31 Aralık 2014 Çarşamba

Waa2 Arama Motoru

Waa2 arama motoru

Waa2, internet kullanıcılarının online alışveriş esnasında ihtiyaç duydukları kategorilerde satışa çıkarılmış ürünleri bulmalarını sağlayan araba, ev, iş ve ürün arama motorudur. Dünyada 16 ülkede olduğu gibi hizmetlerini ülkemize de sunan Waa2 aracılığıyla ev, ikinci el arabaiş ilanları, en ucuz ev eşyaları vb. her türlü alanda var olan ihtiyaçlarınızla ilgili arama yapabilirsiniz. Waa2 arama motoru yalnızca kaliteli hizmet ve ürün trafiğine müsaade tanımaktadır. Bu sayede alışveriş sürecini gönül rahatlığıyla geçirebilirsiniz.

Waa2 ürün arama motoru, Türkiye de hepsiburada.com, morhipo.com, teknosa.com, trendyol.com, markafoni.com, gittigidiyor.com ve n11.com gibi en çok ziyaret edilen 100 den fazla mağaza ile iş ortaklığı kapsamında ürünlerini barındırmakta, neredeyse aradığınız her ürünü bulabileceğiniz bir platform olma özelliği taşımaktadır.

Online alışveriş insan hayatını kolaylaştıran en önemli etkenler arasında bulunmaktadır. Normal şartlar altında alışveriş yaptığınızda uzun yürüyüşler yapmanız gerekir. Alışveriş sürecinde ihtiyaçlarımızı tam anlamıyla karşılayana dek yeterince zaman kaybettiğimiz gibi aynı zamanda yakıt veya diğer ulaşım masraflarına girmek zorunda kalabiliriz. Ürün veya diğer hizmet ihtiyaçlarımızı online alışveriş platformlarından karşıladığınızda yorucu zahmetlere katlanmanıza engel olarak yol ve zaman yönünden karlı bir dönüş yapar.

Waa2 hizmet platformunun çalışma anlayışı insanların satın almak istedikleri herhangi bir ürünü veya işi saniyeler içerisinde karşılarına çıkarmak üzerinedir. Kendi çabalarınızla onlarca alışveriş sitesini incelemeye kalkıştığınızda belki beklentilerinizi karşılayacak ürün veya hizmeti bulabilirsiniz fakat bu durum zaman kaybı yaşadığınız gerçeğini kesinlikle değiştirmez. Kullanıcılarının yalnızca kaliteli hizmetlerden yararlanması için çalışan Waa2 zamanlarını da önemser. Arama talepleriniz sonucunda ne istediğinizi anlar ve birkaç saniye geçmeden arama yapan kullanıcılarını karşısına çıkmasını beklediği ürünlerin yer aldığı alışveriş sitesine yönlendirir. Kullanıcılar sistem üzerinden alışveriş sitesine ulaştığında Waa2 kullanıcı yorumlarını ve alışveriş sitesinde ne kadar vakit geçirdiklerini göz önünde bulundurarak alışveriş sitesinin kalitesini tespit eder. Bu sayede her zaman karşınıza yalnızca kaliteli ürün trafiği çıkmasını sağlar.

Alışveriş yaparken dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta daha bulunmaktadır. Satın almanız gereken yüksek kalite değerindeki ürünlere ekonomik bütçeyi sarsacak büyük paylar ödemek oldukça yanlıştır. Tam aksine daha küçük bedeller ödeyerek aradığınız kaliteli ürünleri Waa2 arama motoru üzerinde bulabilirsiniz. Waa2 internette satışa çıkarılmış kaliteli ürünleri kullanıcıları için en ucuz fiyat aralığından yükseğe doğru sıralamaktadır.

İndirimli ürünlerin hayatınızdaki anlamı büyükse ve alışverişe çıkmanız gerektiğinde yalnızca indirimli ürünlerle karşılaşmak istiyorsanız Waa2 en ucuz ürünler bölümüne göz atabilirsiniz. Genel ürün indirimlerinin yanı sıra Waa2 alışveriş sisteminden ürün satın aldıkça belirli markalara özel hediye kodları da kazanabilirsiniz.

Kış mevsiminin girmesiyle birlikte çizme modelleri internet dünyasında en çok aranan ürünler arasında yerini aldı. Fakat girdiğiniz her sitede ekonomik kar payları ayırarak aradığınız kaliteli ve şık çizme modellerini bulabilmeniz mümkün değil. İnsanlar aradıkları şıklıktaki modeli en ucuz fiyata bulana kadar saatlerini hatta bazen günlerini bile kaybedebiliyorlar. Zaman kaybına engel olmak için tasarlanan Waa2 kullanıcılarını aradıkları şıklığa ve kaliteye kısa süre içerisinde kavuşturuyor.

Arama yaptığınızda satın almak istediğiniz ürün henüz piyasaya sürülmemiş olabilir. Aynı zamanda karşılaştığınız ürünler beklediğiniz fiyatların bir miktar üzerinde olabilir. Ürünlerin gelecek zamanlardaki fiyat durumunu öğrenmek ve satışa sunuldukları an haber almak istiyorsanız Waa2 sistemine bu konuda talep verebilirsiniz. Sistem talebinize dayanarak düzenli periyotlarla ürün araması yapar ve durumu e-postanız aracılığıyla sizlere bilgi verir.

Yeni bir ev veya araba bulmakta zorlanıyor musunuz? Waa2 üzerinde örneğin ikinci el fiat arabaveya diğer markaların üretimini üstlendiği her türlü ikinci el arabayı bulabilirsiniz. Araba yanı sıra platformumuz üzerinden satılık ve kiralık daire araması da yapabilirsiniz. Normal şartlar altında aranılan türde bir ev bulmak oldukça zordur. Fakat Waa2 içeriğinde yer alan binlerce ev arasından beklentilerinize uygun bir tanesini bulabilirsiniz.

Örnek olarak istanbul satılık daire için bir arama yaptık. İstanbul satılık daire bağlantısına tıkladığınızda karşınıza istanbulda ki onbinlerce ilan çıkacaktır.

 Ev, araba veya söz konusu her ne olursa olsun beklentilerinizi karşılayacak türde ürünler, konutlar ve iş ilanları Waa2 arama motoru üzerinde yer almaktadır.

Waa2 ürün alışverişlerinde olduğu gibi aynı zamanda ürün satışlarında da her zaman kullanıcılarının işini kolaylaştırmaktadır. İlan siteleri olan webmasterlar XML feed oluşturarak web sitelerinde yer alan ilanların Waa2 sistemi üzerinde listelenmesini sağlayabilir. Gönderdiğiniz feed sisteme ulaştıktan birkaç gün sonra incelenir ve içerikleriniz arama sistemi üzerinde listelenmeye başlar. Satışa çıkardığınız ürünler Waa2 sisteminde listelendikten sonra süre sonra sitenize müşteri akışı da başlayacaktır.

Waa2 xml feed yapısı için feed sayfasını sayfasını incelemelisiniz

Ürün veya ilan siteleri için,  cpc(tıklama başına) veya  cps(satış başına) reklam modelleri mevcut.

Tıklama başına 0.05 ile 0.12 arasında değişen oranlarda reklam verilebiliyor.

Reklam ve iş ortaklığı için iletişim sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

29 Kasım 2014 Cumartesi

Bakmak Başka, Görmek Başka! (VİDEO)

Bakmak ve görmenin çok farklı şeyler olduğunu gösteren ve düşündüren muhteşem bir çalışma. Mutlaka izleyin..

Kaynak: Network Marketing

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ruhi Uzunhasanoğlu / SonraDedimKi…

SonraDedimKi ;Sanki Germinal romanınını okuyoruz.Çalışmazsak açlıktan ölürüz kesin  ,  madene girersek ölüm sadece  ihtimal , diyen insanlarımız var.Yani milli gelir onbin dolar felan diyorlar ama emekçiden , yoksuldan yana durum hiç değişmiyor demek ki.Zonguldak kömür madenlerini bilirdik.Orada da yılda bir kaç kez “kaza” olurdu , çok işci ölürdü.Yetkililer hep aynı şeyleri söylerdi.Bir sürü  laf salatası içinde benim için tek manalı cümle  ; Gerekli önlemler alınacak , bu acı son olacak.Bunca insan ölmüş , eş,kardeş,ana,baba,çoluk çocuk perişan, onların gözüne bakarak bir yalanı nasıl böyle rahat söyler insan diye düşünür ve inanmak isterdim “Gerekli önlemler alınacak,bu acı son olacak”Daha bu cümleler atmosfere ulaşmadan yeni bir “kaza” haberi daha gelirdi.Baktık önlem mönlem hak getire sonunda işi kadere bağlayıp rahatladık.Madenciliğin kaderi bu birader ne yapacaksın.O işcilerden birine sormuştum ,  yerin yedi kat altına  sürekli ölüm riskine rağmen nasıl inip çalışıyorsun ?“İnan bana bir gün bile ölüm aklıma gelmiyor, gelse inemezsin zaten.Benim aklımda tek bir şey var , şu gördüğün evlat varya (3-4 yaşlarında dizimizin dibinde oynayan çocuğunu gösterdi)  onun üniverste okuduğu günleri hayal ediyorum ve  hiç tereddütsüz ocağa iniyorum.Dahasına devam etmeyelim.Bilen bilmeyen Germinal romanından  intihal ettik sanır.Meğer o dönemler iyi günlerimizmiş.Aradan uzun yıllar geçti o madenlerin çoğu verimsiz , sevimsiz bir takım gerekçelerle kapandı.Epeyi bir zaman maden pek  kazası duymaz olduk.Son yıllarda ne oldu bir fani olarak anlamadım.Bir maden arama tarama bulma makinesi mi icat oldu ?Memleketin her dağında,her ovasında,her tarlasında , ormanında maden ruhsatları alınmaya başlandı.Deli gibi saldırıyorlar.Burası yeşilmiş,ormanmış,verimli tarım arazisiymiş , cennetten bir vadiymiş , akarsu , nehir , kırmızı benekli alabalık  , bin çeşit endemik bitki , kuş , böcek yuvası…Gözleri hiç bir şey görmüyor.Canavar ağzına benzeyen makinaları , nemrut suratlı korumaları , dikenli telleri… İşgal  ordusu gibi geliyorlar.Hergün bir yerlerde ağaçların kesildiğini duyuyoruz.Hergün  bir yerlerde insanlar toprağına , deresine , çevresine sarılıp bağırmak zorunda kalıyor.SonraDedimKi ; Bunların tek tanrısı para olmuş. Memleketin dağı , taşı ,  ovası , havası ,  ormanı , kuşu umurları değil.…Biliyorum konu bizim için enteresan değil.

Gözden kaçmasın diye yine de not alalım.Eğtit-Donat diye bir mevzu var.Haberlerde falan okuyor spikerler.Amerikalılarla anlaşıyoruz.İmzalar atılıyor karşılıklı.Ne bu Eğit-Donat ?Efendim Esed rejimini değiştirmek için yola çıktık ama olmadı.Başaramadık.Destek verdiklerimiz kontrolden çıktı.Şimdi daha mülayım (Ilımlı) unsurları bizzat Türkiye topraklarında eğiteceğiz,donatacağız ve Suriyede savaştıracağız.Meselenin çok tartışılacak yanı var da biz bir noktasına bakalım.Adamlar açık açık diyor ki ,Suriyedeki rejimi yıkmak için Türkiyeyi militan bir üs yapıyoruz.Öyle el altından falan değil,açık açık.En ufak rahatsızlık duymadan.Nasıl bir meşruluk yaratıyorlar kendilerince ? Şöyle , Esed zalim..Ee ..halkını öldürüyor.Hı..Bu durumda eli kolu bağlı duramayız.

Unuttunuz mu ?Yüzbinlerce insan sizin bu politikanız yüzünden öldü.Milyonlarcası yurtlarından oldu.İŞİD diye psikopatlar ordusu başa bela oldu.Şimdi de silahlı bir isyanın açık üssü olmak için yola çıktınız.SonraDedimKi ; Gel zaman git zaman , yarın aynısı size yapılırsa ağlamaca yok ama.…Berkinimiz var bizim.Gezi günlerinden yüreğimizde sızıdır.Her ölüm bizim acımızdır ancak Berkin daha 15 indeydi.O gün ekmek almaya çıktı evden  ve  vuruldu.O gün Okmeydan’ında bir çocuk öldürüldü.Velev ki ekmek almaya değil , protesto için çıksın evden.Anadolu topraklarının geleneğidir.Ölümün ardından kötü konuşulmaz.Kötü insan bile olsa en azından bir şey demez,susarsın.Adam susmuyor arkadaş.Dönüyor dolaşıyor sözü Berkine getirip kin kusuyor.Ya sen koca Cumhurbaşkanı oldun. Ne zorun,derdin var bir parça çocukla.Ne diyorsan bize de . Bırak Berkinin yakasını.İnanılmaz bir öfke , tarifi yok bunun.Örneği yok.Bu devlet çok çocuk öldürdü ancak hiç birine ben yaptım diyemedi. Hiç olmazsa utanmış gibi yaptı.Yok saydı.Görmezden geldi.Bi mazeret gösterdi.SonraDedimKi ; Adam emri ben verdim ,  dedi  , şimdi suç bastırıyor , belkide her gece BERKİNİm rüyasına giriyor.…İstanbulu bilen bilir , sanıyorum hemen hemen bütün kentlerde  durum  aynıdır.Özellikle yol kenarları , viyadükler , refüjler acaip yeşillendirilmiş.Dünyada belkide eşi azdır yapılan peyzaj’ınSanat eseri yapıyorlar mübarek.Öyle güzel.Yandaşlarını zengin etmek için iş çıkarıyorlar , iş yaratıyorlar. Bunları konuşmaya bile gerek yok.Bizim için enteresan olan şu ;  Birileri bunlara yanlış bir şey öğretti.Yol kenarına ,  çeşitli boş arazilere , kaldırım kenarlarına  , ne bileyim  yolcu otobüsünün çatısına  çiçek , ağaç dikince bir kent yeşil olmaz.Kimden öğrendiyseniz yanlış bilgi bu.Biz size ekoloji , doğanın diyalektiği , yaşamın bütünlüğü , canlı türleri  diyoruz.Yeşillendirilen , ağaçlandırılan bir yerin doğal hayatın parçası olması için asgari 70 yıl gerekiyor.Siz yol kenarına ağaç dikince kuşlar , arılar ,böcekler, sincaplar ertesi gün oraya  akın etmiyor.Tek örnek verelim anlayın ; Ardıç ağacının çoğalması için ardıç kuşu gerekir. O kuş olmadan yeni ardıç yetişmiyor.Ressam olmak istiyorsanız size atelye açalım.Kurs açalım.İsteğiniz kadar ağaç resmi yapın.Rahatlayın.SonraDedimKi ; Memleketin domuzu bile gidecek yer bulamadı , zavallılar Bebek semtine sığındılar.…Sessiz sedasız Atatürk Orman Çifliğine bir Saray yapıldı.Biz bağırdık çağırdık , çeşitli meslek odaları mahkeme açtı ama bitene kadar durumu pek kavramadık.Önce başbakanlık olarak düşünülmüş , sonra BEYFENDİ cumhurbaşkanı olunca konum bilgisi değişmiş.Adam BİN odalı saray yaptırdı arkadaş.Tapusu yok , imarı yok diyorlar ama bunların önemi yok.Bu teknik konuları süratle halletme becerileri fazlasıyla var.Hepimiz ,  bu nedir ? Ayıptır,görgüsüzlüktür,adaletsizliktir diye haklı olarak isyan ediyoruz.Sadece 700 bin lira elektrik harcaması olacakmış.Bunun bakımı,onarımı,hizmeti,hizmetlisi , Çaycı’sı  koca bir çalışan ordusu olacak.Hele ki güvenliği… Sokağa   en az  beşyüz korumayla  çıkan bir insan , acaba Sarayda kaç kişiyle korunacak ?Ne gerek vardı bunca masrafa , israfa , gösterişe ?Geçtiğimiz günlerde  kendi ağzından bir açıklama yaptı  ” Bu saray Ülkemizin itibarı , prestiji olacak”SonraDedimKi ; Memleketin denizinde , kulesinde , asansöründe , madeninde , trafiğinde insanlar ölüyor onar , yüzer.Sokaklarında kendi yurttaşımızdan  çok , komşu ülkedeki  savaştan kaçan çaresiz insanlar dileniyor.Ağaçlar,ormanlar,çocuklar katlediliyor.Ne sarayı . Ne prestiji . Ne itibarı.

Elin adamı uzayın derinliklerindeki  kuyruklu yıldızı yakaladı.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Akın Olgun/ Bir ağaç, bir umut ve bazenler

Artık sinmiyor insanın üstüne yazının, sanatın, edebiyatın, müziğin kokusu. Kimi sürgünde soluklanıyor, kimi el yordamıyla direniyor, kimi üzerine salınmış baskılara kafa tutmaktan yorgun, kimi terk edilmiş zaferlere tutunuyor, kimi yenilgilerin içinde avuntulara sarılmış, kimi, kimimiz savrulup bir kenara, iç sohbetlerde kendini arıyor. Tüm olup bitenden bir yanımız eksik ve her sabaha “günaydın” diyen umut, hiç bu kadar kederlenmiyordu yaşama dair.

Nerede bir direnç varsa, nerede insanca bir yaşam hayali kuruluyorsa, nerede el ele tutuşan, nerede sevdayı omuzlayan cümleler çoğaltılıyorsa, oraya gözlerini dikiyorlar. Sevimsiz, zevksiz, görgüsüz bir dil, talan ediyor hayata dair ne varsa.

Yalnızlığı örüyorlar. Birbirine benzer insan yığınlarından, birbirine benzer beton yapılar dikiyorlar. Temiz havaya ihtiyacınız yok, ağaca, ormana, parka, börtü böceğe… Hepsini sizin için koyduk bu gökdelenlerin içine diyerek, yarıştırıyorlar sonradan görmeliği. Dev binaların, şekilli, şekilsiz yapıların içine itip “son fırsat, kaçırmayın” reklamları içerisinde yaşamsızlığı çağırıyorlar.

Sanata, edebiyata, müziğe, yazıya dokunmadan geçen hayatlar, duydukları her farklı sesi, “tehdit” edici buluyor artık. Somurtuyor, azarlıyor, kasılıyor ve saldırıyor. Anlamadığı, tatmadığı, hissetmediği, tanımadığı her şey üzerine kocaman, iri ahkâmlar kesip, “tükürürüm içine böyle sanatın” zihniyetiyle kabartıyorlar tahammülsüzlüğü. İçlerinde kocaman bir boşluk var oysa. O boşluk hiç dolmuyor ve bu yüzden doyumsuz bir maddiyat ve o hayatı dinsel kutsiyet içine aldıkları muhafazakârlık ile birer gardiyana dönüşüyorlar. Öpmek, dokunmak, gülümsemek, kahkaha atmak, el ele tutuşmak, operaya, sinemaya, tiyatroya gitmek, sokakta müzik yapmak, dinlemek, birlikte bir şeyler içmek, eğlenmek ne varsa, insana ve insanlığın yüzyıllardır biriktirdiği kültürel zenginliğe öfkeliler. Cehaletin özgüven patlamasına tanıklık ediyoruz. Cehaletin güce yamandığında neler yapabileceğine tanıklık ediyoruz. Korkunç bir uğultu ile uyuyor ve uyanıyoruz artık. O uğultu her geçen gün daha fazla büyüyor.

Çağın yalayıcıları, buldukları her aralıktan tıslıyorlar üzerimize. Nefes aldığımız her alanı kirletiyorlar. O kadar çoklar ki, elimize attığımız her yerde karşımıza çıkıyorlar. İtaat ederek, etimden, sütümden ne varsa faydalanabilirsiniz diyerek iktidar otlağına koşanlar, artık kaybedecek bir onurları olmadığı için daha da bir “rahat”lar. Yazmak, konuşmak, fikir üretmek için artık akıl gerekmiyor. Yukarıdan geçilen tekstleri ezberlemek yetiyor. Manşetler, yazılar, cümleler, söylemler, giyimler, tıraşlar, makyajlar ne varsa bu yüzden aynı.

Sadece kendileri var, sadece kendileri konuşuyor, sadece onlar yine onlar ve yine onlar. Ağırlıyorlar birbirlerini. Yalayıp parlatıyorlar birbirlerinin sözlerini. Vasatlık, yukarıdan aşağıya kendi kalıbına sokuyor herkesi. Boğuluyoruz… Bu vasatlık, sığlık, görgüsüzlük, zevksizlik zehirliyor havayı.

Derken birikiyor bir yerlerde insanlar. Her şeye rağmen dikleniyorlar tüm olup bitene.

Nefes almanın tek yolu bu çünkü.

Sanatı, edebiyatı, müziği taşıyorlar sokaklara. Birbirinin elinden tutuyor herkes. Bir ağaç için başlar bazen hayat yeniden, küçük bir çocuk için birikir bazen, bazenler hiç bitmez. Nerede bir haksızlık varsa vurur kendini oraya. Nefes verir, ses verir, güç verir. Hayatın sadece kendisinden ibaret olmadığını bilenlerin ortaklığıdır bu.

İçimizin, içimize sığmadığı bir heyecan taşır bu ortaklık. Azız, ama olsun azdan çoğalır zaten insanlık.

Tüm yasaklara, baskılara rağmen, sanatın, edebiyatın, müziğin, yazının, şiirin sokağa inip kendine bir duvar, bir sahne, bir meydan bulmasıdır en büyük itiraz.

İtiraz edenler, kurulan o korkunç baskının içinde, mutlaka nefes alacak bir delik hep açarlar ve delikten akar yaşam yeniden.

Ne yapsalar olmuyor işte bu yüzden.

Kendine bir yer buluyor avazımız.

BirGün gazetesi

 

5 Kasım 2014 Çarşamba

Murat Duran / Çünkü ben maden işçisiyim

                                                  “Madenlerde hayatını kaybedenlere ve

tekrar maden tünellerine inen işçilere”

 

Köyde suni bir şekilde, ünlü sosyolog Durkheim’in dediği gibi mekanik olarak büyüdükten sonra bizden büyük ağabeylerimizin dışarıya açılışı, bizim için dışarının gizem dolu bir dünyaya dönüşmesini sağlamıştı. Ben dahil neredeyse bütün yaşıtlarım ancak köy ve kasaba dışındaki deneyimlerini askerlik çağı geldikten sonra yaşayabilirdi. Dışarının gizemi bir kamuflaja bürünse de çekiciliğini çoktan yitirmeye başlamıştı. Yeniden mekanik olmayı tüm kalbimle arzuluyordum. Kasaba bile değil köy evi havlusunun cızırtılı cağı kulaklarıma dolmadığı sürece hep bir memleket özlemi içinde olduğumu hatırlarım.

Askerin eve dönüşü ve evlenmeye başlayan evrilme sürecinde askerlikten damaklarımıza işlenmiş şehirler arası organik tat; evlenme için gerekli, hiç de resmi olmayan dini işlemlerin tamamlanmaya başlamadan beklide son kez veya bir umutla indik metropol kentlere. Herkesin birbiri tanıdığı ama kimsenin beni tanımadığı izlenimini veren bu kalabalık caddelerde saatlerce hatta günlerce yürüdükten sonra camekânlara bakış açım da değişmeye başladığını fark ettim. Önceleri hiç böylesini görmediğim kadınların yüzleri ve bedenlerini seyrediyordum. Sonra sokak sanatçıları ve süslü vitrinler… cebimin boşaldığını görünce de vitrinlerde yazan eleman alımı ilanlarını. İki tür ilan vardı. Biri “bizimle çalışmak ister misiniz” diğeri ise “eleman alınacak” yazılarıydı. Asla kibar yazılmış olanına yönelmedim ki beklentiyi ilanı asarken bile yüksek tutmuşlardı. Bu “kibar patronları” hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Ya da adına özgüven eksikliği diyin.

Benim ellerim kazma sallamaya ve kürek tutmaya alışmıştı bir kez. Beyaz bir gömlek ile masadan masaya koşturmanın organik toplum düşümün birer parçası değildi. O gün son kez beyaz renk giymiştim. Hem cızıklayan havlu kapısını da özlemişim. Ya Selma’mın saçlarından bulanan üzerine gülle işlenmiş çitinin kokusu… Şimdi anlarım gurbette özlem ile göğüsleri çatlayan, öfkesinden sazlarının gövdelerini çatratan ozanları. Atladım otobüse, doğru memlekete.

Ne olursa olsun orada ölmem gerektiği bilinci, muavinin ilk çayları dağıtırken çayın üzerine düşürdüğüm memleket düşlerimin içimi ısıttığında anlamıştım. Ertesi günün sabahında kasabadaydım. Ve birkaç saat sonra da köyde olacağım. Köstebek yuvaları üzerinde kurulmuş, elmasın karası ile tecelli bulmuş hem şanslı hem şansız köyüm.

İlkin annemin suni gübre kokan ellerinde giderdim memleket hasretini, şansım yaver giderse de baş başa Selmamın nemli gözlerinde bulacağım kendimi. Sonra kendi memleketimde, köyümde maden ocağında iş için gerekli evrakları dolduracağım. Keşke toprağı işlemek veya hayvan otlatmak için yeterli sermayem olsaydı. Sermayesi olanlarda maden ocaklarındaydı. Yani ilk aşamayı geçsem bile ikinci aşamanın yetmezliği karşısında tekrar yeraltına inecektim. Yersiz yurtsuzluk ve geçim sıkıntısı maden ocaklarından daha tehlikeliydi. Üstelik yeni evliydim. Selma’mın mutfak ihtiyaç listesini karşılamam gerekti. Eve gelirken ellerime yönelttiği gözlerini boş çeviremezdim. Aile reisi olmanın altın kurallarından biriydi bu. Gerekli evrakları toplayıp başvuruyu yaptım. Muhtemelen alacaklardı beni. Zaten amcamın orda çalışıyor olması benim lehimeydi.

İki gün sonra ocaktan aradılar beni. Ertesi gün çalışmaya başlayacaktım. Sabah uyandım. Kelimelere dökülmeden hoşçakal, hakkını helal et denildi, önce annem sonra da Selma’nın gözlerinde giderdim doğacak olan hasretimi. Bu ritüeli her sabah babamın ve amcamın da yaptığını hatırlarım. Babam sizlere ömür, amcam ocakta beni bekliyor olmalıydı.

Benimle beraber iki kişi daha başlayacaktı. Biz acemiler için uzmanlar ne yapmamız gerektiğini anlatılar. Sanırım rutin bir testti. Ama biz ev ödevlerimize daha önce akrabalarımızın anlattıkları sayesinde çalışmıştık. Teori pratikten doğar biliyorum ama böylesi bir yerde teori bilgisinin sizin için çok fazla bir anlamı yoktu. Belki şans gerekliydi ama böylesi bir iş şansa bırakılmayacak kadar tehlikeliydi. Uzmanlarda bunun farkında olmalıydılar ki testi kısa soru ve cevaplarla bitirip, elimize ikinci el bir baret verdikten sonra yer altına postaladılar bizi. Aşağı tırmanan ilk basamağa basmadan önce son kez çeker gibi çektim güneş ışığını kendime. Henüz düşlerim gün ışığı ile aydınken Selma’yı düşündüm sonra annemi ve sürekli damlatan topraktan damımızı. Ağır bir sorumluluk ile ilk adımımı besmele ile attım. Umarım iş duaların devreye gireceği duruma gelmez.

Yenilerle beraber toplamda 25 kişiydik. İlk ve son sayım çok önemliydi. Yarı patron yarı bizden olan adamların bu sayıyı hafızalarına kazımaları gerekliydi. Öyle de yaptılar. Ustaların önderliğinde kömürün çıkarıldığı bölüme yaklaşıyorduk. Sona yaklaştıkça nefes almaya zorlanıyordum. Müthiş heyecan sarmıştı. Yeni başlayan Ahmet’in yüzünden de görülüyordu bu. Amcam hemen önümde yılların verdiği deneyim ile kendinden emin bir şekilde yürüyordu. Bana güç vermek istercesine arkasına dönüp gözleriyle kolladı beni. Ona kafamı sallayarak iyi ve hazır olduğumu gösterdim. Aslında iyi değildim içime karanlık bir his oturmuştu. Böylesini daha önce hiç deneyimlememiştim. Uzun koridorda yürürken yer ile tavanı destekleyen kirişlere gözüm çarpıyordu sürekli. Biraz daha yürüdükten sonra sağ taraftaki sığınma odasını gördüm. İçimizdeki görevli biz çaylaklara acil bir durumda buraya gelmemiz gerektiğini söyledi. Ancak bu uyarıdan sonra da epey bir yürüdük sonunda çalışacağımız yere gelmiştik ancak sığınma odası epey uzak kalmıştı. Bu biraz sakıncalı bir durum değil miydi? Neyse görevlerimizi ustabaşından öğrendikten sonra yerlerimizi aldık. Benle birlikte iki kişinin görevi çıkarılan kömürü el arabasıyla a noktasından b noktasına taşımak oldu. Sevdim bu işi. Uzun süre devam edebilirim. Bir aksilik çıkmazsa Selma ile çocuk dahi yapmayı düşünebiliriz.

Kirli işleri severim, genelde tehlikelidir ama kafan rahat. Fırça yiyebileceğin kişi en fazla iki kişidir. Garsonlukta öyle mi, patronun sevgilisi dahi basıyordu fırçayı. Burada çalışmanın avantajlarından diğeri müşteri ile ilgilenme diye bir durum yoktu. Ne bizim onlardan ne de onların bizden haberi vardı. Sobanın etrafında ısındıklarında dahi akıllarına gelmez kömürün nerden nasıl kim tarafından çıkarıldığı, hem gelmesin zaten niye bunu düşünsünler ki, memleketteki haber kanalları müsaade eder mi buna?

Görüyor musunuz düşüncelere daldık araba çoktan dolmuş basacak şimdi usta fırçayı. Neyse diğer iki kişi ile arabaları vızır vızır taşıyoruz. Fatih sultan Mehmet köprüsü dahi böyle işlek değil. Bizim köyün berisindeki köyden tanıdığım bir adam var. Mehmet abi. Nasıl da hırsla vuruyor kazmasını kara elmasa. O vurdukça kıvılcımlar alevleniyor. Duvarlar çatlıyor kazmasının izasından ayaklarına dek. Korku dolu gözlerle amcama bakıyorum. Rutin diyor gözleri, korkacak bir şey yok. Zaten o hep gözleriyle anlatıyor. Diline pek yük olmayanlardan biri. Şirketin yıllardır onun 6 çocuğunun rızkını her hafta hatırlatarak her türlü şartı kabul etmesine ve diğerlerine  ettirmesine neden olan biri. Eli kolu bağlı, bağlanmış biri.

Ben Mehmet abinin olduğu bölümdeyim. O kuvvetli kolları ile duvara her vuruşunda anında doldururlar arabayı, ben de daire şeklinde ayaklarım ile çizdiğim bölmede önce arabayı geri çeker sonra soldan çevirip askeri titizlikle uygun geriye döndükten sonra marş komutu ile ileri iterim. Bu hep böyle devam eder. Aklıma Chaplin gelir. Yerin altında, maden ocağında teknolojiye kilometrelerce uzak böyle bir yerde band sistemi disiplini ile çalışacağımızı düşünmezdim. Belki de “ çabuk arkadaşlar her an göçük olabilir, işimizi bitirip çıkalım” fikri bilinç altlarına yerleştiğinden saat ile çalışıldığı unutturulmuştur.

Böylelikle bir gün bitmişti ve Selma açmıştı kapıyı. Muharebeden döner gibi döndüm eve. Muharebeden döner gibi karşıladı beni. Ben banyo yapmak için soyunmaya başladığımda televizyon iki gün önceki maden faciasını anlatıyordu. Muhtemelen o anlatmaya devam edecekti bense yarın işe gidecektim. Üstelik bu gece çocuk yapmak için Selma’yı ikna edecektim.

 

Murat Duran

3 Kasım 2014 Pazartesi

Akın Olgun… O günü göreceğiz, yüz ifadelerinizi de

Akın Olgun/ BirGün

Hayatlarımıza musallat olan bir ölüm iktidarı tepemizde. Sürekli mezar kazdırıyorlar hepimize. Tek tek değil, toplu mezarlar kazıyoruz artık. Gömüyoruz çoluğumuzu, çocuğumuzu, babamızı, annemizi sıra sıra… Resmi alçaklık ipini koparmış, kimsenin zapt edemediği bir sürü halinde dolaşıyor. Her sözlerinde ölüm, şiddet, nefret, kan ve sevgisizlik var. Söz yetişmiyor, kurulan hiçbir cümle onları tarif etmeye yetmiyor, hiçbir küfür kâfi gelmiyor. Azalıyor kelimeler, kuruyor dudaklar, boğazlarımızda koca bir yumruk, nafilesiz tekrarlar ve içinde çırpınan isyanlar düşüyor dizlerimizin üzerine. O kadar çok parçalanmış, o kadar çok ayrıştırılmışız ki, yanı başımızda düşen hayatlara dokunmadan, hissetmeden yürüyor ve bir sonraki cinayetin, katliamın üzerinden atlayınca temiz kalacak-mışız sanıyoruz. Oysa hayatı aldatamazsınız. Yaşamı kandırmak diye bir şey yok. Görmezlikten, duymazlıktan geldiğiniz her şey, günü geldiğinde karşınıza dikiliyor ve hatırlatıyor suskunluğunuzun bedelini. Senin de payın var diyor öldürülen her madenciden, kafasına sıkılan çocuğun yok edilişinden, dövülerek katledilen o gencin akan kanından. Anlayın ki, omuz silkip, çekip gidebileceğiniz bir şey değil işte hayat.

Sessiz kalınca, dokunulmayınca, görmemezlikten gelince daha uzun, daha huzurlu olmuyor ömür. Özgürlük yoksa içinde, insan kalınmıyor. Sesiniz çıktıkça, ses verdikçe, ortaklaştıkça, birlikte itiraz ettikçe çoğalıyor yaşam ve de insan.

Madenci ol, sokak ortasında infaz edilen asker ol, bedenine yaşı kadar mermi doldurulan çocuk, sopalarla dövülerek öldürülen genç, oğlu, kızı kaybedilen Cumartesi annesi, ağaçları, parkını koruyan mahalleli, suyunu, deresini koruyan köylü, içeride hasta tutsak, karakolda işkence gören solcu, cinsel tercihlerinden dolayı öldürülen eşcinsel, travesti, kışlada intihar etti denilerek ailelerinin ellerine teslim edilen er, namus diye öldürülen kadın, Malatya’da lime lime kesilen Hristiyan, Karadeniz’de öldürülen papaz, arkasından vurulan Hrant, yakınlarının kemiklerini kışla bahçelerinde, inşaat temellerinde, kuyularda arayan Kürt, panzerin arkasına bağlanıp sürüklenen gerilla, uzuvları kopmuş ve protez bacağına haciz konmuş gazi ol… Olalım ki anlayabilelim birbirimizi.

“İşte gerçek Cumartesi anneleri” diyerek üç askerin annesini manşete çekenlerin umurunda mı sanıyorsunuz ocağa düşen ateş. Anneleri, yine anneler ile vurmak için en düşkün yöntemi seçenler, kirlerini, pisliklerini acılarımızı parçalara ayırıp, birbirine düşman ederek aklıyorlar.

Diri diri madenlere gömdükleri işçiler için “Madende yemek yemeselerdi ölmezlerdi” diyen o Bakan’ın, “hükümete yüklenmeyelim” diyerek elinde bir avuç tuz ekranlara koşanların umurunda mı yoksulun hayatı? HAYIR.

Toma, panzer, tank, polis, jandarma, gaz, plastik mermi, gerçek mermi, cezaevi, dava, mahkeme… Meydanlara sürmedikleri hiçbir güç kalmadı. Aldığınız her can, yok ettiğiniz her insanın son nefesi birikiyor ama bir yerlerde.

Birikiyoruz orada, burada, şurada.

Evinde çaresizlikten hüngür hüngür ağlayan, gidenin ardından dizlerini döven, ağıt yakan, küfreden, duvarları yumruklayan, yumruğunu ısıran, lanet eden, belalar okuyan, yüreği sıkışan, saçlarını yolan, kendini yola, sokağa, meydana vuran, öfkesinden gözleri kanlanan, elindekini parçalayan, uyuyamayan, bir kâbusmuş ve gözlerini açtığında her şey bitecekmiş gibi yapan, kaçıp kurtulmak isteyen, iç konuşmalarında “elime verseler hiç acımam hiç” diyerek söylenen, “yeter artık yeter” diyerek nefeslenen kim varsa birikiyor, birikiyoruz bir yerlerde.

Kendinizi, korkunç ve güçlü sanan sizler, o gün geldiğinde sadece ne kadar zayıf olduğunuzu değil, yarattığınız öfkenin ne kadar yıkıcı olduğunu da göreceksiniz. Sadece geç kalmış olacaksınız, çok geç hem de… Güç ahmaklığına tutulmuş ve hep böyle gidecek sanıyorsunuz ya, büyük bir yalanı, yaşıyorsunuz. Öfkenizi aşağıya tattırmaktan aldığınız zevkin, bir gün size dönüp ezeceğini hiç düşünmeyin sakın. Düşünmeyin ki ansızın karışınıza çıktığında, yüzünüzde oluşacak o ifadeyi görelim.

O gün için nefesleniyoruz çünkü artık.

Özgür, adil ve insanca bir yaşamın Cumhuriyeti için yani… 

 

27 Ekim 2014 Pazartesi

Ya Herkes Onları Haklı Bulsaydı? (VİDEO)

Herkesin baktığı yerden bakarsan sadece aynı şeyi görürsün..
Herkesin yürüdüğü yoldan yürürsen sadece aynı yere çıkarsın..

Farklı Düşün!

Kaynak: Network Marketing

25 Ekim 2014 Cumartesi

Akın Olgun, Politik iflas ve barış

Yönetememe krizi derinleşiyor ve kriz derinleştikçe, yönetenler var olan boşluğa, kontraları saha tatbikatı yaptırarak dolduruyorlar. Kobane protestoları, sahaya sürülen devlet kontralarının nasıl hızla müdahil olduklarını gösterdi hepimize. İktidar, kontraların faaliyetlerini “mal ve zarar” hesabı üzerinden yürüttüğü propaganda ile gizlemeye çalıştı. Diğer yandan ise “güvenlik reformu” denen CİN paketle kendisini dokunulamaz yasalar içine almak için, gözü kararmış şekilde hiç durmadan koşturuyorlar.

“Derin devletle, darbelerle hesaplaşılıyor” gibi siyasi süslemelerle yapılan operasyonların bir yüzleşmeye dönüşmemesi, devletin kendi kendini aklamaktan öteye geçmeyen bir siyasi tavır geliştirdiği gerçeğini önümüze serdi. “Hesaplaşıyoruz” dedikleri her şey, muhaliflerini yok etmeye dönük bir cadı avına dönüştürüldü. Kozlarını paylaşanlar, daha sonra kozlarını ortaklaştırarak yeni bir siyaset geliştirdiler. Bu ortaklık iktidarın ayakta kalması, derin yapıların ise aklanması olarak şekillendi.

Güç ve çürüme birbirini güçlendirerek ve nihayetinde “kaybetme” korkusunu büyüterek, bütün sistemi teslim aldı. Pasta kavgası, tüm pislikleri gün yüzüne çıkardı ve gün yüzüne çıkan her pislik, iç çatışmanın ne kadar derinlere indiğini açığa vurdu.

Barış “süreci” ise, iktidar tarafından sadece kendi siyasi alanını genişletme, Kürt politikasını uyuşturma taktiği ile ele alınıp nerdeyse içinden çıkılmaz bir hale getirildi. İktidarda kalmanın bir aracı olarak görülen “süreç” elbette ki bir yerde patlayacaktı. Patlamanın adı Kobane oldu.

Kobane, iktidarın iç ve dış politikadaki iflasının sonucuydu.

Tek adam siyaseti, antidemokratik uygulamalar, yaşam alanlarının kalıplar içine sokulması, İslami yaşam biçiminin yasalar eliyle dayatılması, dış politika hezayanları, ekonomik daralma, cari açık, yolsuzluk, baskı, şiddet ve en önemlisi hızla Batı’dan uzaklaşarak aranan yeni eksenler, yönetememe krizini büyüttü. Bağıra bağıra gelen sorunlara, uyarılara, telkinlere “had bildirme” seansları ile cevap vererek aşağıya gönderilen “güçlü adam” imajına tutunanlar, şimdi her an tepetaklak olabileceklerine dair, Batı’nın verdiği mesafeli mesajlarla kapana kısılmış çırpınıyorlar. Alternatiflerinin olmadığı rahatlığına tutunanlar, bunun bir önemi olmadığını hiç anlamadılar. Oysa her konjonktür, kendi alternatifini mutlaka oluşturur. Mısır, bunun en yakın örneklerinden bir tanesidir. Batı’nın bölgdeki çıkarları söz konusu olduğunda, hiç kimse vazgeçilmez değildir.

Dışarıda yalnızlaştıkça, içeride baskı yasalarına ve derin devletin kodlarına sarılarak iktidarını korumaya çalışanlar, daha fazla batıyorlar. Suriye, Gezi ve Kobane ile beraber kontraları sahaya sürenler, bir süre sonra koruma altına aldıkları bu gücün siyasetteki etkisini daha fazla hissedecekler. Suriye ve Kobane için eğittikleri yaratıklar, gizli, pis işleri için beslenip, imtiyazlı derin güç haline getirilenler, eninde sonunda kendilerine dönecek ve bunu da en çok “çözüm” denen sürecin gidişatında hepimiz hissedeceğiz. Bu yapılara yaslanarak, “ulusal” uzlaşma yolu ile koruma altına girdiğini sananlar ise, şartlar değiştikçe afallayacak.

Kürt siyasi yapılanması ise tüm bu yaşananların ortasında duruyor. Bir yandan iktidar eliyle geliştirilen antidemokratik, otoriter sistem, diğer yandan barış. Bu ikisi nasıl bir arada duracak? Demokrasisi olmayan bir barış, hangi temel şerit içinde şekillenecek? Kurumlaştırılan bu anti demokratik ve otoriter yasalar barışa nasıl katkı sunacak? İçimizi kaşıyan sorular ve “şimdi sırası değil” otokontrolü arasında tutunmak mümkün gözükmüyor. Sorular, gerçekçi cevaplar arıyor.

Yolun sonu gözükmüyor ve karanlıkta el feneri ile bir çıkış aranıyor ama el feneri kimin elinde bilmiyoruz.

Ama biliyoruz ki, öldürmede berrak, hesap vermeye geldiğinde ceberut olan bir iktidar var karşımızda.

“Barış, demokrasi” havada uçuşuyor ve nasıl oluyorsa biz sokaklarda ölüleri toplamaya devam ediyoruz. Bu “demokrasi” anlayışıyla uzlaşan “çözüm” , bizi nasıl daha korunaklı yurttaşlar yapacak, yapacak mı?

Hiçbir şey olmamış gibi yapabilmeyi bilmiyoruz biz. Sahi bu nasıl oluyor?

BirGün Gazetesi

 

24 Ekim 2014 Cuma

Ruhi Uzunhasanoğlu / Sürece dair..

Çok değil bundan iki yıl önce “Ben olsam asardım” diye meydanlarda bağıran başbakanımız vardı.Oysa İdam yasalarımızdan çıkalı epeyi olmuştu.Ve en önemlisi asma kesme’nin gündem olmasını gerektirecek bir durum da söz konusu değildi.Nereden çıktı ” Asardım ” ajitasyonu  hiç kimse anlamadı.Acaba iklim sertleşiyor mu diye düşünürken gazetelere örgütle görüşüldüğü haberleri sızmaya başladı.Bunun üzerine hükümetin en yetkili iki insanı ,  biri Başbakan ,  diğeri yardımcısı Bülent Arınç çok kızdılar.İkisi de görüşen “Şerefsizdir” gibi ağır sözlerle  bu haberleri yalanlanladılar.Halbuki daha diplomatik cümleler  kursalar da olabilirdi.

Nereden çıkarıyorsunuz bu haberleri , bunlar  doğru değil , gibi.Çok geçmeden anladık ki , bu şereflerini ortaya koydukları görüşmeler aylardır yapılıyormuş.Önce “Biz değil , devlet görüşüyor ” dediler.İnsanlar sordu doğal olarak ; Siz KİM Devlet KİM  ?Bu soruyu  duymazdan geldiler.Zaten KİM’i aramanın ,  konuşmanın  , sormanın  manası kalmadı.Çünki çok kısa süre sonra Çözüm süreci başladı.

Sonrası  hepimizce malum.

Bozuk olan koster bir hokus pokusla tamir oldu.

İmralı heyetleri gitti-geldi.

Oradan kandile çıkıldı,inildi.

Sırrı Süreyya ” bir ayda 3 bin Km yol yaptım , ben bu yola baş koydum ” dedi.

Politikayı bilen bilir.

Bütünüyle bir saflık , sonsuz  bir güven ,  heryanıyla şeffalık vs olmaz.

Herkes kendi hesabına bir oyun kurar,bozar,uygular,tekrar kurar ve yoluna devam eder.

Bu işte herşey olur ama fazla kurnazlık hiç tevessül edilmeyecek yoldur.

Kendinizi çok akıllı , çok kurnaz sanırsanız belki hızla sonuç alır , kazanır,karşınızdakini alt edersiniz ama bir süre sonra hepsi gelir ayağınıza dolanır.Tüm hesaplarınız boşa çıkar.

Bu sözümüzü kaydedip devam edelim.

Akil adamlar vardı (hala da varlar ya )

Onların durumu bu yol haritasında  çok acıklı.

Aylarca bölge bölge gezdiler , bi ton küfür yediler , oturdular sayfalarca rapor yazdılar.

Bugün anlıyoruz ki o sayfalarca raporların tek satırını okuyan olmamış.

Yeni Başbakan geçen hafta çok sayıda “ben yokum” eksiğiyle topladığı akillere söz vermiş “Raporların akibetini öğreneceğim”

Çok merak ediyorum.

Milliyetçilik ve atarda açık ara önde olan Trabzon’un  uzun sokak delikanlıları  bu sürece nasıl ikna oldular.

Özel olarak” Uzun sokak”takilere soruyorum.Onları anlarsak diğer semtleri,şehirleri anlamamız çok kolay.

Türk bayrağı dışındaki her bayrağa  , hak arayan insanlara  bile , hele de sarısı varsa “Kahrolsun Pekaka” diye saldıran bu arkadaşlar yaşadığımız son iki yıla ne diyor mesela ?

“Cani,bebek katili,imralı canavarı” sıfatları vardı hani.

Ne oldu , nasıl oldu da bilinç atlaması yaşadınız.

Nasıl ikna oldunuz.

Dün sokağınızda hapishanelerdeki arkadaşları için imza toplayanları linç ederken , bugün bu kadar nasıl  demokrat oldunuz ?

Yaklaşık iki yıldır barış süreci devam ediyor.

Arada eylemler oluyor , insanlar ölüyor.

Ortalıkta uzmandan geçilmiyor ya..

Hepsi aynı ezberi tekrarlıyor “Efendim İngilterede de görüşmeler sürerken Londrada  bombalar patlıyordu”

Kötüyü neden örnek alıyorsunuz,diyen yok.

Velevki bu bilgi doğru olsun.

Dünya deneylerinden ders almayı bari becerin.Becerin ve bizde kimse ölmesin.Bomba da  patlamasın.

Her ülkenin kendi özgünlükleri vardır.

Önce dünya deneylerini santimle inceleyeceksin.Cebinde birikmiş taşların olacak.

Sonra kendi ülke gerçeğini santimle anlayacaksın.

Bütün bir toplamdan bir yol haritası çizeceksin.

Acele etmeden,telaşsız.

Bir o kadar da hızlı.

Kervan yolda dizilirmiş ya . Böyle kanlı bir sorunda yolda dizilmez kervan.

Deneme yanılma işine hiç girmeyin zaten.

Ve devlet , mutlaka açık davranmalı halkına.

Bu sürecin hikayesi nedir ? Bilsin insanlar.

Yerel seçimler var , idare edelim..

Cumhurbaşkanlığı seçimi var ,  idare edelim.

Başkanlık sistemi acaba olabilir mi ?

Sağımız solumuz sobe , ESED hala gitmedi biraz daha işi uzatalım , nasılsa yüzde elli cıvarında koşullusuz “Millet iradesi” var peşimizde , derseniz.

Hayat sizi affetmez !

Hiç hesapta olmayan bir Kobane çıkar karşınıza.

Kendi topraklarınızdaki Kürtlerle barışıyoruz oyunu oynarken yanı başınızdaki Kürtlere ne yapacağınızı bilemez hale gelirsiniz.

Ne olur ?

İki yıldır nasılsa gidiyor , nasılsa herkes ne dersem yiyor diye yürüttüğünüz süreç ortasından yarılır.

İki yıldır söylediğiniz yalanlar biter.

Bir günde ülke karışır.Onlarca insan ölür,öldürülür.

Barış sürecine destek yüzde 60 yetmez 70 hatta yüzde 80 diyenleri biliyoruz.

Bu sözlerin söylendiği memlekette 3 günde  çok sayıda  LİNÇ olayı   yaşandı.

Büyük çoğunluk  barış sürecini destekliyordu hani.Bu nasıl Barış iklimi.

Diyarbakırda 16 sında bir çocuk öldürüldü.Aması yok !

Bir çocuk taşlarla başı ezilerek öldürüldü.Lanetliyoruz.Nokta.

“Büyük barış projesi ” derken küçük adım’larla aylarca oyalanmanın ne tür sonuçlar yaratacağını görmelisiniz.

İmralı çözümde ısrar  ?  Kandil’den sert açıklama ? Ne anlayalım acaba ?  diye şifre çözeceğiz derken politik körleşme yaşarsınız farkında olmadan.

Kobani sürecinin doğru yönetilemediği açıktır.

Araya ajanlar girdi.Provakatörler sızdı.Filan oldu vs durumu açıklamaya yetmez.

30 yıldır her türlü direnişi örgütlemiş , yönetmiş bir hareket tüm bunların üstesinden gelebilirdi.Gelmeliydi.

Belli ki 6-8 Ekim günleri herkes açısından bir kırılma yarattı.

Hükümete yakın kesimler satır aralarında  , ortaya çıkan öfkeyi anlamamız gerekiyor lafları ediyor.

Evet anlayın.Hemde iyi anlayın.

Üstelik bu öfke sadece Kürt tarafında birikmiş değil.

Barış’ın  ciddi bir iş olduğunu anlayın artık.

Ben derim olur.Nasılsa yüzde elli arkamda,bütün seçimlerin galibi benim,Başbakanda olurum,Cumhurbaşkanı da , yürü ya kulum …bir yere kadar.İnanın bir yere kadar.

Türkiye ZOR ülkedir.

Ve bu ülkeyi yönetmek gerçekten USTA’lık ister.

14 Ekim 2014 Salı

Misak Tunçboyacı… Yara!

Yaralar dökülüp saçılıyor şimdilerde. Zamanın bir iyileştirici olarak savunulmasını tastamam boşa çıkartırcasına birdenbire görünmezlikten görünürlüğün en sert noktasına intikal ediyor o yaralar, sahiplendiğimiz. İntikal ettiği noktada, afişe yükseldiği andan itibaren deneyim sahibi olunmasına rağmen halen acıtmaya devam ediyor hepsi. Önemsenmeyen şeylerin tözünde kan ve gözyaşı daima birbirinin peşini bırakmazken ortaya dökülen yaraların tamamına kayıtsızlık bildiriliyor. Susun bir baskın yönetim anlayışıyla zikrediliyor aralıksız. Erk, muktedir, iktidar kendi diline doladığı şekillendirme gayretkeşliğinde tüm yaraların daha da kalıcılaştırılmasını sağlıyor. Genellendirilen ve toplumun tüm katmanlarında bütünleştirilmiş basbayağı yaralarla yaşam vaadin ta kendisi oluyor.

 

Yaşam bir rutinde hemen tüm acılara kayıtsız şartsız uymaları bildiren bir erkâna teslim ediliyor. Rehin ediliyor işin doğrusu konu ötekisi olarak bildirilenler olduğunda bu tavırdan zerre ayrılmıyor o akıl o düzenek. Yaşam vaatlerden kurtulalı çok uzun zaman oluyor oysaki. Verili bir şey olarak bilinmesinin yolu çok uzun zaman önce aşılmış hep aynı noktalarda kendi ezberinden başkasını duymayan akıla karşı hayat, kendi rotasını bulmak konusunda insanların kendisi yol göstermekteydi. Denk getirilenler, bunu da sineye çekersiniz diye atfedilenler kimisi dünden kimisi yıllar öncesinden kimisi şimdi türetilenle birlikte ve bir arada yıkımı mübalağasız kesin sonuca dönüştürüyor. Yaraların ‘yazgı’ haline dönüştürülmesi bu noktadan sonra devreye konulan hamlelerle beraber geleneksel devlet aklına tekabül ediyor haddizatında.

 

Yorgun düşen beden değil sadece tekinsiz bir inatla ve ısrarla yıkıma götürülen, acıları ortaya çıkartan akılların meydandaki kalıcılığıdır. Fenalıkların altındaki imzalar hemen hiç değişmezken durmak yok yola devam seçeneğidir inatla sürdürülmeye çalışılan. Her şekil ve şemalı göz önüne getirirken yazgı diye dayatılanların var olan yaraları daha derinleştirmeyi amaç edindiği kesindir. Yok etmelerin bu düzeninde hayata hiçbir zaman sıranın gelmeyeceği yinelenmektedir avaz avaz. Yaşamın rastlantısallığı yaralara göğüs gererek, daha büyük, daha derin açılacak olanlara karşı mütemadiyen ses etmeyerek mümkün olacağı muştulanmaktadır. Gizliden açığa alınan tavırların birlikteliği hep bunun içindir. Hamleler, devlet kademesinden tabana indikçe bu zorlu halin yaraları deşen tavrın tıpkı bir ‘virüs’ gibi yaygınlaştığı meydana çıkacaktır.

 

Bir virüs gibi çoğaltılmaya devam eden nefretin aralıksız deneyim haline evriminin sonsuzluğudur. Yollar, günler, zaman mefhumu akıp gitmeye devam ederken kalıcılaştırılanla ona çalışılan, çabalanılan hep daha büyük yaralardır onulmaz bir biçimde. Akıl diye bildirilen, yok etmenin ikliminde daha fazla acı yüklenişidir. Yaranın müsebbibi değişmezken kalanların tamamı değişirken mağdur edilmesine çabalanılanlar hep aynıdır her dem ötekisi denilenlerdir bu menzilde. Akıl diye bildirilen o devşirilen hudutların pekliğidir. Sınırlar çoğaltılırken nefes almak bile mümkün kılınmamaktadır. Yaşadığımız yerin dönüşümü biteviye alınan tedbirlerle şekillendirilirken hep bundan yola çıkılırken vahamet örtbas edilmektedir. Vahim olan, örtbas çabasının sürekliliğidir.

 

Vahim olan Kobane’nin de uzaklardaki bir mesele dönüştürülmesi gayretidir. Görülmeyen, bilinmeyen hiçbir zaman anlaşılmayacak nedenleri sorgulanmayacak, aslı astarı hiçbir surette araştırılmayacak bir kaosun yaratılmasıdır aslında düşünülen. Tasavvur edilenin birilerinin yaralarını önemsemek adına olmadığı bilakis daha fazla kanırtmak için uğraşın hep kendisi olduğu meydana çıkmaktadır bir kez daha. Yaşadığımız zamanın cehennemleri böyle bina edilmektedir. Sözün anlaşılabilirliği değildir mesele, birkaç yazı öncesinde değindiğimiz hemen her şeyi bir yazgı gibi insanlara pay ettirme güdüsüdür esas dert. Budur layığınız daimi olarak çekeceğiniz dile getirilmektedir. Akıl ve fikir, doğru uzamı bulabilme gayreti adına bir yöntemken bizim yaşadığımız bu yerde prangaların temellendirildiği bir satıhtır asıl olan.

 

Her şey siyah ile beyaz arasına sıkıştırılmaktadır. Hemen hiçbir konuda asla ilerlenemeyen, çözüm bahsinin yok sayıldığı bu zamanda yaşama şansı salt ve tek başına devletlû tespitlerine, kaide diye öne sürdüklerine riayet etmekten geçmektedir. Kaideler birer pranga olsa da, kafaya tamı tamına düşecek bir giyotin gibi şekillendirilse de itirazsız riayet yinelenmektedir hala halka ve kendilerine göre yola ve hizaya sokulması gereken herkese. Bildirilen sorgusuzluğun “ehven” ilan edilmesidir. Yanımız, yöremiz, günümüz ve geleceğimiz açıktan, toptan bir seferde rehin edilirken, gelecek diye bir tahayyüle yer bıraktırılmazken acıların çoğalması adınadır, yapılan ve edilenler bu menzilde yinelenmeye devam edilen. Ezberlenmiş olan tahakküm kodlarıyla yıllar yılıdır süre giden nefret yeni yaralara dönüştürülmektedir.

 

Çaba bu bahisleri devam ettirme adına yinelenenlerden mülhemdir. Ezberden okunanların handiyse tamamında ırkçılığın utanç vesikaları kendisine yer bulmaktadır. Yönlendirilmeye gayret edilen sınırın bir yanında edilen vahşetin, yapılan kırımın, dehşete düşmekten bir adım ötesi; cehennemi dünyada var etmenin yolunun yönteminin buralarda da filizlendirilmesidir gaye ve çabanın yekûnu. Yaraların artık kabuk bağlamasına da müsaade edilmeden üzerine yapılan taarruzlarla hepsi kalıcılaştırılıyor. Alışılageldik nefret kalıpları bu defasında canları daha çok yakabilmeye vesile teşkil ediliyor. Sessiz ve onaylayan kitlenin çoğaltımı ve ilave ettikleriyle birlikte bütün bu anlata geldiğimiz cehennem platosu kalıcılaştırılıyor. Dış mesele diye bildirilen yara! için konuşulanların bütün halindeki özeti olarak bir halka nefret kusulmaya devam ediliyor. An be an ve bitmeyecek ve asla sonlanmayacak bir kurgunun gerçekliğine doğrudan yollanıyoruz.

 

Gidişatımız körlüğü bu kadar kolayca sineye çekilebilen bir mesel olarak içselleştiren bir ülke oluyor. Suretler boyuna birikiyor acının gözlere yer etmiş halleri bünyeleri sarıyor gel gelelim gidişatın, kör karanlığın azap çukuruna karşı ses bütünleştirilmiyor. Devletin aklı, kendi iktidarının devamlılığından da gayrisini bilmiyor halen. Her şeyi komplo olarak değerlendiren akıl bir yönetim anlayışı tümü bu hayattaki yaralara karşı yaşayabilmek umudunu yıkmak adına yinelenip duruluyor. Kobane düştü düşecek sayıklamasının ve resmi açıklamalardaki; Ayn El Arab isminin zikredilmesinin çıkışı daha da büyük nefretle insanları birbirlerine karşı kırdırmak adına atılan adımlar olduğu aynalanıyor. Sorun yoktur bahisleri toptan nadasa bırakılıp Işid de PKK’de aynıdır veçhesinin sınırlarında tur atılıyor. Cumhurbaşbakan olan zatın dilinden dökülenler, başbakancılık yapanı egale eden, aşan betimleler ile beraber sonsuz bir gayya kuyusunda tükenmesi zor bir faşizmi burada bu sınırlarda kalıcılaştırma gayretine dönüşüyor. Sonun ne olduğu biline biline.

 

Hayatı savunan ile hayatı lime lime edenin birbirleri arasında bir tercih dile getiriliyor. Taraf olmaları bir fişleme, bir biçimde suskunlaştırma, ötekisi olduğunun ilanı olarak değerlendiren akılla ve fikirle bu döngü dönüştürülüyor her dem. Devlet aklı için Kobane demenin, geleneksel tehdit unsuru olduğu yineleniyor. Son otuz dört yıldır hemen her türden felaketin Kürdistan illerinde temellendiricisi dahası bizatihi insanlarına karşı vermiş olduğu değeri zorla ve azapla ve daha büyük kırımlarla dillerini unutturmak için engellemelerle yapmış devlet kendini ve kaidelerini tekrarlamakta bir beis görmüyor. Hiçbir suçluluk duymuyor asla. Barış için çabalar sürerken o kör topal yürüyen hatta bile mayınlar döşenmeye çalışılıyor. Barış dillendirilirken hala aynı değişmez tavır ile hayata karşı tahakkümünü yineliyor devlet.

 

Zoru inat ve ısrarla bir halkı bu toprakların bağları arasından, simyasındaki yerinden uzaklaştırmak için; tam karşılığı asimile etmek, tekilliğin parçası etmek için çabalar ölümler ile beraber şekillendiriliyor. Ölüm bahsini yineleyip sıtmaya razı getirmek gayretkeşliğine düşülüyor. Amed’den tescilli bir ‘faşist’ zatın dâhiliye nazırlığı koltuğunda kendisini kanıtlamasının yolu daha derin, büyük zulümleri tekrar ettirmekten geçiyor. Sırf hatadan mürekkep bir ülkede düzenin tertibin, tek ve yegâne teminatı çocuk mu, kadın mı, erkek mi bilinmeden, gerek olmadan vur emrinin hayata geçirilmesinden şekillendiriliyor. Biyopolitik dönüştürme çabası son kertede o anladıkları dilden konuşacağız sözünü kendilerine düstur edinen bir ustaya göre yineleniyor. Aralıksız boşluklar yaratılıyor o bahisler şekillendirilirken söz naçarlaştırılıyor. Söz yok sayılıyor varsa yok kin varsa yoksa bu ülkeye biat etmeyenlere yaftalar çeşitlendiriliyor.

 

Hayata karşı kurulan tahakküm ve doğrudan müdahalenin sonu ölüm eyleniyor bir kez daha. Mal mülk bahisleri ediliyor bir yandan da kısa adamın değindiği -çözüm sürecini vandalizme terk edemeyiz geliyor sonrasından. Sürecin her neresinde insana değer verilecektir bunca, mal mülk sevdasındayken hala o yanıtsızdır. Süreç sözüm ona devam ederken alanlara inen insanların hepsine Kürd illerinde gerçek kurşunlar ile saldırılmasının dehşetengizliği sokağı tanklar ve askerlerle zapt etmenin vahimliğine yanıt her neredir, her nedir? HDP şımarık bir düzen partisidir sokağa çıkanlar teröristtir yine cumhurun başına göre. Katledilen canlar necidir sorusu gümbürtüye konulmaktadır. Üç günde kırk insan katledilmişken yanıtsızlıktır yaraları derinleştiren. Devletle uyumluluk bildirisi yayınlayan bir parti, tüm bileşenlerine karşı tahakkümün zıvanadan çıkmışlığına binaen sözünü sakınmadan tehditin yinelenmesi midir barış süreci?

 

Savaşa hayır demenin, Kobane gibi yalnızlaştırıldıkça direngenliği artan hayatın tüm bu pejmürde hallerine karşı bu ülkenin gösterdiği yegâne şey o uzattığı el bu mudur? Bu bahislerle beraber toplumsal dönüşüm çabasının da son dönemeçleri hızlıca aşılmaktadır. Hayata değerin değil betona mala bağlılığın her şeyin maddiyatla ölçülüp biçildiği uzam kalıcılaştırılmaktadır. Canlar katledilmiştir, ama mal daha mühim olarak anılıp, bu budur diye bildirilip zıvanadan çıkmışlık kalıcılaştırılmaktadır. İnsana verilen değerin hala ne hallerde olduğu görünmektedir bildirilmektedir işte. Maddi tıp şeytandır bir babanın dediği bugünün körlüğünün, vurdumduymazlığının, hemen her şeyi komplo olarak görmenin yekten ez cümlesidir karşılaşılan dert budur ve dert ortadadır. Dert koca bir ülkede yok sayılmaktır o bahsin nihayetlenmemesidir.

 

Erkânın bir numarasından, en alt düzeyindeki bürokratına kadar siyaset sahnesinin mikropluğu tavizsiz savunuşu hemen her konudaki düşman edimini yılların ezberleriyle birlikte kotarmasıdır dert budur işte. Düzenin dizginlerini elinde tuttuğunu iddia edenlerin birer istatistiğe dönüştürdüğü hayatlardır, hayatlarımızdır aslen. Tezkere kararından, tampon bölgesi diplomasisine vurdumduymazlığın dik alası kabilinden kontrgerilla, Hizbullah gibi karanlık yapılar ile yapılan işbirliklerinden, çetelere verilen tavizlere, eylemlerin bölünme paranoyası adına kullanılmasından misliyle yanıt verilecektir cümlesine hepsi birlikte asıl dert nedir bunu bildirmektedir. Bir masal ülkesinde, anlatılan medeniyet beşiği, misafirperverliğin dillere destan edildiği bir ülkede yaşamıyoruz bu artık belirgindir.  Bir film platosundan daha sahte olan bir yerde, bu ülkede her kurgunun arkasının “ölüm” olduğu bir kez daha meydana çıkıyor.

 

Siyasal uzamın dönüştürdüğü, tam da merkezinden duyurmaya devam ettiği İslam bir kardeşlik hukukunun önüne bilmiyoruz kaçıncı kezdir geçiyor bunu görüyoruz. Dini motifleri saldırıyorlar kardeşlerimize vatan hainleri düzleminden aksettiren, Gezi Direnişi güncesindeki gibi Camilere saldırdılar seslendirilmesine başvurulmasının hazanlığıdır dikkatlerinize özenle paylaşmaya çalıştığımız. Dinin kullanımının son otuz dört senede nereden nereye yükseltildiği nasıl bir toplum yaratımının evreleri gün be gün kendini belirginleştirirken her şey ortadayken halen bu seçeneğin yeterli gelmemesidir düşündürücü olan. Düşman yaratımındaki sonsuzluk adına bir eşik daha aşılmaktadır, şehir şehir mitinglerine devam eden herkesin cumhurbaşkanı olan zatın dilinden dökülenler. Dünün yinelenmesi gayretkeşliği, dünü ezber olmuş hiddetinin tekrarlanmasında yeni cümleler kuruluyor ne ki çürüyoruz.

 

Ne ki burnumuzun dibinde kırılan hayatlara karşı elimiz kolumuz bağlanmaya çalışıyor. Susmamız salık veriliyor. Önümüzdeki Salı gününe randevular veriliyor. Kolluk kuvveti olarak atanmış -katil sürüsünün- yetkilerini daha da arttırabilmek için düzenlemelerin getirileceği bildiriliyor. Ne ki, bir kez olsun kırım henüz uğramadan jeton düşmüyor bu toprakların birlikteliğinin böyle sağlanmayacağına kafa yorulmuyor. Ne ki hayatta yaralar yüklenmeye devam edilirken bir “hepimiz insanız” bahsine sıra getirilmiyor. Ne ki mal mülk, götürülenlerin yanında, iç edilmiş olanların yanında hiçbir şey iken halen bundan söylem geliştiriliyor. Karanlık buradadır. Yaralar sonsuzluk girdabında şekillendirilmektedir. Yinelenen zulüm ve öldürme ve yıldırma çabaları bu hayatın mahvı için yapılan edilenler oluyor bir biçimde biteviye aralıksız.

 

Kesintisizleştirilen hayata kast etmenin türlü çeşit örneklerini ihtiva ediyor hala. Kesintisiz olan ölüm vaadi oluyor. Bu toprakların hiç bitmeyen meseline bir kat daha çıkılıyor. Eşikler aşılıyor “sözüm ona” modernleşme nutukları atılıyor. Asrın zamanı durmuş gibi tarihi tekerrür ettirme gayreti kırımlardan yol alıyor burada hep oradan yol alınmaya devam ediliyor. Yaralar önemsizmiş gibi yenilerinin açılmasına el ve ayak olunuyor. Ön tahliller gerçekliğe dönüştürülüyor. Bir On İki Eylül güncesi daha yeniden gümbür gümbür şekillendiriliyor her yerde. Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ülkenin vatan hainlerinin resmen tespitine çalışılacağı bildirilir ajanslardan düşen haberlerde bir yandan da. Bugün yaşadığımız yerde hayat için çığlıklar atılıyor. Her şeyden azade her bahisten öte hayat çağrısı yineleniyor halen.

 

Onca hiddete, bir dolu saldırıya, pogrom provasına, sonsuz bir ağıda dönüşmesi için çabalanılmasına rağmen Kobane’den göç edenlerin de dâhil oldukları “hayat” çağrısı var. Sınırdan geçmelerine müsaade edilen insanların Suruç’taki Fen Lisesi’nde hayata tutunma mücadelelerine bir de gözaltı eşlik ederken bir söz var, hayata dair çağrı var halen ve halen. Güneşi zapt edemeyeceksiniz diye yükselen! Yaralarımız derinleştirilirken birbirimizin sözünü Kobane’nin bu imdadını duyacak mıyız? Duyuyor muyuz halklar direniyor ve görüyor muyuz? Hiç ama ve fakata gerek duymadan cümle inşa edebiliyor muyuz devlete, o devletlere karşı hayatı bir başka perspektiften kurabiliyor muyuz Kobane’deki gibi direnebiliyor muyuz?

 

Anlıyor muyuz Kürd, Alevi, Süryani, Ezidi, Ermeni, Türkmen birbirinden ayrı değil bir arada olduğunda başarabilecek bunu idrak edebiliyor muyuz burada, şimdi. Bütün bu heyula güncesinde tam da vaktinde anlayabiliyor muyuz, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz cidden bu meselin farkına erebiliyor muyuz? Faşizme karşı sözümüz ortadadır bunlar meselemizdir, arz-i halimizdir. Sonsöz kabilinde; “Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır.”.Hrant Dink’den hepimize bir ders daha. Bunlardır meselemiz ve arz-i halimiz..

 

Misak TUNÇBOYACI İstan’2014

 

Resim – Aris Messinis – AFP

http://www.stern.de/bdt/bilder-des-tages-die-schoensten-bilder-aus-dem-stern-kampf-gegen-den-is-1501450-4512c97813e8d651.html

7 Ekim 2014 Salı

Akın Olgun/ Bir travmanın adı, ‘değerli yalnızlık’

“Ortadoğu’da artık bizden habersiz yaprak kımıldamıyor” sözü Davutoğlu’na ait

AKIN OLGUN/ BirGün

“Ortadoğu’da artık bizden habersiz yaprak kımıldamıyor” sözü Davutoğlu’na ait. Onun dış politika üzerine yaptığı Meclis konuşmalarını bir araya getirirseniz, Osmanlı yeniden kurulmuş duygusuna kapılırsınız. Ayakucu ile kalkıp inen ses tonu, AKP sıralarından yükselen alkışlar ve kaybolan gerçeklik duygusu…

Dış politika büyük bir travma geçiriyor. Bu travma hızla ekonomiden siyasete ve tabana doğru yayılıyor.

Elde sıfır kalmışlığın ve içine gönüllü girdikleri bataklığın ağır faturası ile boğuşuyorlar. ABD tarafından sürekli yalanlanan açıklamalar da bu travmayı tüm dünyaya açık ediyor. Daha tehlikeli olan ise, savaş çığırtkanlığı ile iç siyaseti baskı altına almanın, bir savaş hukuku kurmanın ve tüm muhalif kesimleri bu savaş hukuku içinde sindirmenin planları yapılıyor. Çünkü dışarıda yalnızlaşanlar hızla içeriye kapanır ve kaybetme korkusu ile zapturapt siyasetine daha fazla sarılır. Her çıtırtı onların kaybetme korkusunu büyütür.

ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Psaki’nin Suriye’ye kara harekâtı için “Muharip kara gücü koymak gibi bir planımız ve niyetimiz yok” açıklaması ve ardından Erdoğan’ın, görüşlerinin önemseniyormuş gibi yapmasına dair “Sanıyorum kendisinin konuşmaları meseleye daha fazla angaje olmak istedikleri konusundaki arzusunu açıkça ortaya koyuyor” diyerek, Erdoğan’ın kraldan daha kralcı olmasını tiye alan sözleri açık bir güvensizlik ve mesafe tarifi yapıyor. Erdoğan’ın dış politikada bir zafere ihtiyacı var ve bunun eline verilmesini bekleyen ama bir türlü alamayan bozgun hali, bir çöküşün ayak seslerini veriyor. İşte bu yüzden savaş hukuku, savaş hali teorisi, içeride yükselecek muhalefeti sindirerek kendisine bir koruma duvarı örmeye çalışıyor.

“Benim önümü bir açsan, bir yol versen abi” repliği ile sıraya dizilmişler. Ortadoğu’nun boy ölçüsünü almaya çalışmalarından belli zıvanadan çıkmışlıkları.

“Değerli yalnızlık” dedikleri saçmalığı doğru bildiği yoldan şaşmama gibi sunan o döküntülük, artık parça parça ele geliyor. İş dünyasından, sanatçısına, akademisyeninden, yazarına kadar sirayet eden bu döküntülük, virüs gibi yayılıyor. “Dangur, dungur dalma” halindeki tırsık kabadayılıkları, yürüyüşlerinden dillerine, giyimlerinden kalemlerine yansıyor.

İslami düzen fikrini, tüm kurumların içine yedirerek, her itiraz edene “edep” dersi çekerek, “iman” dolu sermayenin ve ona secde edecek bağımlı bir toplum yaratmanın, siyasi bir yatırım olduğuna inanmış o kabalık; ne tarih, ne toplum, ne de politika okuması yapabiliyor. Hızla tükettiler, hızla yok ettiler, hızla körelerek sığlaştılar. Bu sığlık, güç ile birleşince daha korkunç hale geldi.

Aldıkları her karar, hayata geçirdikleri her politika, attıkları her adım “değerli yalnızlık” dedikleri hödüklüğü ele verdi. Bir güç nasıl yok edilir, nasıl yoldan çıkarılır, nasıl heba edilir ve nasıl ahmaklaşılır dersleri kaldı geriye ve en önemlisi tepetaklak olduklarında, düştükleri durumun acıklı vahametini kendilerinin seyredecek olmaları.

Rüzgâr artık tersten esiyor. Yazmıştık, hayat sizin istediğiniz gibi akmaz diye. Hayatı dizayn etmeye çalıştıkça savrulursunuz ki, “Her şeyi kontrol ediyorum” dediğinizde zaten baştan bitmişti sizin hikâyeniz. Tıpkı “süreç” dediğiniz ve içini boşalttığınız barış gibi.

Kürt meselesi, iç politikadan daha çok dış politikanın bir parçasıdır biliyorsunuz. Bir “süreci” yönetebilmek iç ve dış dinamikleri doğru değerlendirmekle mümkündür. Dış politikada kaybederseniz, içeride huzuru kuramazsınız. Ha bugün, ha yarın diyerek, huzursuzluğun karşısına “süreç” kozu sürerek, Kürt muhalefetini Batı’dan koparma, parçalama siyaseti güderek yürüttüğünüz o çok akıllılığınız, dünyadaki gelişmeleri yorumlayamayan dar kafalılığınızın bir başka sorunu olarak duruyor önünüzde.

Sersemlemiş bir hat üzerinde sarhoş naraları atarak, kıra döke ilerliyor iktidar. Batı artık tınlamıyor. Görünen o ki, sizin boyunuzdan büyük şımarıklığınızdan oldukça sıkılmış durumdalar.

Sadece onlar değil, içerisi de öyle.

Yaptırdığınız sarayda “değerli” yalnızlığı çok daha fazla hissedeceksiniz. Kendi ayak seslerinizden ürkecek kadar hem de…

6 Ekim 2014 Pazartesi

İyi İnsanlar İyi ki Varlar! (VİDEO)

İnsanların bencilleştiği, kalplerin karardığı dünyamızda, yardım ve iyilik ile ilgili güzel anlardan derlenen huzur verici bir video. İzlemenizi tavsiye ederim.

Kaynak: Network Marketing

30 Eylül 2014 Salı

Akın Kaya … BİR EYLÜL TRAJEDİSİ

Arnavut kaldırımlı, dar sokaklı İstanbul’un en eski semtinin birinde giriş katında ne ararsan bulabileceğin derme çatma, birazda pasaklı, estetikten uzak ağır nem ve plastik kokulu dükkâna girdik. Leğen ve içinde ne olduğunu hep merak ettiğim ve sonradan kuşyemi olduğunu öğrendiğim çuvalların arkasından yetmiş yaşlarında ki Hacı Arif bizi görünce, olduğu yerden doğrulup göz ucu ile süzdü. Gözlüğünü taktı, neden geldiğimizi sorar gibi el işareti yaptı, zira hiç alışveriş yapacak gibi durmuyorduk. Arkadaşın kiralık ev için geldiğimizi söylemesi Hacı’nın iştahını kabartmış ama şüpheci bakışlarında ki yoğunluk fark edilir şekilde artmıştı. Yeleğinin cebinden köstek saatine baktı. Kapıya doğru yöneldi, namaz vakti geldiğini evvela camiye gitmemiz gerektiğini sonra ev için konuşabileceğimizi söyledi. “Haydi beraber gidelim” demesi ile davetine icabet edilmesi bir anda oldu. Ürkütmemek, gönlünü hoş tutmak gerekiyordu ev sahibi ile anlaşma öncesi. Ben bir şekilde kaçmayı başarsam da arkadaşım trajikomik bir şekilde Hacı Arif ile cami yoluna düşmüştü.

Ahşap merdivenlerin her basamağı ayrı bir tonda ses veriyordu. Henüz ikinci kata geldiğimizde Hacı yorulmuş olacak ki biraz soluklanalım dedi. Başından takkesini çıkarıp, yüzündeki teri sildikten sonra bir güzel katlayıp cebine koydu. Dönüp tekrar evi hangimizin kiralayacağını sordu. Cebinden bir deste anahtar çıkarıp, el yordamı ile bir tanesini seçip anahtar deliğine soktu olmadı! Sırayla bu harekete devam etti. Yardım talebimizi katiyetle ret ettikten yaklaşık bir yirmi dakika sonra büyük işlemeli ahşap kapıyı açmayı başardı. Hacı arkadaşa sürekli sorular soruyor iyi bir kiracı olması konusunda gözdağı veriyordu. Odaların birine adımımı atınca, pencerenin üstünde duvardaki haç işlemesini gördüm. Bu bir Rum evi idi.

Bilmediğimiz hangi yaşamların mekanındaydık böyle! Sanki o Rum aile hala orada yaşıyordu ve birazdan evin hanımefendisi içeri girip bize ne aradığımızı soracaktı. Ürperdim, birazda utandım ve hüzünlenmiş vaziyette Hacının yanına gittim. Bu evi ne zaman aldığını, eski sahiplerini tanıyıp, tanımadığı gibi sorular yönelttim. Sorulardan pek memnun olmamıştı  – Gavurların eviydi burası! ‘’Rahmetli’’ babası ve arkadaşları hepsini satırlarla kovalamış bu mahalleden! Hacı konuştukça başım dönüyor ellerim titriyordu, dinlemeye bilmeye tahammülüm yoktu ama öğrenmeliydim bu istilayı…

Petro, İstanbul’un en becerikli ayakkabı ustalarından biriydi, Rum eşrafı içinde de sevilen sayılan bir zattı. Karısı Malinda ve çocukları ile mütevazi bir hayat yaşarken, bir Eylül gecesi dükkanına giren eli palalı komşuları tarafından tehdit edilmişti. Petro onlarla konuşmaya, sorunun ne olduğunu anlamaya ve çözmeye çalışmak için adeta yalvarmıştı ama çetelerin gözü dönmüştü Petro’yu dinlemiyorlardı. Tartaklayıp, hemen evini ve dükkanını terk etmesini aksi halde bunu zorla gerçekleştireceklerini söylüyorlardı.

Malinda sofrayı topladıktan sonra bir hayli keyifsiz olan kocasının yanına bir sandalye çekip oturdu. Petro, başı önünde öylece duruyordu. Yemek boyunca da hiç konuşmamıştı, karısının elini tutması ile irkildi ve çocukların uyuyup uyumadığı sordu. Malinda şefkatle bakıyordu kocasına. Neler olduğunu Kilisede ki ayin sonrası ayaküstü sohbetlerde konuşulan konu olduğunu tahmin ediyordu. Petro’ya evi ve dükkânı satıp bir an önce buralardan gidebileceklerini söyledi. Petro ise kaymakamın sürekli müşterisi olduğunu, zaman zaman sohbet ettiklerini, bu meseleyi onunla konuşup halledebileceği söyledi. Karı koca uzun saatler bir çare aradılar durdular ve gidip uyuyan yavrularının başını okşayıp üstlerini örtükten sonra tedirgin bir uykuya daldılar.

Petro ensesinde ani bir acı hissetti. Elinden gazete ve ekmeği düştü. Dönüp bakmak istedi, yapamadı. Olduğu yere yığıldı. Nefes alıp veriyordu ama hareket edemiyordu. Kanının ekmeğin yanından süzülüp gittiğini görüyordu. Bağrışmalar, hakaretler ve tekbir seslerini duyuyordu ama hiçbir tepki veremiyordu. Malinda ve çocukları düşündü, onları kurtarmak için son bir gayret ile doğrulmaya çalıştı, olmadı. Başına toplananlara karısına ve çocuklarına dokunmamaları için bir şeyler söylemeye çalıştı ama dudaklarını oynatamadı. Göz kapakları ağırlaştı, derin bir uyku hali çöktü üzerine. Uyumak istemiyordu, çaresizlik boğazına düğümlendi. Son kez  çocukları ve Malinda için Tanrı’ya dua etti ve uykuya daldı!

Hacı bin lira kira istedi!  Hacı, Malinda’nın çocuklarının bir tanesini kaçırmak için kollarına alıp koştuğu merdivenlerden düşüp ömrünün sonuna kadar sakat kaldığı, diğerinin de mübadele yolunda hastalıktan ölen çocuklarının uyuduğu bu oda için bin lira istedi.

Hacı, Petro’nun iki kadeh içip udunu çaldığı, karısının ona şarkıları ile eşlik ettiği bu pencere kenarı için bin lira istedi.

Hacı, ölüm ve sürgün ile gasp edilmiş bu ev için bin lira istedi.

Her metre karesinde acının ve zulmün olduğu bu topraklarda yaşamayı hiç sevemedim, Teneffüs ettiğim hava, içtiğim su bile onların hakkı olduğunu biliyorum ve haklarını helal etmelerini diliyorum… Çünkü söz, bir acıyı tarif etmeye yetmiyor…

Akın KAYA

28 Eylül 2014 Pazar

Akın Olgun yazdı… Kobane neyi anlatıyor?

Kürt hareketinin bölge üzerinde kurduğu siyasi hat ve politik öngörüsü tartışmasız bir şekilde Ortadoğu’nun en önemli aktörü haline getirdi kendisini

AKIN OLGUN/ BirGün

Kürt hareketinin bölge üzerinde kurduğu siyasi hat ve politik öngörüsü tartışmasız bir şekilde Ortadoğu’nun en önemli aktörü haline getirdi kendisini. Siyasi esneklikleri, dengelerin akışına uygun bir şekilde konumlanmalarını sağladı. Ortadoğu üzerinde varlık mücadelesi bu esnekliğe sahip olmadan sağlanamaz. Pragmatizmin doğusunda siyaset böyle yürüyor. Türk dış siyasetinin bölge üzerine kurduğu keskin tavır alışları zaman içinde birçok yerde kırıldı. Türk dış siyasetinin ideolojik çöküşünü canlı seyrettik. Cumhuriyetin kuruluşu ve dünyadaki hızlı gelişmeler Türk dış politikasını daha içe kapanık, korunaklı bir siyaset çizgisi üzerine temkinli ve dengeli bir politika yürütmesini gerektiriyordu. ABD çizgisine katılım dahi bu dengelerin ölçüsü ile ilerliyordu. AKP iktidarı ile bu denge siyaseti çöpe atıldı. Yeni hat, aktif rol alan, müdahale eden ve Müslüman bir ülke olarak ABD’nin oluşturduğu “gâvur alerjisi”nin ateşini dindirecek ılımlı İslam modellemesine döndü. Biçilen rol ile pratik asla birbirine paralel yürümedi. İktidar bölge üzerinde kendi küçük hesaplarını, ABD’nin çıkarları arasına yedirmeye kalkarak daha baştan çuvalladı. Arap Baharı denen isyan en çok yeni Türk dış siyasetinin çapsızlığını ele verdi. Değişen dengeler, Mısır ve Müslüman kardeşler üzerinden yapılan siyaset ve Esad’ın üç beş günde gideceğini sanan yorumlamalara uygun tavır alışlar, Esad muhaliflerine sağlanan imkânlar ve derken “değerli yalnızlık” buluşu ile soslanmış Davutoğlu fiyaskosu… Esası, bu işi becerememiş, kotaramamış ve ellerine yüzlerine bulaştırmış olmalarıdır.

IŞİD’i bir kurtarıcı olarak beslemeleri ve kendilerine bağımlı hale getirerek bölgedeki Kürt siyasetini boğma çabaları ise artık sırıtıyor ve Amerikalıların bile sabrını taşırdığını gösteren “hoşaf” olma halleri ise içler acısı bir döküntülüğü ele veriyor.

IŞİD’in Kürt bölgelerine saldırısının açık bir Türkiye operasyonu olduğunu hepimiz biliyoruz. Fikir firikikcileri yandaş yazarlar ile Başbakan yardımcısı Y. Akdoğan’ın Kobane meselesine dair ifadesi birçok şeyi ele veriyor “PYD’nin önce pozisyonunu değerlendirmesi gerekir. Suriye bağlamında Esed’e bakışı ve pozisyonu bizim için önem taşıyor. Bu değişmeden de Türkiye, yani böyle bir yakınlaşma görüntüsü oluşması da çok kolay görünmüyor yani.”(Cumhuriyet) Özeti şu; Eğer Kürt siyasi haraketi bizim Esad politikamızın arkasında durur ve birlikte haraket ederse bu saldırılar durur. Kürtleri Esad’a karşı bir vurucu güç olarak görmek isteyen Akdoğan yağmur duasına çıkmış görünüyor. Lakin ABD’nin bölge siyaseti şimdilik Esad değil, bölge petrolünün güvenliğinin sağlanması. IŞİD’e karşı operasyon koalisyonu içerisine girmemek için ayak diretmiş olmarındaki ana kaygı, IŞİD ile kurduğu bağ değil, Esadlı bir çözümün varlığının devam etmesi. Kürtleri, kendi dış politikalarına yedeklenmiş aktör olarak görme taleplerinin altında, yeniden “etkin” olma savaşı var.

PKK artık bölgenin hem koruyucu gücü, hem de geliştirdiği demokratik birliktelik formülü ile yarattığı kazanımları meşrulaştıran bir örgüt. Bu meşruluğun bölge üzerinde tanınmasına dair geliştirdikleri taktikler ise dönemsel kesintilere uğrasa da hızla kabul görüyor. Rojava işte bu yüzden sratejik bir Devrim. Kobane bu yüzden önemli. Tampon bölge politikasına PKK’nin “işgal” diyerek gösterdiği tepki, yarattıkları meşruluğun Batı tarafından da tasdik edilmesine bir çağrı aslında. Uluslararası bir kabul için şartlar çok uygun ve çözüm politikasının nasıl ilerleyeceğinin kararı bu alanda verilecek. Kobane bu yanıyla Kürt haraketinin ikinci doğumu.

Barzani’nin yanar döner tutumu ile Türk dış politikasının kıvranması arasında kurulan politik bağ, Kürt haraketinin bölgede artık sözü geçen bir aktör olmasına duyulan rahatsızlıkta ortaklaşıyor. Rojava devrimi boğulursa, bölgenin üstüne Barzani ve Türkiye yayılacak.

Dışarıda yaşanan çöküşü, iç siyasete yani bulgurdan olmamaya odaklayacak iktidar. Dışarıda kaybetikleri her şey için, içeride “iç ve dış mihrak” demagojsine sarılacak.

Bu demektir ki başımıza daha çok çorap örecekler. Tabi kendi başlarına da.

Kobane neyi anlatıyor? http://birgun.net/news/view/kobane-neyi-anlatiyor/6157

26 Eylül 2014 Cuma

Mustafa Peköz yazdı… IŞİD’İN KOBANİ SALDIRI, ORTADOĞU’NUN DİZAYN EDİLMESİ TÜRKİYE’NİN KAYBETMESİ

IŞİD’in Kobani’ye yönelik gerçekleştirdiği saldırı, uluslar arası ve bölgesel güçlerin gündemini meşgul eden en önemli konulardan biridir. Birleşmiş Milletlerin yıllık  toplantısının merkezinde IŞİD’e karşı atılması gereken adımlar ve saldırının uluslararası alanda meşrulaştırılması tartışıldı. Küresel  sermaye, Ortadoğu’da uygulamaya koyduğu çok yönü politik  stratejiler, IŞİD üzerinde resmileştirmeye çalışıyor.  ABD ve Fransa tarafından başlatılan hava operasyonları önümüzdeki süreçte artarak genişleyeceğine dair önemli veriler ortaya çıktı.

IŞİD, Ortadoğu’da stratejik ittifakları yeniden tanımlanmasında önemli bir işlev gördü. ABD-İran, İngiltere-İran diplomatik ilişkileri hızla kurulmaya başlamakla kalmadı, İran aşamalı olarak Ortadoğu’nun merkez ülkelerinden biri haline getiriliyor. Çatışma merkezi haline getirilen Irak ve Suriye’deki politik dengelerin yeniden kurulmasında İran’ın aktif rol oynayacağı  artık kabul ediliyor. Ortadoğu’nun 21.yüzyıl çeyreğinin yine ittifak güçleri olarak S. Arabistan, Mısır ve İran’ın ön plana çıkartılmasının gerekçelerinden biri de  IŞİD ve El Kaide gibi radikal İslamcı örgütlerin yarattığı etkidir.

Musul gibi stratejik bir il, IŞİD tarafından ele geçirilmedi tersine özellikle ABD tarafından belirlenen politikaların yaşama geçirilmesi için teslim edildi. IŞİD’in bölgeyi bütünüyle  askeri ve politik bir kaosa dönüştürmek için yapmış olduğu kanlı vahşetine göz yuman uluslararası güçlerin, bugün aynı gerekçelerle IŞİD’e karşı hava operasyonlarına başlamış olmaları, esasen bölgenin yeniden dizayn edilmesinin ilk adımıdır. Bu sadece bölgedeki stratejik ittifak güçlerinin yeniden belirlenmesi değil aynı zamanda S.Arabistan, Katar, Kuveyt ve Türkiye gibi devletlerin yeniden reorganize edilmesinin  ilk adımıdır.

IŞİD’in bölgedeki politik dengelerin değiştirilmesi için oynadığı rol henüz tamamlanmış değil. ABD kurmaylarının ‘IŞİD ile mücadele yıllar alabilir’ biçimindeki değerlendirmenin bir başka ifadesi IŞİD’in  önemli oranda darbeleneceğini ama bütünüyle tasfiye edilmeyeceğini gösteriyor. IŞİD, önemli oranda zayıflayan ama varlığını sürdüren bir güç olarak Ortadoğu denklemi içinde tutulması, ABD’nin çıkarlarıyla bütünüyle uyumludur. Böylelikle, körfez devletlerinde yapısal bir kısım değişikliklerin zorunlu hale getirilmesi için İŞİD’in varlığı bir tehdit olarak kullanacaktır. Körfez devletlerin siyasal yapısında bir kısım değişiklikler yaptırılarak İran gibi içte ‘liberal İslam’ politikasının yaşama geçirilmesi hedefleniyor.  Bu bakımdan İran’ın aşamalı bir şekilde ön plana çıkartılmasının bir başka ifadesi de, İran’daki şeriatçı yapının bir benzerinin körfez devletlerine model olarak sunulması amaçlanıyor. Aynı şekilde IŞİD saldırılarının körfez bölgesine doğru yayılması olasılığının artması, birleşik tek merkezli bir liberal İslam devletinin kurulmasını çok daha fazla güncelleştirilecektir.

IŞİD’in Rojeva Özerk Yönetiminin kantonlarından biri olan Kobani’yi hedef tahtasına oturtması, bir bakıma Kürdistan coğrafyasına yönelik  tasfiye stratejisinin  ölümcül son saldırısıdır.  Bir çok saldırıların  ortak  bileşkesi ise  Ortadoğu’da yeniden şekillenen ilişkilerde Kürtlerin artan stratejik gücünü kırmak ve denklemin dışında tutmaktır. Irak ordusundan ele geçirdiği ağır silahlarla Rojevaya yönelmesi ve bugün bütün askeri gücüyle Kobani’ye saldırması, Kürdistan bölgesinin politik olarak bütünüyle   tasfiye edilmesidir. Bu bakımdan Kobani’nin savunulması esasen bütün Kürdistan coğrafyasının savunulmasına eş değerdedir

IŞİD ile çatışmalı olan bölge ülkeleri dahi, Ortadoğu’da Kürtlerin politik bir güç olarak, masanın bir tarafından bulunmasını  istemiyorlar. IŞİD’in Musul’a girmesinden sonra, saldırılarının merkezine Kobeni’yi koymuş olması, IŞİD üzerinden izlenen çok yönlü tasfiye politikasının en önemli halkasıdır. Bu bakımdan IŞİD, özellikle bölge ülkeleri tarafından çok yönlü destekleniyor ve yönlendiriliyor. Rojeva’da oluşan ‘Özerk’ bölgenin zora dayanan bir askeri güçle dağıtılması, esasen 21.Yüzyılın yükselen gücü olarak Kürtlerin Ortadoğu denkleminin dışına itilmesidir. Bu durum bir tesadüf olmayıp çok yönlü belirlenen politikanın bir parçasıdır.

Özellikle Türkiye bu sürecin en önemli merkezi üssü olarak işlev gördü. AKP’nin geliştirdiği Sünni eksenli bölgesel politikaların Suriye’deki ve Irak’taki yansımaları tahmin edilenden çok ağır olduğunu bugün ortaya çıkan politik kaostan görüyoruz. PYD’nin Batı Kürdistan bölgesinde ilan ettiği “demokratik özerkliği” boğmak ve Kürdistan merkezli politik bir oluşumu engellemek için aktif olarak desteklenen IŞİD’in İslam adına gerçekleştirdiği katliamlar kesintisizce devam ediyor. Bu bakımdan IŞİD’in, Rojeva’da Kobani’ye yeniden çok kapsamlı bir saldırıya yönelmiş olması, Kürtlerin oluşan politik gücünü ve stratejik oluşumunu tasfiye etmeye yönelik çok yönlü planların en önemli halkalarından birini oluşturuyor.

Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasının en önemli halkası, Kürdistan coğrafyasının istikrarsızlaştırılması üzerine kurulmuş bulunuyor.  AKP’nin IŞİD gibi her türlü katliamı yapan bir örgüte destek vermesinin esas nedeni; Türk devletinin varlık nedenini ortadan kaldıracak olan Rojeva’da Kürdistan Özerk Bölgesinin oluşumunu engellemektir. Ancak Türkiye’nin izlemiş olduğu bu politik bütünüyle çöktü. IŞİD’in Kobani saldırısı aynı zamanda Türk devletinin en son saldırısı ve çırpınışı olarak  tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu saldırıdan ortaya çıkacak politik tablo aynı zamanda Türkiye’nin izlemiş olduğu  tasfiye politikasının  çöküşü olacaktır.

Türkiye Yol Ayrımında ve ABD’ye Teslim Olması Kaçınılmazdır.

Türkiye’nin çok açık bir yol ayrımında olduğu ve ABD ve AB eksenli izlenen politikanın dümen sunuya girmek zorunda kalacağı kaçınılmazdır. Erdoğan’ın uluslararası alanda vizyonu sıfırlanmış bir cumhurbaşkanı olarak ayakta kalma şansının olmadığını koltuğuna oturduktan sonra çok daha net olarak gördü.

NATO toplantısı onun için  ilk deneyim olarak ne tür bir tehlike ile karşı karşıya kalacağını anladı. Türkiye’nin kullandığı en önemli argüman rehineler meselesiydi. ABD’nin çok açık desteği ve IŞİD’E verilen önemli tavizlerle bu sorun aşıldı ve Rehineleri serbest bırakıldı.  ABD Dışişleri Bakanı Keryy’in, ‘Türkiye’nin elinde hiç bir bahane kalmadı’ demesi esasen Erdoğan’a ayar verilmesi olarak algılandı.  Birleşmiş Milletlerin yıllık toplantısında  Erdoğan’ın muğlak cümlelerine karşılık Keryy’in ‘Türkiye savaşta ön safta yer alacaktır’ açıklaması, Erdoğan’a ve hükümeti çok açık bir dayatmadır. Kararı veren ABD olduğu çok açık ve nettir.

Birincisi Türkiye, Ortadoğu’da izole olmuş bir devlet olarak ABD’nin IŞİD politikalarına kendisini artık uyarlamak zorunda kalacaktır. İkincisi, Erdoğan, bugüne kadar izlediği politikaları devam ettirirse koltuğunda rahat oturamayacağını,  Irak savaşından sonra generallerin başına ne gelmişse, kendisinin de aynı durumla karşılaşacağını görmeye başladı.  Bu bakımdan Türkiye, IŞİD konusunda ABD ve İngiltere’nin politikalarına hızla uyum sağlayacaktır. Türkiye’nin bölgesel ilişkilerde etkisiz ve hatta tasfiye edilmesi, onun devlet olarak varlığını ciddi oranda tehlikeye düşüreceği artık görülmeye başlandı. Bu bakımdan iç politikada güçlü görünen Erdoğan’ın uluslararası ilişkilerde tersine etkisiz bir durumda olduğu NATO ve Birlemiş Milletler toplantısında netleşti. Bundan sonra, karşımızda küresel güçlerin ekonomik, politik ve askeri çıkarlarına tam uyumlu bir Cumhurbaşkanı göreceğiz.

Ayrı bir yazı  olmakla birlikte, ortaya çıkan bu yeni durum, Türkiye’nin bölgesel ve iç politikasında çok daha farklı politik krizlere yol açacaktır.  Örneğin, Türkiye’nin Rojeva gerçeği karşısında  ne gibi bir  stratejik değişikliğine gidecektir? Esad rejimiyle ilişkilerini  nasıl belirleyecektir? Körfez ve Mısır politikasında nasıl bir değişiklik yapacaktır? Türkiye içinde örgütlü olan IŞİD ile ilişkiyi nasıl dengeleyecektir ve IŞİD saldırılarına karşı nasıl bir önlem alacaktır? Bunlara benzer gündeme gelen ve gelecek olan çok kapsamlı sorular Türkiye’nin oluşturacağı bölgesel politikalar bakımından önemlidir. Erdoğan ve Davutoğlu’nun izlemiş olduğu ve bütünüyle artık iflas etmiş bölgesel dış politikanın yeniden şekillendirilmesi Türkiye’yi çok daha ciddi bir yol ayrımına getirecektir. ABD’ye hızla uyumlu olmak zorunda kalacak olan Türkiye, artık güçlüler arasında değil güçsüzler arasında yer alacaktır.

IŞİD merkezli saldırılar, bölgesel değişimde Ne gibi sonuçlara yol açar:

Kobani’de Kürt askeri güçlerinin IŞİD saldırılarını boşa çıkartarak etkisini korumaları, Ortadoğu’da Kürtlerin stratejik bir güç olarak aşamalı bir şekilde güç dengelerinin içerisine çekilmesini zorunlu hale getirecektir. Böylesi bir strateji değişimi orta vadede Türkiye, Suriye ve Irak’ın konumunu da doğrudan etkileyecektir.  Bu yeni durum söz konusu bu  işgalci ve statükocu dört devletin geleceğini de belirsizleştirecektir.  Rojeva’da ‘Özerk’ Kürdistan yönetiminin kurulması ve bunun uluslararası güçler tarafından kabul görmesi, 21.yüzyılın ilk çeyreğinde Batı/Rojeva ve Güney Kürdistan yönetimlerinin birleşmesi, Ortadoğu’nun haritasını kaçınılmaz ve zorunlu olarak değiştirecektir. Uluslararası küresel sermaye de bu gerçeğin farkındadır.

Bölgenin statükocu devletlerin Kürtlerin lehine olan bu gelişmeleri durdurmak için saldırılarını sürdüreceklerdir. Bu bakımdan Kobani’ye saldırı, Türkiye’nin, Irak’ın, Suriye’nin ve hatta İran’ın çıkarlarıyla örtüşüyor. Kobani’nin düşürülmesi, Kürdistan toprakları üzerinde devletleşen  güçler için hayati önemde görülüyor. Bugün söz konusu bu devletler birbirleriyle çatışmalı halde de olsa, Kürtler karşısında stratejik olarak işbirliği  içerisindedirler. Ancak Kürdistan coğrafyası üzerinde varlığını sürdüren devletlerin Rojeva politikası bütünüyle çöktü.  Kobani’den sonra Rojeva’nın toplumsal bir güç olarak bölgesel denklemin içinde yer alması,  Türkiye’nin iç politikası üzerinde çok ciddi oranda etkili olacaktır. Türkiye, bu gelişmenin farkında olduğu için ABD’nin politikalarına boyun eğmek zorunda kalırken aynı zamanda Rojeva konusunda ABD ve AB’den bir kısım istemleri olacaktır.  Ancak hiç bir politik talep Rojeva gerçeğini değiştirmeyeceği, Türkiye’nin  PYD’nin  toplumsal yapısını ve politik gücünü kabulleneceği artık kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor.

Rojeva’nın politik olarak kazanması aynı zamanda içte PKK ile ilişkilerin yeniden yapılandırılması ve müzakere sürecinin çok daha ciddi düzeyde sürdürülmesinin kaçınılmaz olacağını ortaya koyuyor.

Türkiye bölgesel ilişkilerde kaybederken, Kürtler bütün saldırılara ve katliamlara rağmen kazanıyorlar. Kobani’de kim kazanırsa denklemi o güç belirleyecektir.

gokyuzu9@gmail.com

18 Eylül 2014 Perşembe

Yeşim Numan/ DARBE Mİ DEDİNİZ?

12 Eylül faşist darbesinin kaymağını yiyen, yedikçe semiren AKP’nin kendini “darbe mağduru” olarak tanımlaması siyasi tarihimizin en büyük ironilerinden biri, belki de birincisi. Dini, “Sol’un panzehiri” olarak gören 12 Eylül’den en büyük kazancı İslamcı kesimin sağladığı tartışılmaz bir gerçek. Ancak gerçekler Akepe için çok önemli değil. Önemli olan muhalifleri susturmak, yaratılan kutuplaşmayı, gerekirse çakma mağduriyetlerle güçlendirmek ve ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak. Bu yüzden sahte gözyaşları içinde 12 Eylül’den hesap sormaya söz verirken, 1981′de açılan Metris’te 1979′da işkence gördükleri yalanını, hem de bir çoğu evlatlarını işkencede kaybetmiş Cumartesi Anneleri’nin gözlerine baka baka söylerken utanmıyorlar. Ve bu yüzden hükümet karşıtı her eyleme, gösteriye, hatta eleştiriye “Darbe var!” çığlıklarıyla histerik tepkiler veriyorlar.

 

Meclisteki ve sokaktaki muhalefete, Türkiye’de halkların ortak demokrasi mücadelesinin miladı olan Gezi’ye, haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarına hükümetin tek bir yanıtı var: “Darbeciler!”  Darbeci yaftası son olarak Beşiktaş’ın taraftar topluluğu çArşı’ya yapıştırılmak isteniyor. Kafa kesen, soykırım yapan, 49 vatandaşımızı üç aydır rehin tutan IŞİD’e terörist demekten aciz AKP’nin Yeni Türkiyesi’nde, polisin orantısız şiddetine orantısız zekayla karşılık veren taraftar grubu çArşı’nın üyeleri, terör örgütü kurmakla suçlanıyor. Devletin tırları kim olduğunu açıklayamadığı gruplara, ne olduğunu açıklayamadığı yükler taşırken, ülkenin dört bir yanında ihtiyacı olan çocuklara tırlar dolusu kitap, giyecek, oyuncak taşıyarak umut dağıtan çArşı yargı önüne çıkartılıyor. Deprem bölgesinde bebekler soğuktan donarak ölürken, babasını, kardeşini iş cinayetinde kaybetmiş vatandaşı devlet tekme tokat döverken, köy okullarına yardım kampanyaları yapan, Van’daki depremzedelere, Soma’da yetim kalan çocuklara devletin esirgediği şefkati götüren çArşı’nın üyeleri için  müebbet hapis cezası isteniyor. Barcelona’da siyah futbolcu Eto’ya yapılan ırkçı saldırılardan nükleer santrale,  Suriyeli mültecilerden otizmli çocuklara,  fayton atlarından Gazze’deki katliama her türlü sosyal konuda duyarlı davranan çArşı’nın darbe yapmaya çalıştığı iddia ediliyor.

 

Darbe mi dediniz? Darbeden bol ne var memlekette? Yeni Türkiye başlı başına bir darbe!

 

Erkeklerin ayda ortalama 23 kadını öldürdüğü, 45 kadına ve çocuğa taciz ve şiddet uyguladığı Yeni Türkiye’de, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nin  devlet koruması altında öldürülen kadınlardan haberdar olmaması, kanunda yapılan değişikliklerle tecavüz ve tacizin adeta ödüllendirilmesi kadınların  yaşam hakkına darbedir. İki kadının katilini televizyon programına çıkartıp ne kadar güleryüzlü olduğunu söyleyen hayasız sunucu ve stüdyoda bu pespayeliğe alkış tutan şuursuzlar darbecidir.

 

Darbe, eğitim sisteminin kirli siyasi oyunlara alet edilerek yap-boz tahtasına dönüştürülmesi ve gelecek nesillerin geleceklerinin karartılmasıdır. Öğrencilerin TEOG rezaletiyle evlerinden kilometrelerce uzağa yerleştirildiği, özel okulla okulsuzluk arasında seçime zorlandığı, parası olmayana okuma hakkının verilmediği sistemi kuranlar ve uygulayanlar darbecidir.

 

Darbe mi dediniz? Devletin ordusunun 34 sivili katletmesi, barıştan bahsederken çocukları havan toplarıyla paramparça eden kalekollar dikmesidir darbe. Sefil bir mizansenle kışladaki bayrağı indirip, kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışmak, düzmece bir savaş başlatmak için kendi vatanını vurmayı planlamaktır. Barışı rehin alıp oy karşılığı şantaj aracı olarak kullananlardır gerçek darbeciler. Sivas’ta 33 canı diri diri yakanları aklayanlardır. Gencecik, savunmasız insanları sokak aralarında döverek öldürenler ve öldürdükleri çocukları terörist ilan edip, annelerini meydanlarda yuhlatanlardır.

 

Yeni Türkiye’de hukuka karşı darbe var! Yolsuzluğun araştırılmasını engelleyen; bir dönem savcısı olduğu davanın, çıkarları değişince kumpas olduğunu iddia edendir. Aile boyu hırsızlığı, havuz medyasını, pişkinlikle yapılan rüşvet pazarlıklarını ortaya koyan ses kayıtlarının montaj olduğunu göstermek için devletin kurumuna ısmarlama rapor hazırlatandır.

 

Her sene binden fazla işçi cinayetine göz yummak, katilleri yeni ihalelerle ödüllendirmek emeğe karşı darbedir. İş cinayetlerine fıtrat, öldürülenlere şehit hükmü verenler darbeciliği iyi bilirler.

 

Darbe, demokrasiyi şaibeli seçimlerin sandıklarına hapsedip, düşünce ve ifade özgürlüğü, insan hakları, eşitlik gibi olmazsa olmazları yok saymaktır. Anadilde eğitimi yasaklamaktır darbe. “Afedersiniz Ermeni”dir. “Biliyorsunuz Alevi”dir. “İsrail dölü”dür. Kim demiş darbeler hep postal sesiyle gelir diye? Vesayetin el değiştirdiği Yeni Türkiye’de, “Emri ben verdim” cümlesi, darbenin makosen sesidir.

 

Ve darbecilerin ustası, villada milyarlarla beraber onuru, haysiyeti sıfırlanırken, dinden, imandan, ahlak ve edepten bahsedendir.

 

Darbe mi dediniz? Bir yandan “Darbe var!” diye feryat figan ederken, darbenin hasını yaptınız, adını Yeni Türkiye koydunuz. Eski Türkiye’nin bol dipçik darbeli çeyrek demokrasisiyle, kin yiyip nefret kusan islam faşizminin karışımından yarattığınız, yeni adı altında eskiye öykünen, medeniyeti duble yola, ekonomisi inşaata endeksli, bayramları yas eyleyen, ölümlere sevinen, insan yaşamının sudan ucuz, vicdan bedelinin çok pahalı olduğu, iç işleri içler acısı, dış işleri dışlanmış, uluslararası itibarı yerle yeksan bir hilkat garibesi. Ve sizler, bu berbat çürümüşlük içinde, halkın paralarıyla yaptırdığınız saraylarda, altın suyuna da batırsanız kendinizi, içinizin kötülüğünü, yüreğinizin çirkinliğini, çamur kaplı zihninizin kokuşmuşluğunu örtemeyeceğinizi biliyorsunuz. Daha kötüsü, sizinle birlikte pisliğe batmayanların bunu apaçık gördüğünü biliyorsunuz. Bu yüzden bu kadar korkuyorsunuz size benzemeyen herkesten ve her şeyden. En cok da ezdiklerinizden… Alevi’den, Kürt’ten, işçiden, kadından. Bu yüzden korkuyorsunuz Gezi’den, çArşı’dan. Dövdünüz gitmediler.  Öldürdünüz bitmediler. İftiralarınızla da yenemeyeceksiniz. Çünkü yargıladığınız 35 kişinin arkasında sadece çArşı, sadece Beşiktaş değil, her takımdan, her kesimden, her ezilmiş kimlikten milyonlarca insan var.  Ve er ya da geç, hep birlikte haykırarak başınıza yıkacaklar dışı beyaz, içi zifir saraylarınızı:  Faşizme karşı, zulüme karşı, darbeciye karşı, kardeşimsin çArşı!

http://15pont.blogspot.co.uk/2014/09/darbe-mi-dediniz.html?spref=tw

 

(16/09/2014)

15 Eylül 2014 Pazartesi

Dünyanın Senin Farklılığına İhtiyacı Var! (VİDEO)

Siz farklısınız. Evet, diğer tüm insanlardan farklısınız, özelsiniz. Farklılığınızın peşinden koşun..

Kaynak: Network Marketing

Misak Tunçboyacı yazdı… Eylül’ün On İkisi

Umudun kırımı için her şeyin kullanıla geldiği her adımda varlığını zapt etmek, derdest edip sınırlandırmak, mümkünse adını bir daha anmamak için eldeki tüm imkânların seferberliğine seyirci olarak atanmışız. Kullanıla gelen dil birbiri peşi sıra alınan tedbirler ve hep aynı uzama ulaşan devletin kontrol mekanizmaları bu umudu yerle yeksan edebilmek için güncelleniyor an be an, halen. Sürüp duran gayret hali içinde, menzildeki ümit var olmayı artık küçümsenen, parçalanan yok edilebilen bir unsura dönüştürüyor. Dört yanımız yağma ve kırımdan mülhem. Dört yanımız zulüm ve onun ört basındaki rezaletlerle hemhal. Her yerimiz dönüşüme kurban edilmek için bir istimlâk bahsine teslim. İstimlâk lafın gelişi, yıkım ile yeni bir ülke tahayyülü gerçeğe eviriliyor. Behemehal devreye konulan tedbirler, yapılmaya çalışılanlar bu bahislerin az ötesindeki değil tam da merkezindeki ümidi alt üst ediyor.

 

Yok, edilmeye çalışılan ümit ile beraber hayatın renklerinden ıraklaştırılmasıdır özetin özeti olarak. Dönüştürmekteki gailenin, yerle yeksan edilenin üzerinden çıkılacak yepyeni korkunçluk abideleri olduğu -unutturuluyor hemencecik. Gündem yoğunlaştırılırken, kavga dövüş, hır gür umut yeriliyor. Gündem hızlıca ilerlerken geriye bakmaya fırsatımız bile olmadan hayatlarımız dönüştürülüyor. Kapkaranlıkta kala kaldığımız halin tezahürü bir figürasyon ya da imgeden gerçeğe dönüşüyor o bahiste işte bu menzilde. Kendini tekrar etmekten alı koymayan hamleler bütünü sarsıntıları çoğaltıyor bir durağı, bir sonu olmaksızın, bir yeteri bulunmaksızın. Yeter artık imi gerçeklikte işitilmeyenin ta kendisine dönüştürülüyor. Tabi olarak atanmış, birbirine eklenmiş olan hamleler bütününde yegâne amaç, biyopolitik uzamın sağaltımı olan bedene kurulacak tahakkümü an be an arttırıp sonu bilinmeyen kara deliklerin içerisinde yaşamı sürdürmek olduğu artık aleniyettedir.

 

Ümit, haybeden değil işte bile isteye, bilinerek, görerek, duyulup anlaşılarak bizatihi daha fenalarına ulaşabilmek için sıradanlaştırılmış olan faşizmin karşısında yıkılmaya devam edilmektedir her gün şartlar biraz daha zorlanarak. Geçmişi unutmamız salık verilmektedir. Geçmişin, enikonu ve basbayağı hatalarından hiçbir ders alınmadığını unutmamız salık verilmektedir. Onca şeyin bir dolu vakıanın, bir sürü elemin, epey hallice kırımın karşısında sözü mü olur arkası sorguya ya da bahse konu edilebilir mi kısımları yekten imha edilerek, günün ve şimdinin içerisindeki hemen her şeye kayıtsız bir biat istenmeye devam edilmektedir. Dünün sorgulamaları bir yana çoktan istiflenmişken, bugün o menzilden arta kalanların tamamlanması için çabalar birbirine denk getiriliyor. Denk getirilip yeniden çatılıyor. Betonarme.

 

Kervan düzülürken, geçmiş için geçip gitmiştir bahsi yükseltiliyor bir yerlerden bir avaz. Hemen hiçbir şey, hiçbir yere kayıp göçmemişken, gitmemişken unutursunuz bahsi sıkıştırılıyor arsız ve umarsızca. Ümit kendini korumaya almaya yardımcı olan basit bir sığınağı oluşturan bir ifadeden ya da terimden ibaret değildir insan lügati için. İnsaniyet bahsinde gereksinim duyduğumuz şey, ayağa kalkabilmek için bir vesiledir. İnatla ve inatla yola koyulabilmek için düşüp kala kaldığımız yerden çıkıp ta bir gün yüzü görebilmek için başlangıç noktasıdır. Salt terimlerden ya da algıda yer etmiş olan tanımların birlikteliğinden ibaret olan bir sayıklama değildir ümit. Kendimizi, başkalaştırılmış bireyler haline evirilen birer mekanik yapımdan alıkoyacak olan bir meseledir. Bu günlerin bir yerinden dâhil olan tahakküm ediminin asla sahneden ayrışmamış olduğunu yineleyen vurgun halinin bizi nereye taşıdığına dikkat ettiğimizde ümidin de aslında her ne olduğu konusu biraz daha aleni olacaktır.

 

Genellendirmelerin güncelliğinde usulca bir sesleniştir kimi yerde bir yer ve bir zamanda hiç beklenmeden çıka gelen bir çağrıdır. Yer ve gök birbirine karışırken devlet gözetiminde, handiyse sağa dönseniz de sola dönseniz de aynı belagatle burun buruna kalınan bu yerde bir çağrıdır, yaşama çağrı. Ümit berhava edilmeye çalışılırken gerçekte lazım olanlar için bir meseledir bize bir şeyleri hatırlatmaya çalışan, hemen her an. Hemen her gün sinizmin dolaylarında yol aldırılırken, buna alıştırılma süreçlerinden süreç beğendirilirken bir yerde yol bir yerde çıkış bulabilmek için çabalanmayı akla düşürendir. Saatleri sayıyoruz, dakikaları ve anları dâhil ederek teker teker bütünlüyoruz. Bize verilmiş olan yaşam hakkının, sıradana dair olanın hakkının sacayaklarından birisi olan ümidin yağmalanmasına tanık ediliyoruz. ‘Çıplak’ olana ait hak tanımlaması içindeki mihenk taşı öğütülüyor aralıksız.

 

Devletin karşısında diye anılan ve bildirilen hemen her mesele temeli eğrelti bir biçimde yok ediyor. Ümit elden kayıp gidiyor bu satırlar yazılmaya çalışılırken halen ve hala. Benzerlerini daha önce gördüğümüze dair tespitlere yer verilen kimi çıkarsamaları bugünün güncelliğinde zoru, zapt-ı raptı birlikte bir arada görmeye devam ediyoruz. Bunu teyit etmediğimiz gün kendi namımıza, sıradan olan için kayda düşmeyen gün yok, gece yok, sabahı yok akşamı yok. Aksam bileşenler arasındaki eğreltiliği daha derin yıkımlara ulaştırabilmek için dönüştürülmekte ve çalışma sürdürülmekte ve hayat güncellenmektedir. Ümidin yerle bir edilmesi bugüne dair bir mesele değildir sadece evveliyatını yıllar yılıdır bocalayarak kendini kanıtlamaya çalışan devlet mekanizmasının her odağında görebilmek mümkündür.

 

Dün dünde kalmıştır diye söylene gelen o dün hiç de orada kalmamaktadır. Bugüne taşınan, derdi kederi ve bir dolu insana karşı işlenen suçun güncel ya da etkisi kuvvetlenmiş yeni düzenlemelerini beraberinde getirmektedir. Ne ki unutuşlarımızda rehin edilmek istenen, bilakis bildiğimiz şeyleri de unutmamızı salık veren bir algıdır alanımız dâhilinde şekillendirilmeye devam edilen. Doksan bir yıllık tecrübenin sonunda evirilerek, bir karanlığa dönüştürülmesinin izleri yer almaktadır o bahiste. Doksan bir yıl bir dolu şeye karşı gelmektedir. Doksan bir yıl bir dolu acının ta kendisidir. Doksan bir yıl içerisinde, her yönden eklenmeye çalışılan derdest edişler yara yerini artık karşı konulmaz bir biçimde kötürümün ta kendisinde dönüştürmektedir. Bağlantıların arasındaki o boşlukların daha derin ve daha büyük darbeler ile şekillendirildiği bir ülkedir burası.

 

Her darbenin arkası bitmeyecek yeni sorunların buyur edilmesidir. Yine yeni yeniden kurguya dâhil edilen halk eyleyemedi, başat! seçkinlerin dimağları dönüştürsün varsa bu noksanları gidersin kolaylamasından analizlerin sonu zulümle kesiştirildi bu yerde. Bu ülkedeki dünün dünde kalmamasının müsebbibi yaşadığımız son otuz dört senenin belki de bunca ivedilikle ümidi yerle yeksan edilebilmesinin teminatını oluşturan bir günceden değiniler bu metnin bir bağlantısını oluşturacaktır. Önümüz ve ardımız günümüz ve geleceğimiz de bu manzaradan türetilenlere göre şekillendirilen hamlelerle dönüştürülüyor nitekim. Otuz dört yıl kısa bir zaman dilimi gibi görünüyor kimilerinin usunda, tarih saymalar eksiltmeler ve çoğaltmaların birbirini takip ettiği bir yerde kısa bir aralık diye biliniyor. Tarihi aralıkların değil, bilakis bir dönemin değil hemen her günün içinde bir biçimde gölgesini tamı tamına yaşaya durduğumuz bir eksiltmenin ta kendisidir o süre. On İki Eylül, Bin Dokuz Yüz Seksen.

 

Sıfırlamaların atası olan bir tarih, bugün çok iyi bilinen linçlerin, derdest etmelerin ve artık üzerinde ortak bir kanaatin oluşturulacağı kesin olan, zulmün güncelliğinin atası olan bir tarihtir. Düzayak belirtilmesi gereken şeylerden birincisi demokrasi mefhumunun nasıl da bile isteye çekiştirilip asla, hiçbir türlü sorgulanamaz kılındığı bir zamanın ta kendisi ve başlangıcı olduğudur. Otuz dört yıl boyunca süre giden ve günümüzde devam ettirilen bir simyanın aslen neye yol verdiğini göstermektedir. Hayır, bu kronolojik bir On İki Eylül yazılaması değildir ki anlatmakla tükenebilecek bir mefhum değildir o tarihten alıntılanması gerekenler. Anlatılması için yılların gerektiği bir utanç vesikasıdır. Hiçbir türlü konuşulamayan hiçbir türlü o bahisten yola çıkılamayan bir yerde eksikliğimizin tescil edildiği bir tarihtir. Başlı başına işkencelerden mürekkep bir ülkenin imal edilmesinin, içerisi gibi dışarısının da mahpushaneye çevrilmesinin önü açılan bir tarihtir On İki Eylül.

 

Güz sancısının etkisinden kurtulmayan bir yerde daha fena en kötüsü için çabalanmanın başladığı bir dönemdir. Otuz dört yılın belagatinin, sistem olarak yutturulmaya devam edilen zokalara sahip çıkılan bir ülkenin tastamam bina edilmesinin belki de en başat mesulüdür. General Evren’in öncüllüğündeki darbenin eksiği daha derine taşımak için hiçbir şeyden kaçınılmayan bir süreklilik olduğu muhakkaktır. Yaraların birbiri peşi sıra geldiği bir yerde daha beterlerinin yolu ümidi de yok etmek adına çıkartılan, eylenen, enikonu işlevselleştirilen dönüşümlerle beraber sağlanır. Yazmak yasaktır, söz etmek yasak, düşünmek yasaktır fikri bir şeylere dönüştürmek en azından belirtmek, adını anmak yasaktır. Söz konusu bile edilemeyecek şeylerdendir sorgulamak, ümidin mahvına bunca sebep olunmuşken bugün bile bazı şeylerin yüzleşme bahsinde gözden koşar adım kaçırıldığı bir meselenin ta kendisidir On İki Eylül.

 

Korkunun kalıcılaştırılması çabasında devletin eli hep kuvvetlidir ancak bu denk getirmeye çalıştığımız şeyin tam karşılığını oluşturabilecek zapt etmelerin öncüllüğünde olanı bizatihi gösteren ilktir On İki Eylül. “Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir anayasa düzeni” bahsinin ardından çıka gelenler tümünü ispatlayan bir sürekliliğin temel dayanağıdır. Erdal Eren’dir On İki Eylül’ün hatırlattığı korku ikliminin neye dönüştüğünün nereden hareketle kotarıldığının kanıtlarındandır. On yedi yaşın bu ülkeye bir tehdit teşkil edebileceğinin bildirildiği, idamın ivedilikle yapıldığı bir zulümdür işte adlı adına. Çocuklarına kıymaya doymayan bir ülkenin eylediği hemen her fenalığı eksik gedik olmadan tekrar eden bir aklın, normalleştirildiği ilk deneyimlerdendir. Denek edilenler insanlıktır, sıradan olanın ta kendisidir.

 

Hakkında konuşulmayanlar için kırmızçizgilerin icat olunduğu bir yerde Erdal Eren’in ardı bir dolu kırımdır yine, yıllar yılı her şeyin o “büyüktür” bahsine sıkıştırıldığı bir yer böyle böyle temellendirilir. O temeller üzerinden yükselen ülkeyi sadece satır başlarıyla okuduğumuzda, On İki Eylül’den bugüne hemen her gün o milli birlik, bütünlük fasılalarının arasında cılız bir halkın egemenliği söylemi sürülüp durulurken aslolan erkânın bekasıdır. Erkânın elinden kuşatılmış bir toplumun sürdürülebilirliğidir. Umudun asla adının anılmayacağı bir karanlık günce böyle böyle oluşturulmuştur. Neredeyse her bahse her an karışılan bir ülkede sıradanın, halkın sözünün işlevsizleştirilmesi böylelikle sağlama alınır. Devir yüzleşme dönemi olarak zikredilirken bugün istikrarla sürdürülenin o eksik konulanları yeniden dönüştürerek darbenin bıraktıklarıyla bir kötürüm sistemin devamlılığını sağlama alıp yeniden kökleşmesini sağlamaktır.

 

Yaşadığımız yeri bu sadece birkaç küçük değini içerisinde anlatılanlardan öteye sorgulayabilmek, dünde ne olduğunu bilip, bugün nereye doğru hamleler yapıldığını akla düşürmektedir ve hatırlatmaktadır. Görünen bir imgeden çok daha fazlası hep bir biçimde ötelenen kıyametin ta kendisidir. 1982 Anayasası’ndan türetilen her hamleden bu ülkenin nasıl bir ümitsizlik girdabının derinine çekildiği gösterimdedir. Görünen bir imgeden çok daha fazlası hep bir şekilde anlaşılmazdan gelinenlerdir. Her şey meydandadır uluorta bir âmâdan birçok fakattan azade gerçeklik yalın, çıplak karışımızdadır. Otuz dört yıl önce ülkeye edilebilecek en büyük felaketin tezahürü, arkasından çıka gelen söylemleri, kuramları devletin nasıl bir algı içerisinde dönüştürüldüğünü de göstere gelmektedir. Dün hiçte dünde kalmamış, hemen her gün yeniden şekillendirilip, o zaman zapt edilen akıl fikrin yeni sürümleri için inat ve ısrarla güncellenmektedir.

 

Devlet denilen mekanizma halka karşı olmayı amaç edine gelen bir mekanizma olarak sürekliliğini sağlamaktadır haddizatında. Dün Evren’den bırakılan saha için Özal’ından, Çiller’ine, Erbakan’ından, Erdoğan’ına ve Davutoğlu’na birbirini takip eden bir süreklilik içerisinde sağ bağnazlık, muhafazakârlık titri altında güncellenmiştir. Her şeyin doğrusuna varmak için ortak ve müşterek olarak bildirilenler daha büyük ayrıştırmalar adına birer vesile haline dönüştürülmüştür bu ülkede. Dün yasak olan bugün de yasaktır, bir büyük ihtimal dâhilinde yarın da aynen bu şekilde tecrübe ettirilecektir. Dün Kürd’ün adı sanı yoktu bugün görmek istemeyenler haricinde yine bilen, duyan yoktur. Dün Ermeni demek terörizmi çağrıştıran bir meseleydi kimilerinin usunda bugün de devletin safında olmayan herkese tamı tamına uygun görülen bir yafta.

 

Dün korkular vardı, isimlerden bugün de korkular var x’den q ve w’dan. Dün kitaplar yakılıyordu, sessizliğe daha fazla gömülebilmek için bugün kitaplarda anlatılanların önemli bir kısmı geçersizleştirilmeye çalışılıyor halen. Dün yergi vardı bugün o bahsi çoktan aşan bir nefret iklimi var. Dün engellenen düşünsellik bugün toptan interneti bu sanal, yarı özgür alanın bile daha büyük gözetleme çabasında hiçleştiriliyor. Dün yasak olanı bugün daha büyük zırhlarla kuşatarak, erişilmez eyleyerek, dokunulmaz kılarak, bahsini bile ettirmeyerek kalıcılaştırılmaya çalışılan bir yeni ülke var. Form var, daha önce bilinen bir akış bir tabii yaşanmış zulümler var, engel tanımayan devlet aklının kırk katırı kırk satırı çoktandır kafalara düşen bombalar haline dönüşüyor. Form var, daha önce bilinen bir karşılaşma bugün o bilinenleri alt üst eden bir bakışımda affedersizlerle anılan bir yurttaşlık bahsi var.

 

Fıtratları hep şerden yana kullanan bir dimağ var. Boyuna geçirilmiş olan sicimin acısını ömür billâh az değil basbayağı çekecek insanlar var, halen kayıplarına dair en ufak bir teşebbüsün olmadığını idrak ettiğimiz bir ülke var. Kirkor’un Azad’dan, Moşe’nin İbrahim’den, Ayşe’nin Kemal’den Ali’nin Ali’den uzak kaldığı, hep buna çabalanılan bir ülke var. Gerçekte olan bitenin umudun yıkımı olduğunu göstere gelen bir ülke var. Basit ve temel hakların bile üzerinde perdelemeler ya da gelişi güzel düzenlemelerin milli birlik ve beraberlik diskuru ile şekillendirildiği halen bu bahsin etrafında sözlerin, kararnamelerin imzaya açıldığı bir yer var. Bilinçli bir halde söz yerle bir edilirken “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz” denilmiş olan bir aradan bugün hiç kimsenin gülemediği bir ülkeye varılmış olması var.

 

Meseleler peyderpey daha çok açmazlarla şekillendirilirken, kanıksatma yolu tercih edilirken fıtrattan dolayı uygunluğu için tesciller gerçekleştirilirken, güzel ölümler meydana geldiği zikredilirken istatistik olmaktan da bir adım öteye varmayan kayıpların ülkesi var. İşçi cinayetlerinin bir gün konuşulduğu onların bahsinin kısadan kestirilmeye çalışıldığı yaralardan mürekkep bir halimiz var. Her şey açıktan ve her şey eskisinden de çabuk bir biçimde kötülüğün insafına terk edilmeye devam ediliyor E bu dün dünde kalmıştı diye bahsedilenler, hayatta bir biçimde sözün önünde günün içinde tam anlamıyla yeniden dönüştürülmektedir. Her günümüzün korkuyla sarmalanmasının, yıllar yılı devam olunan hamlelerin milletin iradesi diye söylenip durulanların bir iradeden çok patronun emir erliğine uygun, olur verenlerden mülhem olanların avazları, temennileri olduğu bir kere daha ortaya çıkıyor.

 

Bugün yeniden şekillendirilirken, her yerde saflaşmaların bir adım ötesini yeni kırılmalar oluşturmak adına elden gelenin yarına bırakılmadığı bir yere dönüşürken yeni Türkiye her şey ezberlere rehin olarak yol almaya devam etmektedir. Kürd’ün Türk’e derdini anlatması, Ermeni’nin Alevi’ye hasbıhali değildir mesele. Hepsinin bir uzamda sözü birlikte eyleyebilmesinin önüne kalıcı engeller konulmasıdır mesele, meselemiz. Sancılarla büyüdük bu ülkede. Korkular beğendirildik. Sustuk sessizleştirildik, derdest edilip, hizaya çekildik, her defasında bu son denilirken bir de baktık arkası kesilmeyen bir tahakküme rehin edildik. Sözü hiçbir makama derdi ve şikâyeti kimseye bildiremedik. Hayati olana varmak için daha kaç On İki Eylül anması geçecektir.

 

Hayata kast eden sistemin, bugünlerde yeniden tanımlandırılması olanca hızlılığıyla güncellenirken yeter artık demek için, bunu fark etmek için daha kaç On İki Eylül anması geçecektir. Adaletsizliğin normalleştirildiği, hırlıdan hırsızdan beyefendi, kanaat önderi yaratan karanlığın gününde bir umudun bırakılmadığını fark etmek adına, daha kaç On İki Eylül anması geçecektir. Büyük sözlerin devri tükeniyor. Kutsiyet atfedilen devlet şablonu yerine insana önem vermek duyumsamak sorunları iş işten geçmeden konuşmak için daha kaç On İki Eylül anması geçecektir. Bahsedilenler müştereklerimizdir birbirimizi duyacak mıyız? Bahsedilenler ezberden okunan masallardan kurtulmanın gerekliliğini işaret etmektedir cidden önemser miyiz?

 

Misak TUNÇBOYACI İstan’2014