebilecek miyiz? Meselemizdir. Ömür dâhilinde sorguladığımız, her gün yeniden yola koyulurken aklımızın bir köşesinde tutmaya devam ettiğimizdir. Yaşamı geri kazanacak mıyız? Barış bu topraklarda, ama, acaba ve fakatsız olabilecek midir? Bir gün bu bahisler layığını bulacak mıdır? Meselemizdir, unutmadan zikrettiğimizdir.

 

Misak TUNÇBOYACI – İstan’2015

Desen – Shin Kwangho – Untitled http://scopeartshow.tumblr.com/post/64995531191/red-lipstick-shin-kwangho-south-korea-top

6 Nisan 2015 Pazartesi

Biz kimseyi yarı yolda bırakmadık

Biz kimseyi yarı yolda bırakmadık,onlar müsait bir yerde indiler.O kadar zaman vakit geçirdikleri insanı değil, başkalarını dinlediler.Soru sormaya bile gerek görmediler.Onlar haklı oldu biz suçlu,Yine de söylüyorum,Siz mutlu olun da, biz suçlu olmaya razıyız….Çünkü siz gitseniz bile,biz sizi hala seviyoruz.

27 Mart 2015 Cuma

Hakan Mengüç’e Üniversiteden Ödül

Hakan Mengüç’e Bozok Üniversitesi Gençlik Kulübünün oylaması sonucu ‘En iyi Yazar’ ve ‘En beğenilen konuşmacı’ ödülleri verildi.Üniversite adına plaketi Prof. Dr. Hasan YUMAK verirken, İletişim kulübü adına ödülü Bozok Üniversitesi Genel Sekreteri Erol Sorucu verdi.Hakan Mengüç’ten not;Bu ödüle layık çok değerli insanlar var olmasına rağmen beni seçmiş olmaları, uzun yazarlık ve konuşmacı yolculuğumda benim için güçlü bir motivasyon oldu. Daha çok yolum var, tüm bizi çok güzel bir şekilde ağırlayan tüm üniversite yönetimine ve seminere katılan 700 ...

18 Mart 2015 Çarşamba

Akın Olgun/ Hayat Boşluk Tanımaz

Hasan Ferit Gedik, devletin sırtlayıp mahallelere taşıdığı mafya tetikçileri tarafından katledildi. Devrimcilerin kurduğu mahallelerde, polis koruması ve işbirliği içindeki uyuşturucu çetelerinin serbestlik kazandığını bilmeyen yok ama meseleyi guruplar arası bir hâkimiyet çatışmasıymış gibi sunan ve bunun üzerinden çetelerin durumunu “meşru müdafaa” algı pazarlaması içine sokup haberleştiren özel yetkili gazeteciliğin, çetelere kazandırdığı “mağduriyet”, mahkeme salonunda sanıkların dilinden sarkacak kadar uzadı.

Her duruşma, katilerinin tehditleri, saldırıları ve “ya Allah bismillah” sloganlarıyla sonlanıyor. Avukatlara “sizi öldüreceğiz” diyerek tehdit edenlerin, ‘’mağduruz” gösterileri ile son buluyor. Rahatlar, fazla rahatlar ve bu rahatlığı onlara kim veriyor sorusunun cevabında gizli her şey.

Mafya ve devlet ilişkisi üzerine çok yazıldı çizildi. Mesut Yılmaz’ın burnunu eline vermekten tutun, katliamlar, cinayetler, tehdit, iç, dış operasyonlar vb kadar, bütün resmi kirliliğin çok kullanımlı araçları olarak, devlet içinde varlıklarını hep sürdürdüler. Şimdilerde yeni görünümleri “iş adamlığı”.

Hayat boşluk tanımaz, bu bir gerçekliktir. Mücadelenin yükseldiği ve düştüğü dönemlerde, mafya her zaman bir araç olmuştur. Mücadelenin yükseldiği dönemlerde “milliyetçilik” sosu ile sivil faşistler devreye sokulmuş, ivmenin düştüğü dönemlerde ise boşluğu hızla doldurmak için ellerinde torba, mahallelere yönlendirilmişlerdir.

Saygı Öztürk gibi adamların televizyon programlarında mafya ağırlayıp, “büyük Türk düşünürü” edasıyla pazarladıkları o günleri hatırlayanlarınız vardır. O günden bugüne değişen bir şey yok. Kendisi de, ağırladığı mafyacığı da hala sözcü-lük yapıyor.

Hasan Ferit’in annesini mahkeme salonunda tehdit edenler ile mahkemeye gelenleri çivili sopalarla karşılayan polis arasındaki bağ, Hrant’ı katlettirip, sonra eline bayrak tutuşturup yanında poz veren polislerin cinayetle olan bağı ile aynıdır.

Davanın yeterince sahiplenilmemesi, sahiplenil-e-memesi, Hasan Ferit’in katillerine “meşruluk” duygusu veriyor. Sahiplenme azaldıkça, dilleri coşuyor, ağızları büyüyor, besiye çekilmiş bir haklılık duygusu kazandırıyor. Mahkeme salonunu “iyi yaptık” havasına sokan duygu buradan besleniyor. Çok konuşulmasa da, yan yana gelmekten, durmaktan kaçınan insanların uzaktan seyrettiği ve hayıflandığı bir dava olarak “ilerliyor”. Annenin, her duruşma öncesi davaya çağıran o sesi, sosyal medya üzerinden yayılsa da, çoğul bir karşılık bulmuyor.

Ama unutmayın, bir annenin sesi yitikleştiğinde, duyulmaz hale geldiğinde, bir tek kaybedeni olmaz. Herkesin sesi kısılır, birbirimizi duymaz, anlamaz, hissetmez oluruz. Boşluğu, katillerin sesi doldurur, iğrenç gülüşleri, kahkahaları nefes aldığımız her yeri işgal eder. Ne ekmeğin, ne tuzun tadını alırsınız. Tekmelerler sofranızı, çayınızı devirirler, simidinizi çalarlar elinizden, ezerler çocuğunuzun oyuncağını, sevgilinin çiçeğini. Sesinizi çıkaramazsınız. Çünkü hayat boşluk tanımaz, siz doldurmazsanız, katiller mutlaka yerleşir içinize.

Çetenin “senin oğlunun ne işi vardı o mahallede” diyerek höykürdüğü o soru ile öldürülen bir kız çocuğu için ailesine “ne işi vardı o saate kızınızın dışarıda” diyen Emniyet Müdürü’nün doldurduğu boşluktan bahsediyorum işte.

Ölen işçiyi suçlayan, öldürdüğü çocuğun annesini yuhalatan, hakkında dava açan, tecavüz edilip katledilen kız çocuğunun ölü bedenine dil uzatan o boşluktan bahsediyorum.

Vahşi katilleri “öfkeli çocuklar” diyerek kollayan, madenci yakınını yerde tekmeleyen, Cumhurbaşkanı’na hakaret etti diyerek bir gece yarısı evinden alıp emniyete çeken, Berkin’in anıtına saldırtan boşluktan bahsediyorum.

“Vurmayın öldüm” diyen Ali İsmail’i sopalarla linç edenlerden, bir çocuğun bedenine yaşı kadar mermi doldurulanlardan, “ne çocuğu, kaçakçı onlar kaçakçı” diyerek Kürt köylülerini paramparça edenlerden bahsediyorum.

Demem o ki;

Hayat boşluk tanımaz, biz doldurmazsak mutlaka kanar kartopu yeniden.

(www.Jiyan.org dan alınmıştır)

10 Mart 2015 Salı

Akın Olgun / Kabataş ve ‘Büyük Yalan Teorisi’

Sadece bir yalanın ardına gizleyemezsiniz kendinizi. Elinizde çıkan gözümüz, yanan bedenimiz, linç edilen gençlerimiz, gaz kusan çocuklarımız, lime lime ettiğiniz insan bedenleri var. Kan var elinizde kan. Köşelere serilip, ağız tekmili vererek silemezsiniz üzerinize sinmiş bu kokuyu.

Burnumuzu tutuyoruz artık sizi her gördüğümüz yerde. Öyle pis kokuyor aklınızın, vicdanınızın çürümüşlüğü.Sadece bir yalan değildir Kabataş.

Kabataş, 6-7 Eylül’dür. “Atatürk’ün evini bombaladılar” diyerek, azınlıkları bir kez daha vahşetle baş başa bırakarak, ellerini ovuşturan kontrgerillanın kendisidir. Yağmalanmış, talan edilmiş, linç edilmiş, ırzına geçilmiş, malına, mülküne, hayatına kastedilmiş, hikâyeleri, öyküleri, anıları üzerinde tepinilmiş o günün, örgütlenmiş kötülüğünün bugüne yansımasıdır.

Kabataş, Maraş katliamıdır. “Aleviler camiyi bombaladı” diyerek örgütlenmiş bir katliamın devamıdır. Doğmamış çocukları, kadınların karnını yarıp çıkaran ve duvara çivileyen, genç, yaşlı, kadın, çocuk demeden, pala, bıçak, nacak, balta, silah ile kıyım yapan ve üzerine kanlı nağralar atarak yürüyenlerin sizlere bıraktığı mirastır.

Kabataş, Madımak katliamıdır. Sizler, benzin bidonlarını taşıyanlardansınız. “Sivas şeytanlara mezar olacak” diye böğüren o kalabalığın içindeydiniz. Siz tutuşturdunuz, “yak yak” diye bağıran sizlerdiniz. Aydınlar yandıkça coştunuz, kanınız kaynadı, içiniz içinize sığmadı, “en büyük polis bizim polis”, “ en büyük asker bizim asker” diyerek, seyrettiğiniz ateşin içinden yükselen yanık insan kokusunu ciğerlerinize doldurdunuz. Kabataş yalanınız, o gün oradaydı. Kontrgerillanın kucağında emziriliyordu.“Atatürk’ün evini bombaladılar.” Bir yalandı.“Aleviler camiyi bombaladı.” Bir yalandı.

“Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar. Ezan sesini bastırmaya çalışıyor zındıklar.” Bir yalandı.“Camide içki içtiler.” Bir yalandı ve yukarıdaki tüm katliamlarla göbek bağı vardı.Yalan söyleyenlerin beyanını esas alanlarca hayata geçirildi. Yalanın propagandasını yapanlarca şişirildi, yalanın yaygaracıları tarafından da örgütlendi.

Kabataş bir yalan değildir sadece. Bir yalandan ibaret-miş gibi yapmalarına kanmayın sakın.Bilin ki aklını, gücün kullanıma sokanların yüreğinde vicdan çoğalmaz hiçbir zaman.Gezi’yi kontrgerilla yöntemleriyle bastırmak için üretilmiş ve kullanılmaya gönüllü olanlarca uygulamaya sokulmuş, sonuçları ve olabileceklerine dair bir gram sorumluluk taşımayanların provokasyonudur Kabataş :“gördüm, görüntüler korkun甓başörtülü bacıma saldırdılar”“cinsel organlarıyla taciz ettiler”“morluklarını da gördüm, illaki meraklıysanız”“barbarlar”“kadınlar küfrediyor, erkekler vuruyordu.”Sözler, manşetler, yazılar, röportajlar ile toplumu birbirine kırdırmaktan bir an bile tereddüt etmeyenler, yani onlar, bugün bize toplu “vicdan” attırıyorlar.

Bir tiyatro üzerinden hedefe koydukları sanatçıları, Kabataş provokasyonu ile birleştirip günlerce, haftalarca, aylarca kara propaganda yapanlar şimdi bize “haysiyet” çekiyorlar.Goebbles’in “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanır” diyerek formüle ettiği ‘Büyük yalan Teorisi’nden feyizle hiç durmadılar.Durmamak ARsızlık isterdi, onlar da buna eksiksiz sahipti.

Elif Çakır ve onunla benzeşenlerin ruh yoldaşlıklarını ve sahiplenmelerini not edin bir kenara. Birbirlerini rezilce satacaklar ve gizli tanıkları olacaklar yalanlarının. Çünkü yalanı yalayanların dili boş durmaz.Güç kimin elindeyse, yalan onunla dilleşir önce.

BirGün Gazetesi

3 Mart 2015 Salı

Mustafa Peköz/ 7 HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİ VE AKP’NİN GELECEĞİ

7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimde ortaya çıkacak politik tablo Türkiye’nin iç dengelerini önemli oranda değiştireceği gibi bölgesel politikaların yeninden belirlenmesinden tahmin edilenden çok daha ciddi bir etki yaratacaktır. Ortaya çıkacak sonuçlar sadece mevcut partilerin özgün durumunu değil esasen Türkiye’nin üzerinde yükseldiği rejimin yeniden tanımlanmasını öncelikli olarak ön plana çıkacaktır.

Yapılan anketler AKP’nin oy oranının yüzde 38-42 arasında değiştiğini gösteriyor. Bu oranlar Türkiye’deki olası politik ve ekonomik gelişmelere bağlı olarak her an değişebilir. Seçimler belki de en çok iktidar partisi olan AKP’nin  politik pozisyonunu belirleyecektir. AKP’nin iç dengelerini belirlemede önemli bir faktör olacak olan seçimler, aynı zamanda   Cumhurbaşkanı’nın kafasında tasarladığı rejimin yaşam bulması bakımından da önemli bir faktör olarak işlev görecektir. İktidarlaşma eğilimi en güçlü partiler içerisinde dahi çok yönlü çatışmalara yol açtığı, açacağı biliniyor. Devlet-iktidar ilişkisinin zorunlu bir sonucu olan bu durum AKP’de çok daha somut olarak yaşanacak gibi görünüyor. Homojen ve tek  merkezli görünen AKP içerisindeki dengelerin sanıldığı gibi sorunsuz olmadığı, önümüzdeki süreçte çok daha derin iç çatışmaya ve rekabete dönüşeceğine dair önemli veriler ortaya çıkmaya başladı.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması AKP iç dengelerini değiştirmesinin ilk adımı  oldu. Turgut Özal benzeri bir yöntemle cumhurbaşkanı olan Erdoğan aynı zamanda AKP’nin iç dinamiklerini kendisine göre dizayn etmeyi de esas aldı. Pasif doğal liderliği kesinlikle kabul etmeyeceğini tersine aktif lider olacağını sık sık vurguluyor ve fiilen bir AKP Başkanı gibi hareket etmeye devam ediyor. Böylelikle AKP Başkanı ve Başbakan olan Davutoğlu’nun emanetçi olduğu algısını çok bilinçli olarak işliyor.

Erdoğan’ın bütün politik inisiyatifine ve hükümet üzerindeki etkinliğine rağmen AKP içindeki dengeleri hızla değişmesini de engelleyemiyor. Davutoğlu sanıldığı gibi Erdoğan’a bütünüyle biat etmeyeceğini aşamalı olarak gösteriyor. Örneğin partinin iç dengelerini sessiz ve derinden değiştirmeye yönelirken aynı zamanda gelecekte hükümetteki gücünü arttırmaya yönelik hazırlıklarını yapıyor. Böylelikle Erdoğan-Davutoğlu ilişkisinin Özal-Akbulut ilişkisinin benzeri olmayacağına dair ilk veriler ortaya çıkmaya başladı denebilir.

Davutoğlu’nun atmaya başladığı bir kaç hamle dikkat çekicidir.

Birincisi, AKP’nin il kongre  delegelerinin bileşiminde ciddi bir kısım değişikliklere gidiliyor. Erdoğan’ın Ak Saray’daki ekibin müdahalesine rağmen Erdoğan’a yakın etkili isimlerin bir kısmı değiştiriliyor.AKP Kongresinde son derece güçlü olan Erdoğan’ın etkisi aşamalı olarak kırılması planlanıyor.

İkincisi, 7 Haziran seçimlerine kendi ekibiyle girmenin ön hazırlığını yapan Davutoğlu, yatın çevresinde yaklaşık 40 kişiyi milletvekilliği  adaylığına hazırlıyor. AKP’nin önümüzdeki seçimlerde birinci parti olacağı ve tek başına hükümet kuracağı yüksek bir olasılık. Davutoğlu kurulacak yeni hükümette esasen kendi ekibini ön plana çıkartacaktır. Böylelikle Erdoğan’ın hükümette müdahalesini minimum düzeye indirmeyi planlıyor.

Üçüncü, Davutoğlu, yönetim anlayışındaki farklılıkları Başdanışmanı Etyen Mahçupyan üzerinde kamuoyuna sunuyor.  Örneğin, Başkanlık sistemine sıcak bakmadığını, Parlamenter sistemden yana olduğunu, bu konuda Cumhurbaşkanıyla farklı düşündüğünü Mahçupyan üzerinde özel olarak yansıtmaya çalışıyor. Başkanlık gibi bir sistem içerisinde Erdoğan’ın bir bakanı dışında özel bir işlevi olmayacak olan Davutoğlu, AKP’nin ne kadar milletvekili çıkartacağına bakmaksızın , etki gücünü korumanın tek yolunun Parlamenter sistemin devam etmesi gerektiğini biliyor.

Dördüncüsü, belki de en önemlisi,  Davutoğlu-Hakan Fidan-Yalçın Akdoğan eksenli oluşan yeni dengedir.  Erdoğan’a rağmen Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığından istifa ederek Davutoğlu’un onayı ile aday olması, önümüzdeki süreçte AKP’deki iç dengelerin nasıl şekillenebileceğine dair bir veri sunuyor.  Erdoğan, ‘sır küpüm’ dediği ve belki de koşulsuz güvendiği birkaç kişiden biri olarak   gördüğü Hakan Fidan’ın milletvekili adaylığına sıcak bakmadığını  açıklaması, bir aldatmaca olmayıp, gerçek bir durumu yansıtıyor. Fidan’ın bu çıkışıyla hem Erdoğan’ın yalnızlaştırılmasında bir adım olarak görüldü, hem de Davutoğlu ile daha güçlü bir ittifak kuracağının mesajını vermiş oldu.

Erdoğan’ın Meksika ziyaretini yarıda kesip geri dönmesi sağlığıyla bir ilgisi olmayıp, AKP Kongrelerindeki etkinliğinin aşamalı olarak kırılmasıyla doğrudan ilişkilidir.  AKP’deki iç dengelerin aşamalı olarak lehine değiştiğine dair ortaya çıkan veriler, Erdoğan’ı çok daha tedirgin etmeye başladığını gösteriyor. Ak Saray’da önemli oranda yalnızlaştırılan Cumhurbaşkanı, güç dengelerindeki etkinliğini devam ettirmek için uluslararası ilişkileri bir tarafa bırakarak iç politikadaki aktifliğini sürdürmeye ve özellikle AKP’deki dengelerin değişimini durdurmaya çalıştığı anlaşılıyor.

Seçimler dönemi içerisinde AKP’nin iç dengelerine yeterince müdahale etme şansına sahip olmadığını farkına varan Erdoğan, kendi ekibini korumak veya yeni güçlerle takviye etmek için  bir kısım hamleler yapacak gibi görünüyor. Davutoğlu etrafında oluşan ekibi etkisizleştirmek için yeni hamlelere yönelecek olan Erdoğan’ın izlediği taktik plan bir kaç noktada oluşuyor.

Birincisi,  denetim altına aldığı medyayla  hem muhalefeti, hem de Davutoğlu’nu kontrol etmeye devam edecek. Erdoğan medyası, AKP başkanı olarak Davutoğlu’nun cumhurbaşkanının talimatlarıyla hareket ettiğine ilişkin haberlere özel bir yer veriyor. Erdoğan, bir çok kez Davutoğlu adına da konuşarak memuru gibi talimat verdiğini kamuoyuna yansıtmaya böylelikle inisiyatifin ve yetkinin kendisinden olduğuna dikkat çekiyor.

Birincisi, Davutoğlu, Hakan Fidanı yanına alarak ‘çözüm sürecini’ devam ettirmek istediğini imajını veriyor. Erdoğan ise tersine Rojeva-Kobanı’ye bakış açısını sık sık vurgulayarak tersine süreci bitirdiğini vurguluyor. Hükümet, parlamentoda tam bir krize dönüşen ‘Güvenlik Yasasını’ seçimler sonrasına bırakma niyetindeydi. Ancak Erdoğan, yasanın çıkması için yoğun bir baskı uyguladı ve yasa mecliste görüşülmeye  başladı. Bu yasayla hem kendi güvenliğini sağlamaya yönelik bir hamle yaptı, hem de çözüm sürecine ilişkin olası tartışmaları bütünüyle dinamitledi.

İkincisi, Erdoğan, AKP içerisinde milliyetçi çizgiyi etkin kılarak kendi gücünü korumaya yönelik bir kısım adımlar atacaktır. Davutoğlu’nun kendisine yakın isimleri milletvekili yapma çabasına karşılık özellikle MHP ve BBP ve hatta Milli Görüş kökenli bir kısım insanları AKP’ye çağırarak milletvekili yapacağına dair bazı işaretler ortaya çıkmaya başladı. Böylelilikle AKP’de İslamcı-milliyetçi çizgiyi daha etkin kılmaya çalışarak, MHP’ye ve Saadet Partisine yönelimleri durdurmaya çalışacaktır.

Üçüncüsü, 30’a yakın ilde  miting yapmayı planlayan Erdoğan AKP’nin gerçek lideri olarak seçimlerde aktif bir görev almayı planlıyor. Erdoğan’ın AKP’ye oy istemek için Davutoğlu’na paralel yapacağı mitingler aynı zamanda içten Davutoğlu’a alternatif mitingler olacaktır. AKP’ye oy verenlerin yüzde 13’ü Erdoğan’ın şahsına oy verdikleri dikkate alındığında, partinin seçim sonuçlarında elde edeceği başarıdan doğrudan pay sahibi olduğunu, kendisi olmaksızın AKP’nin varlığını devam ettiremeyeceğini ön plana çıkartacaktır. Böylelikle seçim sonrası oluşturulacak hükümette etkin olmanın planlarını yapıyor.

Dördüncüsü, Erdoğan ile Gül ve Davutoğlu arasında dışarıya yansımayan önemli sorunlardan biri de Cemaatler ve özellikle Gülen cemaati ile olan ilişkilerin yeniden düzenlenmesidir. Erdoğan,bütün dikkatini  Gülencilerin tasfiyesi üzerinde yoğunlaştırmış bulunuyor. AKP’nin devlet içerisindeki kurumsallaşmasından çok, Gülen cemaatine benzer bir tarzda kendisine bağlı olan bir kadro oluşturmaya çalışıyor. Gül çok açık bir şekilde, Davutoğlu ise dolaylı bir tarzda cemaat ile çatışmanın bu düzeyde ön plana çıkartılmasına sıcak bakmıyor.

Beşincisi, Erdoğan’ın Gül’ün yeniden partiye dönüşüne sıcak bakmadığı ve onay vermediği biliyor. Gül’ün son dönemlerdeki çıkışı ise AKP’nin iç dengelerin yeniden şekillendireceğine dair bir kısım işaretler ortaya çıkartıyor. Cumhurbaşkanlığı görevinin sona ermesinden sonra ilk kez konuşmaya başlayan Gül’ün de, Davutoğlu’na yakın duracağının ilk işaretini verdi. ‘Güvenlik Yasasına’ yönelik yaptığı uyarılar, Başkanlık sistemine mesafeli duruşu ile Erdoğan’dan çok Davutoğlu ile birlikte hareket edeceği anlaşılıyor.

Başta ABD olmak üzere uluslararası güçler Davutoğlu ile çalışmaktan memnun olduklarını bir çok kez vurguladılar. Bölgesel ve uluslararası ilişkilerde Davutoğlu’nun birkaç adım önde olduğunu gösteriyor. Uluslararası  ilişkilerde izole olan Erdoğan, bu durumu ‘değerli yalnızlık’ olarak tanımlasa da, oturduğu koltuğun güvende olmadığının da farkındadır.

Seçim sonuçları, Türkiye’nin iç politik dengelerini çok ciddi oranda değiştirecektir. HDP’nin barajı aşması durumunda AKP’nin hızla ANAP’laşacağını gösteriyor.  HDP’nin barajı aşamamsı durumunda AKP içindeki dengelerin ciddi bir rekabete dönüşecek gibi gönüyor.  Bir başka ifadeyle 7 Haziran 2015 seçimleri, hem devletin yeniden yapılandırılması, hem de AKP’nin geleceği ve iç dengeleri bakımından ciddi siyasal  sonuçlara yol açacaktır.

gokyuzu9@gmail.com

23 Şubat 2015 Pazartesi

Yükün dürüstlükse eğer, gücün belki düşer ama başın düşmez

Dürüstlük bireysel ve sosyal ilişkilerimizin, iş ilişkilerimizin ve aile ilişkilerimizin güvenilir, huzurlu ve sağlam bir zemine oturması için olmazsa olmaz bir erdemdir. Hatta hatta kendimize ve çevremize karşı olmazsa olmaz sorumluluğumuzdur.Bir zamanlar, ülkelerden birinde yaşlı bir kral varmış. Bu kralın hiç çocuğu yokmuş. Yaşlandıkça, öldükten sonra yerine kimi bırakabileceğini düşünmeye başlamış. İyiliksever, dürüst ve doğrulardan asla sapmayan, cesur biri kendisinden sonra kral olsun istiyormuş.Bu özelliklere sahip birini bulabilmek için şöyle bir yol izlemiş: Kralın adamları ülkedeki bütün ...

18 Şubat 2015 Çarşamba

İyi bir çocuk yetiştirmek, hazineler dolusu bir servetten daha değerlidir.

“Bir yıl sonrası ise düşündüğün tohum ek, yüzyıl sonrası ise düşündüğün insan eğit…(Kuan Tzu)Her çocuk dünyaya geldiğinde işlenmemiş bir “cevher” gibidir. Öz’ünde saf’tır, masumdur ama potansiyel olarak tüm zıtlıkları da bünyesinde barındırır.(ying- yang) Ailede başlayıp sonrasında öğretmenler ve toplumun da dahil olduğu eğitim sürecinde bu cevher, bir kuyumcu titizliğiyle ince ince işlenip paha biçilmez bir MÜCEVHER e dönüştürülebilir.Bu süreçte ortaya öyle bir mücevher çıkar ki ışıltısı hem eğiteni hem de eğitileni aydınlatır.Çünkü çocuklar muhteşem birer aynadır. gördüklerini aynen yansıtırlar. ...

16 Şubat 2015 Pazartesi

Bir Kadını Anlamak

Hala çıkıp kadın tahrik ediyor diyenler var. Yahu bu ülkede damacanaya tecavüz eden var, damacana da mı tahrik ediyordu? Peki bu resimdeki tahrik unsuru ne?Kadınlara nasıl giyineceklerini değil, erkeklere nasıl davranacaklarını öğretmek gerekiyor.Bu ülkede karanlıkta kadının arkasından yürürken, tedirgin olmasın diye karşı kaldırıma geçen erkekler de var. İşte erkekler böyle olmalı, kadını anlamalı, hissetmeli, kardeşi gibi görmeli…Erkekler olarak bir kadın olmanın ne olduğunu tekrar düşünelim, çünkü;Biz bilmeyiz hava karardı diye, kendi sokağında bile korkarak yürümenin ...

14 Şubat 2015 Cumartesi

Bir insana güvendiğinizde, iki sonuçtan birini elde edersiniz, ya yaşam boyu bir dost, ya yaşam boyu bir ders

İnsan aciz bir varlıktır. Hayatını tek başına idame ettiremez. Yalnızlığını paylaşacak, yükünü hafifletecek birine ihtiyaç duyar. Bir yaşa kadar yükümüzü ailemiz taşır. Hayatımız karmaşık bir hal almaya başlayınca dostlarımız girer devreye. Vakti gelince de eşimize yükleriz sırtımızdakileri… Sonuç olarak hayatın her evresinde zorlandığımız zaman tutunacak bir dalımız mevcuttur. İlla ki birilerini buluruz. Çünkü insan birine güvenme, hayatını paylaşıp yükünü hafifletme eğilimindedir. Mühim olan doğru kişiye güvenmek, yükü kaldırabilecek olana yüklemektir.Ben bu yaşıma kadar dostluğa, arkadaşlığa çok önem veren ...

13 Şubat 2015 Cuma

Düştüğün Zaman Umudunu, Kalktığın Zaman Kişiliğini Kaybetmeyeceksin

Bazı anlarda, nerede olduğumu veya kiminle olduğumu fark edemiyorum artık. Kalbimin gürültüsünü duyabiliyorum yalnızca. Koşuyorum beynimin içinde dörtnala, istikametsiz. Start verilip, yarış başladığında da hatalı çıkıştan diskalifiye oluyorum. Burnuma derin bir rutubet kokusu geliyor, denizellikten olsa gerek. Kabataş’ta fünikülere binerken buluyorum kendimi. ‘ Bir dakika sonra tren hareket edecektir’ anonsu geliyor, ardından kapıların kapanış sesi.Yanıma biri oturuyor. Omzuma dokunuyor. Neden bu kadar düşüncelisin diyor. Sen kimsin diyecek halim yok, yorgunum diyorum. Sağ elimi tutuyor, kalbimin üzerine sımsıkı bastırıyor. ...

9 Şubat 2015 Pazartesi

Misak Tunçboyacı/ Cehennemden Önceki Son Çıkış

Doğru diye bildirilenin, denenip sonunda varıldığı sanılan menzilin, biteviye tekrarlara bel bağlanarak şekillendirilen tasarımların ve hiçbir zaman nesnel bir sonucu “sıradanın” lehine yazılmadığı bir güncellikle hemhalız. Endamı ile nutkun sınırlarını zorlayarak, dönüştürerek, bir yerde yıkıp, yerle bir ederek yeniden kuran bu yeninin güncesinde ne sesin duyulduğu, ne meramın anlaşıldığı bir yerdeyiz durum halen muğlâk bir halin seferileriyiz. Teferruat olarak geçiştirilenlerin hemen her gün başka bir torba yasa kanunu yahut da tahayyülünde boğuntuya konulduğu bir menzildeyiz. Sıradana karşı kurulan, güç istencine haiz olmuş koalisyonun, şok doktrinlerinin tanıklarıyız. Maddi olduğundan daha çok manevi olanların tarumar edilip ‘yeni’ ülkenin o yeni konuşuna göre şekillendirildiği yıkımların güncellemelerine tabiyiz.

 

Kesintisiz olan hamura şekil vermelerin esasında varlığı süren hiçbir eğreltiliği kasten düzeltmediği gibi yepyenileri de günümüze dâhil ettiği bir aksin gözetimindeyiz. Yaşıyor muyuz? Her attığımız adım, her eylediğimiz söz hemen her gün muktedirin tehdit algısına göre düşükten en yükseğe bir derecelendirmeye tabi tutulur. O derecelendirmeye göre yeni kısıtlamalar devreye konulur. Tehdidin seviyesi yükseldikçe hemhal olmaya zorlandığımız denetimle gözetimin boyutları da genişletilir. Hemen her güne sığdırılan onca yanlışla, yollar alınırken bütün bunların bir doğru olarak belletilmesine devam olunmaktadır. Bunca kahredici hatadan sonra halen inatçı ve kör bir istencin dayatmaları söz konusudur.  Nutuklar yasaya dönüştükten, biat etmesi istenenlerin tümü onaylandıktan hemen sonra bu meydan okumaların sahasında sıradan bir başına bırakılır bunun güncelliğidir yaşaya durduğumuz.

 

Sıradanın haline, derdine, menziline, hemen her gün yeni taarruzlar gerçekleştirilir. Sıradanın aklına, fikrine karşı en olur olmadık tedbirler en ağır hamleler birbiri ardına yinelenir. Ümit var olmanın değildir artık zaman, neşenin tükenmesidir hatıra nakşolmaya çabalanılan. Mahvetmek artık rutin bir eyleme dönüştürülürken dün ve gün yağmalanmaktadır en bildik çabalarla. Mahvetmek reçetelere yazılan en sıradan bir tedbirin ta kendisine dönüştürülmektedir ol menzilde. Dün olduğu gibi şimdi de ümidin yağmalanmasına çaba sarf edilir. Her bilindik gibi görünen çaba yepyeni bir yıkımın halkasıdır, belki de en çok ezber olunmuş ağıtın tekrarlanmasıdır bu düş kırımlarının yurdunda. Düş kırımlarının bir gün olsun sahneyi terk etmediği bir menzildir bina olunmaya çalışılan yinelenmeye gayret olunan.

 

Tekinsizleştirilen, zamansızlaştırılan biteviye hakir görmelerin asıl nedenini ortalıklara döken, bunları birer tecrübe haline dönüştüren şeydir eksik halka olarak çıka gelen. Hayır, tüm bunlar edebi bir mizansen yahut da kurmaca bir metindeki, en soluksuz okunan pasajının ana cümlesi değildir hayatın bizzat kendisidir. Hayat mefhumu, meselinin capcanlı o halinin tükettirilmesi, ona karşı tenkit ve tehditlerin kalıcılaştırılması bir mizansenden ileride hakikattir çünkü. Cam kırıklarının, can kırıklarına seyyahlığı bir kurgudan öte, bir kurgunun anlatımından ileride onu tamamlayarak geliştirilen bir meseledir. Yaşamın dönüşümü sonunda varılabilen menzilin hali pür meali, bize kattıkları, hepimizden çaldıkları ve bakiyemize not düştükleri her dem o ‘yeni’ ülkenin vurgundur.

 

Boz bulanık bir güncelliğin ardı, tahayyülü eninde sonunda acıya, ağrıya, ağıta çıkartılmaktadır. Bütün, burada kendini tekrar eden bir rutin görünümünde yeni ülkenin o hiç değişmeyen azap çukuru halini bildirmektedir. Afişe olan şey buraların istikametinin her nasıl belirginleştirildiğidir. Doğru diye anılan, öne sürülenlerin, biteviye tekerrür ettirilen her hamlenin bağdaşıklığı bunca keskindir. Kesintisiz bir uzamda sağlı ve sollu hamlelerin hayata kastetmek adına şekillendirildiği barizdir. Kesintisizleştirilen argümanların değil sadece sözün de tükettirilmesidir. Sıfırlanacak bedeller kadar, meblağlar kadar, en büyük arzunun, en büyük emelin rehinelik adına sözün kurban edilmesi tahayyülüdür. Kelam sıfırlandıktan sonra geriye kapkara bir anlamın boşluğu kalmaktadır.

 

Bunca eğreltilikle bir dolu nesnel hamle ile hiçbirisi tükenmeyen, soluk dahi aldırmayan bir sıklıkla yeniden üretilen tedbir kural ve kanun değildir mahvedişin, nihai tükenişin temelleridir atılan. Hemen her konuya müdahil olan ‘devletlûnun’ konumlandığı saha ve eylediği her hamle o viranelik çabasının güncelliğini bildirmektedir. Bu çıkışların, çabaların yöneldiği, varmaya çalıştığı menzil ve olası istikamet tüketmek için hala sürdürülenlerden okunmaktadır. Reel politika her güne pay edilirken, sanki kulağa daha önce çalınmamış gibi birbirinin tıpkıbasımı klişeler, laf ebelikleri arasında her vaat başka bir kırımı çağırmaktadır. Her nutuk bir ağrıya çıkartılmaktadır. Her vazolunanın ertesinde, yeni bir sınırlandırmayı milli, âli yahut da muktedirin ortak değeri olarak bildirdiği mutaassıplığı üzerinden bina edilmektedir.

 

Sınırlar yükseltilirken itinayla “kırmızıçizgiler” bu menzilde eklenmektedir. Dinin siyasi söylem halindeki evrimi, tümden yeni baştan en az otuz beş yıl önceki darbe rejimi kadar itinayla, bir denenirken üç beş gerçek kılınmasının gayretiyle bina olunmaktadır. Mahvediş işte edebi bir çıkarsama, bir yönü gösteren değil tam aksine; ötekinin tüm öteki gördüklerine uygun bulduklarının fecaatini bildirmektedir.  Dünün, mağduru olanlar bugün artık ezen konumunu hiç kimselere kaptırmamaktadır halin özeti budur. Denenip ya da geliştirilip ulaşılan menzil tüm bu dinamikleri, topluca tahakkümün bir devinimi haline evirir. Hemen her şey, her şekilde sıradana karşı, onun ‘mahvına’ yönelik olarak güncellenmektedir.

Dikkat bu bir genellendirme değildir, alışıla geldik olan söz söyleyip sıra savmak hiç değildir.

 

Örneklerimiz ve yaşadıklarımız hayat akışımızdan sabittir, tescillidir. Nefes almanın kesintiye uğratılma aşamasına varılana kadar eylenenler her dem bu çizginin aralıksız güncellene gelen hamleleriyle şekillendirilmektedir. Dert yığılmaya devam olunurken, acı artık ağrının bizatihi kendisi haline dönüşmüşken, bambaşka sözlerle ve gündemlerle ‘hayat’ tükettirilmeye devam olunmaktadır. Hayat mahvedilirken hemen her şeyin olumlanabilir bir seviyeden hepten ötede iyimserlik ile anıla geldiği güncelliğin kıyısında ‘dert’ zulmün, zorun, zaptın her gün yinelene gelmesidir. Yaşam hakkına kurulan engellemelerin sonsuzluğudur dert. Öteki tanımının, asla nihayetlenmeyen halidir dert. Topyekûn, müesses nizam kastının, sınıfının, bugün herkese bir ayar verebilme gücüne varmasıdır dert.

 

Taarruzlar güncellene durulurken insandan önce aman iktidara zeval gelmesin tezinin savunulmasıdır dert gibi dert. Erk, muktedir doğrudan ‘iktidar’ mefhumunu koruyabilmek adına hemen her günü deney sahasına dönüştürmektedir. Kutsiyet bildirilmiş olan şeylerin giderek makamlara, mevkilere dönüşümüyle yollar alınmaktadır. Eski kutsallar tabu belletilirken yeni üretilenler, hep yeni diye tanımlanan bir ülkede; keşfedilenler kişilerden başlayarak sözü tarumar etmekte, dokunan yanar bahsini cisimleştirmektedir iş bu zamanda. Handiyse tüm çaba bu korku denkliğinden mülhem, ‘biyopolitikanın’ bu ülkenin tek belirgin siyaseti olduğunu zihinlere kazıtmak adınadır. Sıradanın lehine hiçbir zaman olmayan oldurulmayacak hali bildirilen bir mekanizma haline dönüşmüş olan ülkenin, makamlarından, mevkilerinden, yönetiminden, partilerine bu tenkit ve tehditten ibaret “biyopolitika” mefhumu gerçek kılınmaktadır.

 

Satır, satır, gün be gün yazılmaya devam olunan şey, kaygıların üzerine oynanan endişelerin artık bu kırımlar karşısındaki halini meydana seren bir olaylar toplamıdır. Bedenin sözü, fikri, zikri hep çalınırken bizatihi görünür olan vücut da tahakkümün rehini ilan edilir. Tahakkümün kalıcılaştırmaya çalıştığı biatin, bir sonraki adımı bu güncellikte “bedeni” sıfırlamaktadır. Bedenin, tıpkı düşünselliği gibi varlığı da yok edilmek istenmektedir. İstimlâk olunan yapı, tümünde bambaşka amaçların gözetildiği hamleler, bütünde, esas resimde işte bu kalıcı mahvı yineleyebilmek adınadır. Sınırları çok dar olan özgürlükler bahsinin enikonu yok edilmesi gayretkeşliği anılabilir bu yoğun aralıksız hiddetin güncesinde bir daha. O zihniyetin kötürümlüğü tüm hallerin birbirinin aynısı bir körlüğü elde tutarak ve muhafaza ederek durum değerlendirmelerine girişildiği meydandadır.

 

Bir ‘mahvetme’ güncesinin süreklileştirilmesidir mesele. Akla fikre karşı geliştirilen soyut engellemelerin artık günümüzde en somut tehditlere dönüştürülmesidir anlaşılması gereken. Bir tasarı olmaktan çıktığı andan itibaren hepimiz için bir dönüm noktası olan; iç güvenlik yasa tasarısı paketi bunun bir önemli yansıması, kanıtıdır. İç güvenlik öne sürülerek toplumsal hakların gaspı söz konusu olacaktır otuz iki kısım tekmili birden bir gerçeklik haline dönüşecektir. İç güvenlik yasası şu haliyle henüz tasarı aşamasında görüşülürken dahi hayatlarımızı gölgelemeye başlayandır. Bir yerin, bir yurdun paranoyaklığa teslimiyetinin otokratik olan bir yönetime rehineliğinin detaylarıdır karşılaştığımız. Tasarıdan kanun haline dönüşüm yolunda ilerlerken erk bunun şartlarını, ehven kıldırmak için, gerekirse her güne bir küçük kıyamet kondurabileceğini bildirmektedir.

 

Gözün, aklın fark ettiği az biraz dikkatle birlikte buradadır bu kadar kesindir. Topyekûn mahvın menzili olan ülke Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun, bir yerde Bahçeli’nin, Perinçek’in, Türk Solu çevresinin ve bilimum müesses nizam ekolünün üyelerinin istisnasız tek temennisidir. Sıradanı mahkûm ederek, bir ülkenin dönüşümünün “süt liman” diye anılanın böyle sağlanacağı müjdelenmektedir. Müjde, yasa ile devletin, halkına taarruzunun kesintisizliğidir. Müjde diye anılan şey kalan hakların artık tamı tamına tükenmesinin yolunun açılmasıdır. Geriye tek bir itiraz bile bırakılmayacağı bilinen bir ülkenin bina edilmesidir gün be gün. Sıradana hayatın bırakılmadığı, hemen her şeyin ters yüz edilip mahvedilmesine daima gayret edildiği bir uzamda sözün yekûnu -varım diyebilmek için kurulmalıdır oysa.

 

Sözün bendi tastamam buradayız işte diyebilmek, onu ‘gerçek’ kılmak için kurulmaktadır. Hayallerin, hayal gücünün hem tecrit edildiği, hem rehin bellendiği, halen inat ve ısrarla yok edilmeye çalışıldığı ülkede yok olmamanın sınırları artık barizdir. Yok etmeleri bunca açıktan deklare eden, uygulamaya koyan bir yapıma karşı sözdür bize kalan. İnatla ısrar ve itirazdır hepimize kalan. Uygulanan her mahvetme çabasının, girişiminin ardı, arkası daimi bir yok edişin süreğenleştirilmesidir. Alışmayacağız ve kanıksamayacağız bahsi bunun için en mühim olan, elzem olan yardımcımızdır. Hayat bunlara karşı direnmektir. Erkin tehditlerine karşı hayat direnilerek şekillendirilmektedir. Bütün bu karanlığa karşı düşe kalka, düşüp kala kala kimi zaman ama bir daha bir kez daha yola çıkmak demektir direnmek.

 

Sözümüz bir gün işitilecektir elbet, meram da arz-i hal’de bir gün layığını bulacaktır elbet bu hiçbir şeyin artık tam vaktinde duyulmadığı yerde bir kez daha yem olmamak için, bir kez daha kör bir karanlık menziline tıkılmamak, yok olmamak için direnmekten gayrisi yoktur elimizde. Kayıtlara iyice düşülsün. Kayıtlara geçsin artık tehditlerin, köşeye kıstırmaların, tenkitlerin gün aşırı linçlerin ve hedef haline dönüştürmelerin yolunda hiçbirimize bir tek gün bırakılmayacaktır. Sesimizle soluğumuzla hayatımızın ortaklığı için, müştereklerimiz için direnmeyi unuttuğumuzda tam o cehennem olarak anılan yer bu ülkenin sahiden yeni adı, gerçek yüzü olacaktır. Unutmayalım hiç unutmayalım. Ses edecek misiniz?

 

Misak TUNÇBOYACI – İstan’2015

 

Dipnot: Özgürlükçü Demokrat Avukatlar: Güvenlik Tasarısı Hayatımızdan Neler Götürüyor?

https://twitter.com/OzgurDemokratAV/status/561918339334029312

Görsel – Emiliana Gitana Blog

http://emmila.canalblog.com/archives/2013/06/19/27466401.html