30 Mayıs 2014 Cuma
Kanıt Üçgeni
29 Mayıs 2014 Perşembe
Karınca ve su damlası / Ruhi Uzunhasanoglu
Bir gün ormanda yangın çıkmış. Her taraf cehenneme dönmüş. Tüm orman halkı yangından kaçmaya başlamış.Herkes canını kurtarma derdindeyken bir karınca sırtında bir su damlası ile yangına doğru ilerliyormuş. Bunu görenler hemen ikaz etmişler ; “Görmüyor musun, her yer yanıyor. Sen de yanacaksın, kaç canını kurtar. Sırtında o su damlasıyla koca yangını söndüremezsin. Sen ne yaptığını zannediyorsun? Karınca da su damlasının altından kafasını çevirmiş ve şöyle demiş; “Ben üzerime düşen görevi yapıyorum!” … Bundan bir kaç yıl önceydi. Ali Sami Yen stadı yıkılmıştı. Şişli çevre gönüllüleri ve Çarşı ortaklaşa etkinlik kararı almış ve çağrı yapmıştı; “Ali Sami Yen Park olsun” Çarşı bu çağrıyı kendi sitesinde yayınlamıştı. Forum sayfasında etkinliğe ilişkin düşünceler paylaşıyordu. “Ben geliyorum”
“Ben gelemiyorum ama kalbim sizinle”
“Nefes alacak yer bırakın ulan”
“Deprem olsa Şişlide kaçacak yerimiz yok,haberiniz var mı “
Bir çok Beşiktaşlı bu etkinliğe destek veriyordu.
Ancak biri kızmıştı “Kardeşim Şişli en kıymetli bölge,tabiki plaza veya iş merkezi yapılacak,boş işlerle uğraşmayın”
Bu cümlenin altında başka biri şunu yazmıştı “Sen Londra’yı gördün mü “
…
Biz o etkinliğe gittik.
Sayımız azdı.
Çoşkumuz çok.
Bağırdık,çağırdık.
Sesimizi duyan olmadı.Gazeteler hiç yazmadı.
Olsun.
Mesele sadece park değildi.En azından onu biliyorduk.
Benim aklımda “Londrayı gördün mü ” cümlesi asılı kaldı.
…
Niyet ettim ))) Londraya gitmeye.
Resimlerden,flimlerden az çok biliyorduk ama gözlerimle görmeliydim.
…
Londra’da sayısız park var.Bir çoğu Taksim kadar.
Hyde park en bilineni.
Hyde park nerede ? Paranın mabedi olan Londranın göbeğinde.
İnsanlar on yıllarca direnmişler,dayanmışlar,karşı çıkmışlar ve bir çevre bilinci oluşturmuşlar.
Şimdi biri çıksın desin ki ; Hyde Park’a AVM yapacağız. O dakika pişman olur bunu diyen herkimse.
İnanın bizde olsa sağından,solundan 12 yılda çoktan betona boğmuştuk orayı.
Ve biz oraya ne zaman gitsek, her defasında yas tutarız canım İstanbula.
…
Gezi’nin üzerinden koca bi yıl geçti.
Mesele karınca ve su damlası olmaktır bazen.
Aklını inşaat’la bozmuşlara inat GEZİ dimdik ayakta.
…
Direnen ve düşen yiğit kardeşlerimizin anılarına saygıyla…
22 Mayıs 2014 Perşembe
KÖMÜR MADEN ÜRETİMİNİN TARİHSEL ARKA PLANI VE SOMA KATİLAMI /Dr.Mustafa Peköz
Soma Kömür İşletmelerinden gerçekleşen katliamda 300’ün üzerinde maden işçisinin yaşamını yetirmesinin yankıları bütün dünyada devam ediyor. Sadece katliamın meydana gelmesi değil aynı zamanda, AKP iktidarının, ülke genelinde oluşan tepkilere nedeniyle yapılan protestolara saldırması, Erdoğan’ın yaşamını yetiren bir maden işçisinin yakınını tokatlayarak ‘başbakana istifa dersen tokat’ı yersin’ demesi ve Başbakan müşaviri Yusuf Yener’in bir göstericiyi tekmelemesi, Soma Kömür İşletmelerindeki katliamının uluslar arası alanda çok daha fazla gündemleşmesini sağladı denebilir. Bir bakıma katliam ile iktidarın politik yönelimi arasında bir bağlantı kurulmuş oldu.Erdoğan’ın, özellikle 152 yıl önce İngiltere’den ve 108 yıl önce Fransa’dan gerçekleşen Kömür işletmelerindeki kazaları örnekleyerek, bu işin ‘fıtratında ölüm vardır’ bakış açısıyla Soma katliamını sıradanlaştırmak istedi. Aynı şekilde işletmenin sahibinin de Erdoğan’ı protokolde karşılamış olması, dikkatleri özellikle AKP ile Soma Holding arasındaki ilişkilere yönlendirdi. Bu bakımdan; Soma Kömür İşletmelerindeki katliamın ekonomik ve politik ağların çok daha derin ve karmaşıktır.Kömür, sanayi kapitalizmin doğuşuyla en stratejik madenlerden biri haline geldi. Sanayi üretiminde elektrik kullanımının çok kapsamlı bir şekilde artması dünya genelinde kömür madenine olan talebi de arttırdı. Kapitalist üretim alanlarının hızla artmasına bağlı olarak enerji üretiminin ana eksenini kömür işletmeleri oluşturdu. Bu aynı zamanda başlı başına yeni bir söktürün doğuşu oldu. Sadece enerji üretimi değil aynı zamanda doğrudan sanayiye bağlı madenciliğin en geniş kesimini oluşturan işçiler, sınıfının önemli bir halkası haline geldi. Maden işçileri ve özellikle kömür işçileri kapitalist sistemin en çok değer üreten, en çok sömürülen kesimleri olarak ön plana çıktı. Öyle ki, her yıl binlerce işçinin yaşamını yitirdiği kömür-sanayi sektörü, uluslar arası şirketlerin rekabetinin yoğunlaştığı alanlardan biri haline geldi.Kömür madeni, 160 yıldan fazladır, enerji üretimindeki belirleyiciliğini halen korumaya devam ediyor. Önümüzdeki 20 yıl içerisinde bu durumun korumaya devam edecek gibi görünüyor.Kablo-1:Dünya’da Enerji Tüketimi -Milyon Ton Petrol Eşdeğeri ve % OranPetrol4.028% 34Kömür3.556% 30Doğalgaz2.858% 24Hidrolik776% 7Nükleer626% 5Kaynak: Par Menaddette Lerenne-Choumaker, Geographie de ‘enerjie Acteurs, lieux et enjeux, Edition Belin, 2011.
1960’lı yıllara kadar Kömür madeninin enerji üretimindeki payı yaklaşık olarak % 65 civarındayken, petrol ve son 20 yıldır doğal gazın kullanılmaya başlanmasıyla % 30’lara gerilemiş durumda. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerin teknolojilik alandaki gelişmelere paralel olarak enerji üretiminde ‘yeni’ ve daha ucuz alternatiflere yönelmeye başladılar. Ayrıca bu ülkelerde ekolojik-toplumsal bilinç eksenli artan sosyal hareketler; kömür, petrol ve hatta nükleer gibi hem topluma hem doğaya karşı zararlı hale getirilen maddelerin enerji üretiminde kullanılmasını giderek sınırlandırdı.Ayrıca 2011 yılı verilerine göre Türkiye’de üretilen toplam 228,4 milyar kWh elektrik enerjisinin, % 28,1’i kömürden (% 17’si linyit ve % 11,1’ide taşkömürü (ithal kömür dahil)), elde edilmiş. Türkiye’nin enerji üretiminde kömür üretimi stratejik önemini koruyacaktır.Gelişmiş küresel kapitalist ülkeler, kömür madeninin enerji üretiminde kullanılmasını önemli oranda durdururken, gelişmekte olan ülkelerde bu oran çok daha fazla artmak ve enerji üretiminin önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Uluslararası Enerji Ajansı, 2009 yılı verilerine göre bugün dünya genelinde 723 milyar tonu taşkömürü ve 277,5 milyar tonu da linyit olmak üzere yaklaşık 1 trilyon ton’dan fazla olduğunu belirtmiştir. ABD’de toplam 266,5 milyar ton kömür rezervi bulunuyor. Çin’de toplam 191,6 milyar ton rezerv, Rusya’da 160,0 milyar rezerv ve Hindistan’da toplam 76,9 milyar rezerv bulunmaktadır. Yani dünya toplam kömür rezervinin yaklaşık olarak 695 milyar tonu yani % 69,5’i bu dört devletin elinde bulunuyor.Tablo-2: 2011 Yılı Verilerine Göre On Üç Ülkenin Kömür ÜretimiÜlkeTonYüzde OranÇin3,62143,5ABD922,014,0Hindistan6298,0Avusturalya4325,9Endonezya4103,6Rusya3514,3Güney Afrika2613,6Almanya1962,6Polonya1441,9Tayvan1311,6Kazakistan1221,5Türkiye93,21,4Ukrayna83,71,3Kaynak: BP, Stastical Revieuw of Energy, 2012
Burada iki temel olgu ön plana çıkıyor. Birincisi gelişmiş küresel kapitalist ülkelerin kömüre dayalı enerji üretimini minimum düzeye indirirken, tersine küresel sistemin gelişmekte olan ülkelerinde kömür üretimi ve tüketimi çok daha hızla artmaktadır. Çin’in 2008 yılındaki kömür üretimi 2,5 milyar ton, 2011 yılında ise 3,6 milyar tona çıkmış bulunuyor. Dünya kömür üretiminde büyük bir farklı önde olan Çin, enerji üretiminde kömür en büyük payı oluşturuyor. Aynı şekilde Hindistan ve Endonezya gibi gelişmekte olan ülkelerde kömür üretiminde çok ciddi bir artış yaşanıyor. Bu durum, Pekin ve Yeni Delih gibi milyonları barındıran mega kentlerde karbondioksit gibi zehirli gazların artmasına ve çok daha büyük sosyal sorunların oluşmasına yol açmaktadır. Kürsel sermayenin ucuz iş gücünün çok yoğun olduğu Çin ve Hindistan’a akması, üretimin bu bölgelerde yoğunlaşması nedeniyle kömür gibi madenlerin kullanımını da en üst boyuta çıkartmaktadır.
Ayrıca günlük ev yaşamında, doğal havayı kirleten CO2 oranın çok yüksek olduğu kömürün bir ısıtma aracı olarak kullanılması, büyük şehirlerde karbondioksit oranının normal değerlerin üstüne çıkarak yarattığı hava kirliliği çok büyük riskler taşıdığı verilerle ortaya çıktı. Hemen her ülkede sorun olan bu durum özellikle gelişmekte olan ülkelerde hem doğayı hem de insan sağlığını çok açık olarak tehdit ediyor.
ABD kömür üretiminde ikinci sırada olmasına rağmen, enerji üretimindeki payı giderek düşüyor. Almanya ve Fransa gibi AB ülkeleri kömür üretimini önemli oranda durdurmuş durumdalar. Mevcut kömür yataklarındaki kar onarlarının önemli oradan düşmesi ve verimli olmaktan çıkması nedeniyle alternatif enerji kaynaklarına yönelmeleridir. Bu nedenle Almanya 2016’da Fransa ise 2018’de kömür üretimini bütünüyle durdurma kararı aldı. Bugün Avrupa bakımından önemli bir güvenlik tehdit oluşturan nükleer enerji üretiminin de kaldırılmasına yönelik yürütülen kampanyaların etkili olmaya başladığını söylemek mümkün.
Dünya genelinde Kömür üretiminde çalışan maden işçisi 20 milyon olup bunun yaklaşık olarak 5 milyonu Çin’in maden sektöründe çalışmaktadır. Her yıl ortalama olarak meydana gelen kaza sayısı 24.500’dür. Yıllara göre ölümlerde belirli bir düşüş meydana gelmiş olsa ra, kazalarda ölenlerin tespitini yapmak son derece zordur. Özellikle Çin, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerde kaza oranları diğer gelişmiş kapitalist ülkelere kıyasla çok daha fazladır.
Tablo-3: Yıllara Göre Farklı Ülkelerde Kömür Madenlerinde İşçi Ölümleri
ÜlkeYılÖlümlerFransa10 Mart 19061009Fransa26 Nisan 1941549Belçika4 Mart1887120Belçika8 Ağustos 1956262İngiltere12 Aralık 1866388İngiltere1978189İngiltere1910444İngiltere189341Galler/İngiltere14 Ekim 1913439İskoçya1877207İskoçya1950129ABD1869108ABD1880-19101000’den fazlaABD200672ABD201029Kanada1914189Kanada199229Avustralya23 Mart 1887150Avustralya31Temmuz 190296Avustralya19 September 192175Avustralya25 Nisan2006.17Japonya1899522Japonya15 Aralık 1914697Güney Afrika1 Ocak 1960437Hindistan28 Mayıs 1965375Rodezya6 Haziran 1972426Hindistan27 Aralık 1975372Hollanda13 Temmuz 192813Hollanda24 Mart 194713Hollanda3 Mart 19587Yeni Zellanda189665Yeni Zellanda19 Kasım 201029Ekvador1993300ŞiliHaziran 1945355ZimbavyaHaziran 1972246Rusya2007106Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Mining_accident
1850’lerden 1970’lere kadar geçen süreçte Maden ocaklarında özellikle kömür maden işletmelerinden meydana gelen kazalardan binlerce işçi yaralandı ve yaşamını yetirdi. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletlerinde kömür işletmelerinden çalışan işçilerin çok önemli bir kısmı, bir dönem Afrika’dan köle olarak getirtilen siyahlardı. Marks’ın kapitalde İngiltere’deki kömür madenlerinde çalışan işçilerin durumuna yönelik yapmış olduğu değerlendirmeler, bugün özellikle Çin, Hindistan, Endonezya, Türkmenistan ve Türkiye gibi ülkelerde çok daha belirgin olarak yaşanmaktadır. Ayrıca ikinci dünya savaşından sonra özellikle Almanya, İtalya gibi ülkelere gelen Türkiyeli göçmen işçilerin çok önemli bir kesimi kömür madenlerinden çalıştırıldılar.
Kömür-sanayi üretimi gibi merkezlerin özellikle devletlerin stratejik alanları olması nedeniyle bu iş kollarında meydana gelen kazaların ve bu kazalardaki ölümlerin önemli bir kısmı kamuoyundan gizleniyor. Çin’de 2000 yılında Çin’de meydana gelen maden kazası 2.853 ve ölen maden işçisi 5.789 olarak belirlenmiş, 2009 yılında kaza sayısı 1.616’ya, ölümler ise 2,631’e gerilemiş. 2013 yılında ise maden kazalarında ölen işçi sayısı 1,049 olarak gerçekleşmiş. Bu oran halen oldukça yüksek olmakla birlikte, Çin’de maden üretimin yüksek teknolojinin kullanılmaya başlanmasıyla ölüm oranları hızla düşmeye başladı. Buna rağmen işçilerin iş güvenliği bakımından dünyanın en sorunlu ülkelerinden biri Çin’dir.
Tablo-4: Türkiye Kömür Havzalarına Göre Meydana Gelen Ölümler
BölgeTarihÖlümArmutçuk7 Mart 198103Kozlu10 Nisan 198310Kozlu-Zonguldak31 Ocak 19878Bartın-Amasra31 Ocak 199057 Şubat 1990Yeni Çeltik-Amasya683 Mart 1992Kozlu-Zonguldak26326 Mart 1995Yozgat-Sorgun37Ermenek-Karaman22 Kasım 200310Küre- Kastamonu
8 Eylül 200419Dursunbey- Balıkesir2 Haziran 200617Mustafakemalpaşa-Bursa2 Haziran 200619Zonguldak17 Mayıs 201030Kozlu-Zonguldak8 Ocak 20138Soma-
302
Türkiye, Kömür maden işletmelerindeki meydana gelen kaza ve ölüm oranları bakımından dünyanın en önde gelen ülkesidir. Öyle ki bu oran Çin’in çok ilerisidedir. Örneğin dünyanın kömür madeni işleten iki önemli ülkesi ABD ve Çin’de ise ölüm oranları Türkiye’ye göre oldukça düşüktür. Çin’de milyon ton başına ölüm oranı 2000 yılında yüzde 4,8’iken; 2008 yılında % 1,27’ye, 2013 yılında ise 1,2’ye düşmüş bulunuyor. ABD’de ise aynı yıllara oranla 2000 yılında % 0,03’e ve 2008’de ise % 0,02’ye gerilemiş durumda.TMMOB’nin 2010 yılındaki madenlerdeki iş kazalarına ilişkin raporuna göre işletmelerde üretilen milyon ton taş kömürü başına düşen ölüm sayısı 2000 yılında TTK’da % 3,98 iken, özel sektörde % 59,25’ti. 2008 yılında ise oran TTK’da % 4, 41’e ve özel sektörde ise bu oran % 11,50 olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Türkiye’nin kömür madenlerinden meydana gelen kazaların ve ölüm oranları bakımından dünyadaki maden işçilerinin % 25’ini oluşturan Çin’in çok ilerisinde olması, devletin özellikle maden işçilerine yönelik izlemiş olduğu politikaların bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.TEPAV Uzmanlarında Selin Arslanhan ve Hüseyin Ekrem Cünedioğlu tarafından hazırlanan “Madenlerde Yaşanan İş Kazaları ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme” isimli raporda ‘kömür sektöründe 1991-2008 döneminde iş kazaları ve meslek hastalığı nedeniyle toplam 2 bin 554 kişi hayatını kaybettiği, sürekli iş göremez hale gelenlerin sayısının ise 13087 olduğu’ belirtiliyor. Soma Madenci katliamı ile gündeme gelen, sorunların tahmin edilenden çok daha büyük ve kapsamlı olduğu verilerle ortaya çıkmış durumda.Kömür Madeni İşletmelerinde kazaların sıklıkla gelmesi ve bazen yüzlerce işçinin yaşamına neden olması Başbakan Erdoğan’ın söylediği gibi bir kaçınılmaz son değildir. Bu tamamen kapitalist tekellerin yüksek kar hırsına dayanan politikaların bir sonucudur. Toplumsal duyarlılığın arttığı, işçilerin kendi ekonomik, sosyal ve politik sorunlarına sahip çıkma düzeyinin yüksel olduğu ülkelerde, özellikle maden sektöründeki kazalara yönelik önlemler alınmaktadır. .
Soma’da Yaşanan Madenci Katliamıdır.
Soma Holding tarafından üretilen kömür işletmelerinden meydana gelen katliam esasen küresel sermayenin dayattığı özelleştirme politikalarının bir sonucu ve yansımasıdır. Soma’da olan sıradan bir iş kazası olmayıp, gerçekleşme olasılığının oldukça yüksek olduğu ve önceden tahmin edilen bir katliamdır. Şirketin karını maksimal yapmak için iş güvenliğine dair hiçbir önlemin alınmadığı daha ilk gününden itibaren ortaya çıktı. Soma maden işçilerinin net aylığı yaklaşık olarak 900 TL civarında olduğu bizzat işçi aileleri tarafından açıklandı. Bir bakıma 300 Euro’ya denk gelen aylık ücretiyle, Türkiye’deki madencilerin ekonomik koşullarının Çin, Hindistan, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerin seviyesinde olduğu ortaya çıktı. Şirket sahiplerinin övünerek kamuoyuna yapmış oldukları açıklamada ton başına maliyeti 120 dolardan 23 dolara indirdiklerini açıklarken, aslında bunun işçilerin emek güçlerinin nasıl çalındığını, hangi düzeyde sömürüldüklerini anlatıyorlardı. Aynı şekilde teknoloji transferi yapmadıkları ve halen verimliliği düşük ve riskli olan makinelerle üretim yaptıkları, özellikle bin metre yerin dibinde olası bir kaza karşısında işçilerin can güvenliğinin söz konusu olduğu alanlarda hiçbir önlem almadıkları kanıtlanmış durumda.
Soma Madenci katliamı, birincisi, iktidar ile sermaye ilişkisinin çok yönlü sorgulanması bakımından pratik bir fırsat sundu denebilir. Özellikle şirket sahiplerine en büyük desteği veren AKP’nin arka plan kirli ilişkilerin bir sorgulanmasına olanak yarattı.İkincisi, işçi sendikaları denen örgütlerin sermaye ve iktidarın birer yan kurumları olarak çalıştıklarını ortaya çıkardı. Özellikle İslamcı iktidarın bir politik bürosu gibi çalışan ve üretim faaliyetinin olduğu hemen her yerde örgütlenen ‘İslamcı Sendikal Örgütlerin’ işçilerin çıkarlarını hiç şekilde savunmadıkları Soma örneğinde bir kez daha görüldü.Üçüncüsü, devlet-sermaye ittifakıyla işçilere yönelik çok kapsamlı saldırıların örgütlendirildiğini gösterdi. Devletin bütün silahlı ve bürokratik gücüyle, Soma katliamının gerçek nedenlerini gizlemek için işçileri ve ailelerini çok yönlü tehdit ettiği ortaya çıktı.Dördüncüsü, işçilerin yaşamlarının sermaye bakımından hiçbir değerinin olmadığı ve olmayacağı, onlar esas amacının daha fazla kar elde etmek olduğu, Soma işçilerine yönelik uygulanan toplu katliamla bir bakıma belgelendi.Beşincisi, maden işçilerinin aylık yaklaşık olarak 300 euro ile çalıştırılarak iliklerine kadar sömürüldüğünü gösterdi. Böylelikle, ‘işçiler için canımız feda’ gibi yalanların pratik bir değerinin olmadığı anlaşıldı.Altıncısı AKP’nin büyük bir kararlılıkla uyguladığı taşeronlaştırma politikasının işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve politik haklarına veya çıkarlarına nasıl bir saldırı olduğu bir kez daha gözler önüne serdi.Yedincisi Erdoğan’ın Soma katliamını savunmak için 1862 yılında, İngiltere’deki meydana gelen bir maden kazasını örnek vermiş olması, aynı zamanda madencilerin soysal ve iş güvenceleri bakımından, halen İngiltere’nin 152 yıl gerisinde olduğunu kabullenmiş oldu.
Bütün bunlara paralel olarak, Erdoğan’ın ve AKP’nin Soma Holdinge yönelik bu düzeyde korumacı bir politika izlemiş olmasının hiç şüphesiz ki başka nedenleri de var. Biri bir devlet politikası olarak kapitalist sermayeye verilen kayıtsız şartsız destektir. Bu bakımdan sermaye hangi sıfatla tanımlanırsa tanımlansın, toplumsal üretimi gerçekleştiren işçiler karşısında alacakları tutum aynıdır. Devlet, toplumsal ilişkilerde işçi sınıfının değil sermayenin stratejik çıkarları için vardır. Diğeri ise AKP ile Soma Holding arasındaki ilişkilerdir. Soma Holding, Yerel seçimlerde AKP’nin bir kuruluşu gibi çalışmakla kalmadı, çok aktif destek verdi.
Katliamda AKP iktidar gücü olarak doğrudan sorumludur. CHP-MHP-BDP’nin ortaklaşa Soma Kömür İşletmelerindeki olası kazaları önlemeye yönelik verdikleri önergenin AKP tarafından reddedilmesi Soma Holding ile olan ilişkilerin bir sonucudur. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın büyük bir gururla gidip gezdiği ve Türkiye’nin en güvenilir ve modern kömür üretimi yapan şirket olarak tanıttığı Soma Holding, 300’dan fazla işçinin katili oldu. Erdoğan’ın madencilikte işçilerin ölümünü kaçınılmaz bir son olarak görüp savunması, katliamı doğal ve sıradanlaştırması da bilinçli bir yönlendirmedir. Kirli işler ve ilişkiler üzerinde bir imparatorluk kurdukları anlaşılan Soma Holdingin AKP iktidarı ile olan ilişkilerinin boyutu çok daha derin ve karmaşıktır. Özellikle İnşaat alanına yönelik ve İstanbul’un çok önemli ve maddi değeri yüksek olan yerlerde plazalar, büyük iş ve alışveriş merkezleri, gökdelenler kurması bir tesadüf olmadığı ve AKP’den büyük bir destek aldığı biliniyor.
Akla birkaç soru geliyor, AKP yöneticilerle Soma Holding arasında nasıl bir çıkar ilişkisi bulunuyor? Soma Holding Yönetiminde AKP’li olan kimler var? Bilal Erdoğan’ın başında bulunduğu vâkıfa, Soma Holding her hangi bir yardımda bulundu mu? 300’ün üzerinde işçinin ölümünden sorumlu şirket sahibinin protokole girerek Erdoğan’ı karşılamış olması, nasıl bir politik mesaj içeriyor? Önümüzdeki dönemde Soma katliamı gerçekten ciddi bir araştırmaya tabi tutulacaksa bu tür soruların yanıtını bulmak oldukça önemlidir.
AKP’nin Soma katliamını yönelik protestoları çok sert bir şekilde bastırmaya yönelmesi ve özellikle Soma’da fiilen sıkıyönetim uygulaması, bir bakıma karantinaya almış olması, AKP iktidarının çok yönlü korkularının yansımasıdır. Öncelikli olarak AKP’nin prestijinde belirgin bir sarsıntı meydana geldi. Erdoğan ilk kez Başbakan istifa sloganları içinde yürüdü, oluşan tepki nedeniyle bir markete sığında. Erdoğan politik bir darbe yedi ve bu onu kontrolden çıkartarak doğrudan fiziki saldırıya geçmesine neden oldu. Bunu psikolojik bir yıkım olarak tanımlayabiliriz.Soma’ya giriş çıkışların durdurulması, Soma halkının gerçekleri açıklanmasının engellenmesine yönelik bir taktiktir. Özellikle işçilerin basına konuşmaya başlayıp gerçek durumu açıklamaları AKP’yi oldukça zorda bırakacağı biliniyor. Örneğin Soma holding patronları ve yönetimi tarafından işçileri tehdit edilerek AKP’ye oy vermelerinin sağlandığı bizzat işçi aileleri tarafından ifade edildi.
Soma’nın kontrol altına alınması aynı zamanda, eylemlerine ülke geneline yayılmasını engellemeye yönelik bir plandır. Çünkü Somalılar yani yaşamını yetiren işçi ailelerinin sesinin yükseltmesi, toplumsal tepkiyi ateşler. Türkiye’nin iç toplumsal dinamiklerinin çok kırılgan olduğu bir dönemde, Soma katliamı sistemi bütünüyle sarsan bir toplumsal harekete gerekçe olabilecek koşullara sahiptir.
Ayrıca iddia düzeyinde olan ama çok ciddi olarak tartışılan bir konu; tünellerde ölülerin olduğudur. Özellikle Suriye kökenli kaçak çalıştırılan işçilerin cesetlerinin içeride tutulduğu ve üzerlerinin betonla kaplandığı iddiasıdır. Savcılığın henüz ciddi bir soruşturmaya yönelmeden aceleden tünel girişlerinin kapatılması söz konusu iddiayı güçlendiriyor.
İç politik ilişkiler bakımından dikkate aldığımızda bir iki noktanın altını çizmekten yarar var.MHP, gezi sürecinde olduğu gibi Soma Katliamını da yok hükmünde saydı. Böylelikle AKP ile stratejik buluşma noktalarının aynı olduğunu bir kez daha gösterdi. CHP, nispi bir duyarlılık göstermiş olsa da, esasen politik bir reflekse dönüştürmeme kararı aldı. HDP, ÖDP, Halk Evi gibi diğer sol kurumsal yapılar, Soma katliamını hem Türkiye içinde, hem de ve uluslar arası alanda gündemleştirmede aktif bir rol üstlendiler denebilir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Gezi’den çıkarttığı dersle, sürece anında müdahil olması ve toplumsal tepki için yaptığı çağırının Kürt illerinde karşılığını bulması, Soma katliamının bütün Kürt illerinde protesto edilmesi, Kürtlerin önümüzdeki süreçte Türkiye’nin toplumsal sorunlarına yönelik oluşturacağı politikalar bakımında bir fikir verdi.
Oluşan toplumsal baskı sonucu, Holding yöneticilerinden bir kaçını tutuklandı. Hatta bunun bir taktik ve AKP ile Holding yöneticileri arasında önceden varılan bir anlaşma olduğu da iddia ediliyor. Eğer bu katliam takip edilmez ve toplumsal tepki süreklileştirilmezse, tıpkı 17 Aralık operasyonunda olduğu gibi tutuklananlar kısa sürede bırakılırlar. Ayrıca yargılanması gereken Holding yöneticileri ve onları aktif destekleyen politikacılar tutuklanmış değil. Dikkatleri bu noktaya çekmek oldukça önemlidir.
20 Mayıs 2014 Salı
Misak Tunçboyacı yazı… Her yer karanlık
“Devlet, devlet olmaklığıyla, hakikatlere temas eden herhangi bir siyasi yönelimin varlığına kayıtsız ya da düşmandır. Modern devlet sadece belli işlevleri yerine getirmeyi ya da bir kanaat mutabakatı imal etmeyi amaçlar. Tek öznel boyutu, ekonomik zorunluluğu -yani Sermaye’nin nesnel mantığını- teslimiyete ya da hınca dönüştürmesidir. İşte bu yüzdendir ki adaletin herhangi bir programa ya da devlete dayalı olarak tanımlanması onu tam tersine çevirir: Adalet çıkarların etkileşiminin uyumlu hale getirilmesi olur çıkar.” Alan BADIOU – Sonsuz Düşünce
Salt bir görünüm, imgelem çıkarsama ya da tahlilden ibaret sırf o bağlarla konuşulup, yazılabilecek, nakledilip tartışılabilecek, uzun uzadıya etraflıca önü arkası sorgulanabilecek bir yurt değildir burası iş bu ülke. Ezberlenmiş olanların yeknesak bir tavırla biteviye tekrar edildiği, boyuna çekiştirildiği gel gelelim o tatavadan sonrasında neticenin hep sıfıra sıfır elde var sıfıra iliştirildiği, bugün alenen zamklandığı bir yer burası bu ülke. Doğruluğundan kati suretle emin olunan bahislerin, değinilerin dibinde, esasında her şeyin tastamam gerisin geriyi gidişi işaret ettiği ayyuka çıkarttığı bir yerde eğri ve yanlışlardan mürekkep yarınların icat olunduğu bir ülke burası, garabetlikler resmigeçidi. Tekrar edilenler sayesinde rıza üretiminin kolaylandığı bir şeyleri dayatmanın erkin tahayyülü dâhilinde ve asıl her ne olduğunu göstere gelen karşılaşmalara ev sahipliği yapılmaktadır bu ülkede.
Mağdurun kimliği hemen hiç değişmese de failler çoktur çeşitlidir. Hep duyumsanmış isim, kimlik yahut ta tanımların sıkılmaksızın yinelendiği bir gösteri icra olunmaktadır. Had bildirilecek, hudut gösterilecek başlarına çorap örülecek, hayatlarına kastedilecek, doğasına kıyılacak, hayvanına eziyet edilecek kendisine tüm bunlar yetersizmiş gibi cehennemî bir yeri ‘cennet’ diye yutturacak hamlelerin atıldığı bir menzildir bu ülke. İşkence hanenin tabelası, mevzisi artık her yerdedir. Bir zamanlar okunan, kulak kabartıldıkça, ortaya döküldükçe devlete kahırlanılan, beddua edilen, yok artık bu kadarı denilenlerin çat kapı dört bucağı sarması, hiç kimseyi sarsmamasıdır ol menzilde olan biten. Tek bir itirazın uyarıya, tek bir eylemin fişlenmeye, bundan daha fazlasını düşünmenin alenen mahpusluğa gidecek yolu temellendirildiği işlenip durulan bir siyasa mekânı burası.
Korkulardan medet umulan bir coğrafya, hep daha fazla kork, sin, yok ol diye çabalanılan, neticesinde o umulan bir yer. Derdin asla anlaşılmadığı erk ve avenesinin yüzdeler ile açıklanıp durulan o güruhun hayatlarının stabilliği, sterilliği, akçelerine zeval gelmemesi tek bir hesap vermeden hayatlarını sürdürmelerinin konforunu sağlayabilmelerin dışında hemen hiçbir şeyin önemsenmediği bir dolu yaranın her an, halen açıkta konulduğu bir yerdir burası. Devletlû aklının aman vermezliği, patavatsızlığı bir yana bir de onların değirmenine su taşıyan yozdillerin varlığıdır böylelerini kolaylıkla, zahmetsizce öne sürüp duranların sözüm ona kavgalarının sürdüğü, gerisinin hep aynı olduğu bir muammalar şaibeler yurdudur bu ülke.
Yaralar bizatihi erk eliyle kanatılmaya devam ederken bütün bu olan bitene karşı sağırlığın itinayla önemsendiği bir yurt bina olunur. Ne ki bina olunan bu söylemlerden ibaret ülke bir eksiklikler toplamıdır. Eksiklerinin hiçbir türlü giderilmediği varsa yoksa tedbirlerin, hayâsız, edepsiz, elinde misket, kadın mıdır – kız mıdır, şu mudur bu mudurlar ile geçiştirildiği güncellikte sınanış kalıcılaştırılmaktadır. Sınavların aralığı birbirine çok yakınlaştırılırken hiçbir şey yokmuş izlenimi, vurgusunu görebilmek mümkündür. Yakıştırılan yaftaların, edilen ifşaat görünümlü değinilerin tortusu bir milli irade teşebbüsüne, hayat duruşuna entegre edilir. Zihne yerleştirilen kalıplar belirli bir sayıda, defa zikredildikten sonra ol bahiste değinilenin konusu her ne olursa olsun milli irade gömleği giydirilmektedir. Kamuflaj milli irade ile sağlanmaktadır tıpkı bir parhessia gibi.
Müesses nizam dünden kalan azap veren vesayetleri işte o çatı altında güncellemektedir. Derdin tasanın değil de devlete ve milli olan iradeye karşı fenalıklar kervana diziliyor, başımıza getiriliyor denilerek o tahayyül yeniden gösterime sokulmaktadır. Ezcümle, vesayet kafamızın üstünde bir giyotin, sırtımızdan kovalayan bir gölge gibi her gün yeniden ambalajlanmaktadır. Biçimlendirme, bütün sorunun milli iradeye karşı gayrı millilerin, milletten sayılmayanların kalkışması olarak değerlendirilmektedir hal ve gidişat ortadadır. Her durumda suçlunun milli irade demesi, hırsızın milli irade demesi, katil olduğu afişe olanın milli iradesi erkânın en tepesinden, en altında yer alanların tümünün milli irade söylemleriyle buluştuğunda üst üste okunduğunda o kalıcılaştırma hamlesi anlaşılacaktır.
Bugünün ülkesi dünü yeniden öğrenerek, yüzleşme bahsi ile haşır neşirken sessiz sedasız, o aralıktan yarım kalanları tamamlayarak yoluna devam etmektedir. Tamamlanmaya çalışılan şey hayatın kesintisiz bir biçimde müdahaleye açık, korunaksız bırakılan bir mesel haline dönüştürülmesidir. Müdahale edebildikçe, zapt-ı rapta alıştırabildikçe bu kahredici güncelliğin sorgulanamayacak bir tabuya evrimi söz konusudur çünkü. Yaşıyoruz böylesi bir uzam dâhilinde mamafih bir şeyler karşımızda o rutine müdahale etmek için bütün bunlar olağan şeylerdir mefhumuna takılı, rehin bıraktırılıyor. Erkânın doğrusu, düzü zaman ve mekândan bağımsız hiç onlara ihtiyaç duyulmaksızın yıkımı olağanlaştırıp, her şeyi kanıksanabilir kılıyor. Ne olağan, hangi konu kanıksanmalı, sineye çekilmeli ve nereye kadar sorgusu belirsizliğe teslim ediliyor, prangalanıyor.
Hiçbir şey doğru değilken hala kahır bela yaşamlara sahip olduğumuzu sorgulamaksızın onu kanıksamamız beklentileniyor ve bütün bunlar olağan şeyler diye geçiştiriliyor. Hiçbir cümle kolay kurulmuyor böyle bu kadar, her anında olağan bir şeyler olağanüstü bir dakiklikle hayatımıza karışırken daima vuku bulurken üstelik. Korumalardan, kolluk kuvvetine, müşavirden, başbakana kadar uzanan en alttan en üste gidip gelen daima yükseltilen bir şiddet retoriği ol bahiste olur öyle şeyler ile başa getiriliyor. Görülmesi gereken sorgulanması elzem, örtbas edilmesi imkânsız, ardının peşinin mutlak surette takipçisi olunması gereken şeyler otuz iki kısım tekmili birden yaralara dönüştürülüyor bir kez daha. Öfkesine hâkimiyetini yitirenlerin, öfkenin bir hitabet sanatı olduğundan dem vuranların halka, görünürde bile olsa sorumlu olduklarına karşı eyledikleridir yaralardan en yenisi o halkaya eklenen.
Devletin sesinin ve uzattığı elinin merhem için değil yaraya basılacak bir karşı hamle evet o bildiğiniz kezzap olduğu aleniyete dönüşüyor bir kez daha. İstemsizce değil neredeyse göz göre göre azabımızın sureti, müsebbipleri ile beraber ortaya çıkmaktadır. İzan, izahat, anlama, gayret ve yasa ortak olmak göstermelik değil birileri görsün diye değil sessiz ve usulca yapılırsa, gösteriye dönüşmediğinde aladır, bir şeye benzeyendir. Acıya ortak olmak için gidilip! Her yeri alt üst etmek, kolluk kuvvetiyle bir şehri zapt etmek insanları bir kez daha acılarının derinliğinde yalnız başlarına koyup bir şamar, bir tokat, yerde tutulana bir tekme, gelene fırça gidene posta koymak değildir. Bir kaç gün evvel yapılan tahammülsüzlüğün, hiddet seremonilerinin devlet babanın sever de döver de kadüklüğüne kestirilmesidir ortaya sıkıştırılıp gündemden düşürülmesidir bahsedilmesi şart olan.
Oysa devletin temsiliyetini gerçekleştirenlerin orada o raddede, o yas evinde yaptıklarını çok değil yetmiş iki saat sonra tomalar icra edecektir. Soma’da, İstanbul’da, İzmir’de tepkinin görünür kılındığı her yerde ve her zaman diliminde baskılama cismanileştirilmektedir. Yasa kulak tıkayıp madeni görünürde işletenlerle kol kola pozlar verenlerin, ulaşılamayan galerilerde bir çeşit toplu mezar yapımının dillendirildiği bu yerde, kayıpların akıbetlerinin mutlak bir sessizliğe rehin edilmesidir o bahis. Bir dolu iddia, bir dolu cevapsız soru dururken havaya kalkan ellerin, sorgulamaların, sual etmelerin karşısına it sürüleri ile cop, toma, her an daha ağır bir yıkımı kalıcılaştırmak gayretidir erkin tahayyülü gerisi laf-ı güzaf. Acının ortasında kalkıp tv’de kendini türlü çeşit kelime oyunlarıyla aklamaya, paklamaya çalışan holdingin sahibinden, müdürüne bir umutta tek bir kırıntı bile olsa hayata dönebilecekleri umudunu taşıyanların gözlerinin içine bakıla bakıla yalanlara talim, zulme devam, mühim olan çarklar dönsün para akışı bir avuç kömürün daha fazlasını, daha erken, daha ivedi istifleyebilmek olduğu yinelenen bu yerde dert hiç tükenir, açılan yaralar onarılır mı?
Yaşam odasının varlığı muammayken, işçiler bile bilmezken oradan söküldü, yeni yerine taşınıyordu ki işçiler öldü kepazeliğin daniskası bir savunuşla yas sönümlenebilir mi? Devletlûnun kayıtsızlığının bir başka benzerini gizli bir elin değil neoliberalizmin bu en dişli şeytanlarına yol verildiği bir uzamda bir şirket sahibinin sözleri hiçbir yaraya merhem olabilir mi? Yeniden işleteceğim o madeni özgüveni olan katillerin, saplantılı bir biçimde hayatı göz ardı edebilmesinin sacayaklarından birisiyken böyle aleni o yas dindirilebilir mi, acı susar mı hiç? Gözaltına alındılar haberi düşerken ajanslardan sosyal medya’dan boyalı basınına istimlak edilen, yok sayılan, yaşamları sadece birer rakamdan, aldıkları maaşlardan, ekranlarda bir satır anlatılacak ibreti âlemlik vecizlerden ibaret sanılanların hegemonyasında bu Karun düzeni bir gün sonlanır, o yağır bağlayan, ellerinde kan olanların insan canına kastetmekteki iştahları kesilir mi, nihayetlenir mi acaba?
Cinayetten kurtulan bir madenci işçisinin “Bize patlamanın mesai saatleri dışında gerçekleştiği yönünde ifade tutturuldu. Maksat şirketin tazminat yükümlülüğünü düşürmek.” sözü ortadayken kalıcı olan “yas” hiç anlaşılır mı? Yakınlarını, dostlarını kaybedenlerin, bu mezarlık aday adayı olan madenlerde ivedilikle işlerinin başlarına geri dönüşlerinin öncelendiği bir yerde, hiçbir psikolojik destek, yardım önemsenmezken asla, bütün bu fıtratlar, itirazlar Gezi’ci icadı diye yazılamalar yapılırken acı kanatılmaya, ölüm aralıksız gösterilip sıtmaya razı getirmelere devam denilen bu yerde “yas” hiç diner mi? Yasın karşısında yükseltilen bu kepazelikler arsızlıklar diner mi hiç biter mi? Potansiyel ya da garanti oy denilerek her şeyin tehditler, ikazlar ve ekmeğinizden olursunuz maazallahlar ile gerçeğin örtbas edilmesine, Holding’in modern zaman köleleri eylenmiş emekçilerine göre susturucuların devreye girdiği Soma’da o yas tükenir mi?
Erkânı devletlu, müesses nizamın müseccel azabın tedarikçileri yine yeniden sahnedeyken acı susar mı? Adaletsizlik diz boyuyken bu ülkede, yaşam pamuk ipliğindeyken daima ona rehin söz hep boğaza tıkılırken, her şey eksik gedik ve yarım yamalak hayat nerededir şu yedi yüz seksen üç bin beş yüz altmış iki kilometre karelik sathı mahalde var mıdır öyle bir ihtimal. Hayat denilenin yerin dibinde de yerin üstünde de bunca korunaksız, böylesine biçare konulabildiği bir yer var mıdır ola? Acında bile hizada durmanın zikredildiği, itirazların önünü alma fazla ses çıkartan olmaması için her ihtimalin değerlendirildiği başka bir yer var mıdır ola? Yeknesaklaştırılırken akıl tutulmalarıyla çizilen, sınırları paramparça edilip gerçek hayat hikâyeleri diye neşredilen azaba hep komşu, hep iç içe yaşayan insanlar var bu ülkede. Hepimiz o sınırların dâhilinde birbirimizle yan yanayız, kimliklerimizden azade, bunca delirten faktöre karşı bir arada birlikte.
Biçimsizleştirme için dönüşüm acının bağında o yeni ülkeyi simgelemektedir, başında hep zorbaların olduğu bir yeri tanımlandırmaktadır. Kesintisiz bir biçimde vurgusunda zerre tereddütsüz kıyamlar yurdu, özellikle varsılların hırsları için daha büyük ihmallerle kotarılan bir yurt özetlenmektedir. Tokat yiyenin özür dilediği, olayların montaj olduğunu zikredebildiği, her şeyin kontrol altında olduğu duyumsatılırken bir yerde on beş denilen naaş sayısının o sayı olarak zikredilenin ne üçü ne beşi on katı kadar canın!, insanın toprağa karıştığının zikredildiği ama kimselerin duymadığı, görmediği bir ülkedir o simgeleştirildikçe, sivrilen. Sivrildikçe daha fazla bedbinliğin katara; katran karası, kömür karası yazgıları kader kader diye yutturmaya devam ettiği bir ülkedir bu bahsettiğimiz. Henüz on beşinde kıydığı çocuklara üzülürken, davaları bilerek muammaya terk edilmişken o devletin kolluk kuvvetinin “yeter gaz atmayın çocuğum var!” diye isyan eden bir kadına “yansın, kör olsun çocuğun!” diye sözü tükettiği yanıttır inşaatın kanlar, canlar üzerinden yükseltildiği o ülke.
Dahası da var dahası eklenebilir sadece Ali İsmail Korkmaz’ın davasında yaşanan kepazelikler silsilesi bile bu kör şiddetin nelere yol verdiğini gösterirken, Reyhanlı’da, Roboski’de kendini gösteren devlet şiddetinin terörün ta kendisinin Soma’da neoliberalizmi anlaşılır kılan suretinde, bir şirket kimliğiyle yanı başımızda icra edilmesinde fark edilebilir. Özetlenebilecek her ne varsa onu yekten tanımlandıran şey bu sathı mahalde şiddettir bizatihi muhatabı olduğumuz. Durduğumuz yerde her yer yası işaret ederken, her yer Soma’yı her şey karanlığı gösterirken aman yıpratmayalım aman sorgulamayalım kıssalarında olduğu gibi haksızlık karşısında susanların dilsiz şeytanlar olduğunu göstermekte, hafızamıza kazımakta, iyice belletmektedir bu ülke. Katil kimdir, hata nerededir düzen düzen denilen nasıl böyle başıboş bırakılıp hayatların rehin edilebildiği bir uzam olduğu sorgulanmaz bu nasıl bir ülkedir?
Gelecek nerede hangi düzlemde soruları kimileri için klişe gibi görünse de yankılanmaktadır avaz avaz! işte hiç durmaksızın. Durmaksızın yinelenenler can kırıkları arasında görünen bunca fay kırığı ortadayken, yerin altında yerin üstünde hayat nerededir? Şehrin göbeğinde “omurga” nam müstearla dikilen o hançerdeki gibi nefes kesilirken sorgunun önü alınırken hemen her şey bildiğin hilkat garibesi yapımlarla simgelenirken, linç edilirken bu yeni ülke!, her şeyin bir bedeli var diye dile dökülürken, taziye cehennemi aratmazken her şey meydandayken. Sıfıra sıfır elde var sıfırlardan biri yakalamaya çalışıyoruz. Saklananların, yok, etkisiz eleman sayılanların sessiz ortaklığında, çığlıkları, ağıtları birleştirip bir yol arıyoruz. Çoğunlukla kalabalıklar içerisinde yapayalnız. Her şeyimiz garabetlik ve refakatçisi karanlığı tümleyen bir kararlılık arasında bir o yana bir bu yana fırlatılıp durulurken sözü arıyoruz.
Duvardan duvara, mekandan uzaman bir dönüşüm gerçekleştiriliyor kanıksayabilmemiz için, alışıp da çıt çıkartmamamız, kurallara riayet, bu düzende iş bu sürüde kalmamız için. Kötülüğün sıradanlığının her evresini yaşamakla yükümlü kılınıyoruz, damgalanıyoruz. Sizli, bizli çoktan seçeneklerin def edildiği, kapı duvar eylendiği bir yerde, yokluğu, mahrumiyeti, zulmü ve bunlara, hizmetkarlıklarını geçtik sözünü eğip halen bükenlere, hırsızlara ve uğursuzların iktidarına mahkumiyeti tecrübe ediyoruz. Tarih, kepazeliklerin mükerrerliğinden mülhem ucubeliğe doğru enikonu dönüştürülürken hakikatte olan bitenlerin, yaralarımızı nasıl kalıcılaştırdığına şahitlik ediyoruz bugün bu ülkede.
Yerimiz yurdumuzda, hayatımız her şeyimiz, her anımızda “sıfırı” bir eyleyebilmek için çabaların birlikteliğinde ilerliyoruz yapabilecek miyiz, ulaşabilecek miyiz, aşabilecek miyiz dert az biraz da budur! Her şeye müdahil olan devletin kompleksli, her şeye kılıfı önceden ayarlanmış yok etme çabalarına, sıfırlama gayretlerine, üzerine çöreklenme örtbas etme ve en çok tutunduğu unutturma ısrarcılığına karşı hatırlayabilecek miyiz? Hiçbir şeyi unutmadığımızı, eksiksiz gediksiz ifşaa edebilecek miyiz dert az biraz da budur! Laletayin bir bahis değil yaşayabilecek miyiz, hesabını sorabilecek miyiz, takipçisi olacak mıyız bu rezil kepaze düzenin her bir aktörüne günü dar edebilecek, yaptıklarının cellâtlık olduğunu ve oyunun bittiğini ilan edebilecek miyiz? Her Yer Karanlık, Hey Orada Mısınız – Hayatta Mısınız?
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Kötüsünüz..Ruhi Uzunhasanoğlu
Faşizm; Baskıcıdır. Vahşidir. İşkencecidir. Muhalifleri yok eder. İnsan kanıyla beslenir. …. Bundan bir kaç yıl önce Kürtler talebleri için sokaklara çıkmıştı. Adını Adalet ve Kalkınmadan alan iktidar Partisinin başkanı basının karşısına çıkıp aynen şöyle demişti ; “Güvenlik güçlerimiz kadında olsa, çocukta olsa gereği neyse yerine getirecektir” Bu sözden sonra, O coğrafyada çok çocuk yaralandı,sakatlandı, öldü.Çok kadın yerlerde sürüklenip tekmelendi. Faşizmi çok iyi biliyorduk ancak bu başka bir şeydi. Kadınlar ve çocuklar resmi bir ağızdan ilk kez hedef gösteriliyordu. Oysa en azılı Faşist bile kadın ve çocukları yalanda da olsa imtina ederdi. Söz konusu Kürtler olunca pek üstünde durmadık. … Bundan bir yıl önceydi. Nasılsa sandıkta “Milli irade” onay vermişti ya, iktidardakiler keyiflerince yap-işlet-devret hastalığına tutulmuşlardı. Nerede yeşil bir dal varsa kırmızı görmüş boğa gibi saldırıyorlardı. Bu kez hedef Taksim Gezi parkıydı. O lanet iş makinalarıyla yine geldiler. Bir avuç insan vardı önce karşılarında.Bir avuç insan nedir ki ? “Ezin geçin” dedi malum kişi. Egemen kibir nereden bilecekti, O bir avuç, Aslında bozkırın ortasında bir kıvılcımdı. Haziran sıcağında bütün ülkeyi tutuşturdu. Bir ağacın dalından beslenen öfke büyüdü,büyüdü. Sokaklar meydanlar doldu,taştı. Kadın ve çocukları geze göze arpaçığa koyan yine devreye girdi. Haziran sıcağında çok insan kör edildi,dövüldü,gazlandı,yaralandı. Ve hayatının baharında çok genç insan öldürüldü. Çıktı sahneye aynı muktedir dedi ki “Emri ben verdim” Nasılda rahat,nasılda futursuz değil mi ? … Gencecik bir çocuk polisin attığı gaz fişeğiyle alnından vuruldu. Dört mevsim ölüme direndi,çırpındı. Son nefesini verdiğinde 16 kiloydu. Ruhunda en ufak insani haslet kalmamış , iktidar hırsından gözü dönmüş zat meydan meydan kin kustu;O çocuk dediğinizin elinde sapan var. … Yalanın her türlüsünü gördük sayelerinde.Aymazlığın,utanmazlığın binbir çeşidini. Hırsızlık bütün zamanlarda olurdu.Ama şimdiki hal’i başka. Yakalanırsan utanırdın.İyi kötü yargılanırdın. Bunlar” garanti”li çalıyorlar. Çıkıp “Milletin kürsü”süne yavuz hırsız olup ev sahibini bastırıyorlar. … Projeler,hergün yeni yeni ihaleler… Yatırımlar…Yatırımlar. Dolarlar,ihracat yüzde bilmem kaç ve tabii borsa endeksi tavan yaptı. İktisad bilimi gibi hayatımız oldu. Peki hepsine tamam.Memleket güllük gülistan. Ama biz nankörüz. … Geldik bugüne.. Soma’da maden ocağı patladı. Yüzlerce işci yanarak,boğularak öldü. O karanlık ocakta ölüm zaten kollarını açmış bekliyormuş. Ne önlem,ne özen,ne tedbir hepsi boşuna masrafmış. Daha çok kazın,daha hızlı kazın. İşcinin canının değeri yok baretler zimmetli mi sen ona bak. … Acı var,öfke var. Bu ülkenin devlet erkanı ” taziyeye” gitmiş. Ve dünyada ilk kez bir başbakan kendi eliyle feryadını dile getiren bir vatandaşı dövmüş.
Bildiğimiz Faşizmin tarifinde ve uygulamasında böyle örnek yok.
Bu memleket kötülükle yönetiliyor artık.
17 Mayıs 2014 Cumartesi
Misak Tunçboyacı yazd…Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz
Bir değer atfetmekten çok, bir bahsi toparlamaktan ve özetlemekten çok, bir menzilde olan biteni anlaşılır kılmaktan çok, tersi istikameti kolaçan eden, o yolda ilerleyen bunu da bir yazgıymış gibi aksettiren, paylaşanların ülkesindeyiz. Yönetmek dile pelesenk olmuş, gereği neyse onu zapt-ı raptı ile yeri ve zamanı geldiğinde yapmak oluvermiş. Bienallik bir mevzuna, enstalâsyona konu olmuş bir tahayyüle dair çıkarsamayı bildirmiyoruz. Ülke dediğimizin haleti ruhiyesinin nasıl kadükleştirildiğini nasıl biçimsizleştirildiğini kare kare yaşıyoruz. Soluk aldığımız her an, her gün yinelenen devlet dili tüm ihtimalleri yerle yeksan etmek, mümkün mertebe sıfırlamak, yok saymak için elinden geleni arda koymayan bir aklı karşımıza çıkartıyor. Akıl verilenler her defasında insana zulme dönüştürülüyor neticesi oraya bağlanıyor.
Yerleşik akıl durmaksızın törpülenirken, fayda değil zarar için çabalar birbiri ardına eklemleniyor. Zarar ziyan, kapital, maddiyat, ekonomi terimleriyle ifade edilirken sosyolojik yıkım görmezden geliniyor. Her defasında aman yıpranmasın, şimdi sırası değil bu lafların, bahsinin edileceği yer değil, makam değil o değil bu değil denilerek olan biten kanıksatılmaya çalışılıyor. Defaatle tekrar hazanı güncelliyor. Şimdi bugünümüz, dünümüzden de ağır yarınlara da sirayet etmesi umulan, damıtılan ve dayatılan bir karanlık ile güncelleniyor. Her şey takdiri ilahi, muamma, olmasaydı iyiydi ama oldu ile karşılanıyor. Biteviye cümle kastırılırken, kurma çabasındayken bir yandan delik deşik edip darp etme, yerle yeksan etmeye devamlılık güncelleniyor. “Olur böyle şeyler” bahsi ile bir şeyler açıklanırken bir kameranın bakış açısında acı cismanileşiyor. Ne konuşulması gerekli ne ilaveten tek bir söz lazım gelir.
Olur böyle şeyler bahsi ile bir şeyler geçiştirilmeye çalışılırken birsinin, aklı evvellerden birisinin bir insanı tekmelediği resim karşımıza çıkıyor, ajanslardan düşen karelerden birisinde. Bir ihtimal değil mizansen hiç değil tastamam olduğu gibi gerçek, gerçekten kral çıplak yankılanıyor, avaz avaz. Üzüntüler samimiyet sınavına tabi tutuluyor her bir itiraz yıpratma olarak boşuna adlandırılmıyor. İç sıkıntısı döşe çökmüşken memleketin yeri de göğü de baskılamaya, altı da üstü de aynı cehennemi ortama tahsis ediliyor. Her şey fazla ağır, her bir şey hazin hale böyle dönüştürülüyor. Bütün bunlar bir mizansenin unsuru, detayı ya da onlarla beraberi bir yazılama değil haddizatında. Yaşadığımız ülke çürümenin, azabın cismanileştiği her bir şeyin paramparça edildiği kıyamlara terki diyar ediliyor. Özet geçilen yegane şey zulmün devamlılığı oluyor her defasında, her defasında, her defasında.
Biat etmeyenler, itirazlarını sesli olarak iletenler için yarınlarından endişeliler için sizli bizli ayrıştırmalara maruz kalırken artık bir taraf olanlar için her şey yeniden başlıyor. O zulüm ikliminde bu anlatmaya çalıştığımız ülkenin gerçekliğinde her şey hep yeniden başlıyor. Her Allah’ın günü sınav belletilirken gücü elinde bulunduranın, onu kendisinin tapulu malı, yegane güvencesi sayanın yapıp ettikleri cismanileşiyor. Neoliberalizme dair, tanımlar ya da yorumlar geliştirilebilir eklenebilir ama en kestirmeden o kalıcılaştırılan ve ayrıştırılmazımız kılınan o bahiste saklıdır. Sınav denilenlerin tümü yıkımın ta kendisidir. Bizatihi erk eliyle söylenen olur öyle şeylerde şeceresi dökümlenendir. Hayatın bedeli; bedeli, tutarı yahut ta karşılığı olan, alınıp satılabilen bir mefhum olarak yansıtılmaktadır olur öyle şeylerle şu yukarıdaki bilcümle ile aksettirmeye çalıştıklarımız cümlelerde özetlenebilecek.
Hemen hiç tereddüt etmeksizin literatürde vardır onun adı eylenendir, değindiğimiz. Ne var ki adetli ölümler ile pek güzel ölümlerin, karbon monoksit gazıyla ölümler tatlı bir ölümdür diyen akademisyenin, her şeyi bir kenara bırakıp hükümetimizi yıpratmayalımcılığın neferi olanların halleri ve tavırları eksiktir, gediktir. Yasa ancak tekmeyle mukabele eden müşavirin, bizatihi bu acıya duygudaşlık kurması beklenenin, bir kadına attığı şamarın bağında, bağlamında olan bitenlerin tümü eksik gediktir. Şamar attığı insanın canının yanmasının, ailesinin eksilmiş olmasının önemini kasten umursanmamasıdır eksik. Ne kaçıyorsun ulan! diyerek kendi vatandaşına bağırıp çağırmasına karşı ekranların tın tın tenekeliğidir ne diyorsunuz sayın Başbakan! Diyememesidir eksik. Bizatihi erkin eli ile koluyla, yoluyla ve yordamıyla sanki düşman topraklarını işgal edermiş gibi ziyaret ettiği yas evini bir gün sonra Cumhur’un başının ziyaretinde bu defa silah kuşanmış kolluk kuvvetinin dikilmesidir eksik kalanların bir kısmı. Arama çalışmalarının durdurulmasıdır eksik kalan o hazretlerin ziyareti sırasında, cümbür cemaat.
Eksiğimiz çok hangi birisini ilave edelim ki derken İzmir Vali yardımcısı zatın dilinden dökülenler de ajanslara düşmektedir: “-Düşünebilen, aklını kullanan hayatını kurtarmıştır.” Öylesi bir kapandan kurtulabilmenin, hasbelkader olabileceği ve onca ihmalin, eksiğin ve gediğin, kıyama zemin sağlayan umursamazlığın, tedbirsizliğin olmasının karşısında hiçbir tereddüt taşımaksızın göstere geldiği şeylerin bir kerede silinip, yerine abuk sabuk bir cümlenin kurulabilmesidir eksiği, basbayağı ‘dağ gibi böyle uçsuz bucaksız kılan. Manasızlığın bağında deneyimli olduğundan dem vurulan siyasetçilerin, bürokratların o analistlerin, köşe kadılarının ve bilcümle müesses nizamın şimdiki makamını oluşturan, menzilini tamamlayanların sağırlıkları, körlükleri ve vicdanlarını bunca kolayca, yok kıvamına indirip, taşıyabilmeleridir, sıfırlamalarıdır eksik işte bir kez daha.
Acının rengi, kokusu, cinsi, cibilliyeti, onu busu olmazsa da yapılanlar, edilenler ve daha fazlasında yansıyanlar, küçük Soma’da daha ne trajedilerin yaşatıldığını aksettirmektedir görene, görmek isteyene. Haşmetinden dem vurulan bir devletlûnun aksine herhangi bir sıradan kadar olduğunun, en gerekli olduğu yerlerde kendi varlığını hissettirmeyen ancak ve ancak her şeyi örtbas etmeye muktedir bir makam olduğunun özetlenişidir o göreceklerimiz. Kalkıp yasın ortasında otuz mart’ta halk gereken cevabı verdi diye buyrulmasıdır o örtbas edilmeye teşne olunan. Her günü sınava çevirirken, her gün zikredilen, nefret için bağ kıvılcım, kaynakça olarak kullanılan, belki de bu toplumun yegâne barış üzerine temellendirilmiş sivil direnişi olan Gezi’ye dair denilmedik daha ne kaldıysa onun zikredildiği bir makamdır karşılaştığımız.
Sözcüklerin gerçekten çürümeye başladığını gösterendir o trajedi. Kara, kapkara bir güncenin her günümüzü kapsayacağı, o madenci kardeşlerimizi, ağabeylerimizi, canlarımızı nasıl yok ettiyse işte hepimizi bu açık apaçık havada yok etmek, sıfırlamak, canlı canlı öldürmek için hiçbir fırsatın kaçırılmadığını ortaya çıkartan bir bileşen karşılaştığımızdır!. Hangi birisine yanalım, derdimiz bunca çokken artık, şu dakika. Bir şeyler aleniyette göstere göstere yok olmadı, hiç bahsi bile geçmedi adı bile yok denilirse yok mu olur! Nasıl bir öfke, nasıl bir hiddet, nasıl bir körlük bunca felaket meydana gelirken halen eylenebilir halen gerekçe bellenebilir. En son bu satırları yazdığımız sıralarda Soma’ya intikal eden, şehir dışından gelmiş sırt çantalı insanlara Gezi’ciler bu şehirde barınamaz diyerek saldırılmasının, insanı insana kırdıma kartının kullanılmasının, hiç çekmemiş gibi daha bu topraklara ne faydası olacaktır? Bir bilenlere soralım, neye merhem olacaktır!
Daha gün içerisinde bundan sonra bağrış çağrış yok diye Soma’yı kuşatanların, her sokakta görünen, kimden emir aldıkları muamma konulan bireylerin cirit attığı yerde bunlar ne demektir. Bunların toplamı nerede ve hangi ülkede yaşadığımıza dair şüpheleri bir kademe daha arttırmaktadır. Eksiktir işte sözümüz, yazımız. Giden canlara dair ne sözcükler ne betimlemeler, ne anlatımlar, ne ağıtlar ve ne çok şey biriktirilmesi gerekirken bizim gündelik siyasetin en pespaye savunuşlarına bildiği hıncı yeniden kuşanmaya onunla soluk almaya devam eden bir akla karşı ne yapmalıyız sorusu yeniden önümüze dikilmektedir işte şimdi bir kez daha. Eksik kalmaktadır tıpkı sol yanımız gibi; devamlı istimlâkte sürekli daima boşlukta hep harap hep viran ama her gün kırıma uğratılan, yoklanandır. Adı konulmamış olan modern zamanların iş bu kölelik düzeni diye bahsedilenler işte o iki uzun, iki kısa cümleden yinelenmektedir.
Sınavlar sorunumuz, sınavlar bir biçimde kıyametimiz haline dönüştürülmektedir. Ölüm ve hayat! Bunca kolayca örtbas edilebilir bir mesele olarak değerlendirilmektedir. Yazgı, kader, takdir vesaire anlamla, buluşturulan böylesi bir algıdır. Algı yönetimi diye tutturulup gidilen güzergâh hep o bahsin dönüp vardığı yer zulmün, kıyamın sorgusuna ket vurmak adınadır. Zulüm ile abadı olunmaz diye bahsedilmişken bizzat bununla istikbal şekillendirilmesi, o çaba ‘algı yönetimi’ diye icat olunanın sınırlarıdır. Yok, yere değil handiyse bile isteye hesaplı kitaplı en hazin felaketten bile mağdurun sadece bu devlet olarak iş bu hükümet olarak adlandırılmasının garabetliğidir, algı yönetimi, yekûnu birden. Mağdur olanlar, otuz gün yani bir ay her gün yerin altına inerek günde kırk Türk lira yevmiye kazanabilmek için çalışan emekçiler hayatını kaybedenler değil de o makamlarında en ufak eleştiriye tahammül gösteremeyen zevat çıkmasıdır algı yönetimi diye önümüze sürülen.
Gazeteci Ali Tezel’in sosyal medya’da paylaştığı yorumu okuduğumuzda bu daha da can yakmaktadır. Bu kadar net ve yalın sunulanların ötesinde yaşananlardır görülmesi, bilinmesi gereken. “Olayın sebebi trafo değil. Bundan üç ay önce bir galeride yangın çıkıyor ve ağzı “beton” ile kapatılıyor ama “yangın” içeride devam ediyor. Sonrasında içeride oluşan “basınç” ile patlama meydana geliyor. Yangının hala sönmemesinin sebebi budur. Patlama ve yangın yüzünden içerideki trafo da bu sırada zarar görüyor. İşveren şimdi olayı trafo üzerine yıkarak tazminatlardan kurtulmaya çalışıyor. İçinde işçi olan beş galeriden ikisine hiç ulaşılamamış. Ancak yangın sönsün diye içeriye küllü su basılıyor, betonlaşsın diye. Yani içerdeki yaklaşık dört yüz elli işçinin artık çıkarılma şansı kalmadı haklarında gaiplik kararı verilecek.”
Sorumsuzluk vicdansızlık bir uzamda buluşturulduğunda, algı yönetimi değil istenen herhangi bir tanımlama ile bu devletin, o şirketin kepazeliğini örtebilmek “mümkün” değildir. Bu devletin ve o şirketin kusurlarını saklayabilmek bugün artık söz konusu değildir. Her defasında bu düzeni sanki yazgımız gibi gösterilen bu kepazelikler silsilesini başımıza daha ömrü billâh musallat etmeye hiçbir surette sorgulamamaya çabalatan, her şeyi kömür karasına, zift karasına teslim eden bir akıl bugünümüzü yeniden yıkımla zapt-ı raptı altına almaya çalışırken kazın ayağı artık öyle değildir. Acıyı bunca kolay kılan, çat kapı başımıza diken ihmallerdir. İhmallere göz yuman erkândır, devlettir, hükümettir. Emri ben verdim diye! Ortalıklarda gezinendir. Zatı muhteremin yukarıda saydığımız demeçlerine, hakaretlerine ve şiddetine karşı olarak, derlenip toparlanıp da mücadeleye girişmeyen muhalefettir. Her şeyi kendi çıkarları için düşünen, taşınan hep buna çabalayan; ancak üç saatlik grevlere karar verebilen, onu da yarım yamalak koyan sarı sendikaların varlığıdır.
Sokağa çıkmaya yasını ve öfkesini! Neden sorusuna yanıt arayanları, çabalayanları bunu ortaya dökenlerin hemen tümüne karşı biber gazından emir aldıkları erkin başı gibi sinkafların birbirini hiç yalnız koymadığı bir uzamda bir haber kalıp hayatına devam edenlerdir. Bu ülke, ezelden bugüne hep bu körlük, her güne sığdırılan bir dolu zorbalık, tedhiş, kıyam ve katliam arkası örtbas edişler ve kısır döngüler ile heder edilen bir tarihe sahip oldu. Ciğerimiz, canımız, ruhumuz dün o aralıklarda dün Roboski’de, dün Reyhanlı’da, dün Lice’de, dün Amed’de, dün Gewer’de, dün Artvin’de, dün Bergama’da, dün şu sathın mahallin herhangi bir noktasından bir kuytusundan can evimizi vurdu.
Her defasında da bu son olsun dediğimiz cümleler kurulurken bir sonraki kıyametin yolları arşınlandı! Her defasında bir daha asla dediğimizde bunun arkası daha büyük yıkımlar ve acılara dönüştürüldü. Bugün Soma’dayız, bugün Soma’nın ucunda, bucağında, o madenin kapısının ağzında, kıyısındayız. Bugün insana devlet gözetiminde-özel sektör eliyle mezar edilen, ölen canların muamma konulduğu bir katliamın tanığıyız. Bu sefer unutmayacağız, unutturmayacağız. Her gün bir işçinin can verdiği, işçi cinayetlerinin menzilinde bir hayatın daha yok edilmesine artık müsamaha göstermeyeceğiz. Cehennemin tam da ortasındayken hasbelkader yaşamaya çabalanırken laf ola değil hakikattir artık kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!
16 Mayıs 2014 Cuma
Akın Olgun yazdı… İçinizdeki Devleti öldürün
İçinizdeki Devleti öldürün
Açılacak o zaman gözlerimiz. Yaşamımızın üstüne salınan bütün sisler kalkacak. O zaman anlayacağız yaşamın ne kadar değerli, gerçeğin ne kadar berrak ve katillerin ne kadar sefil olduğunu. Anlayacağız ki yerde yatan cesetler, kamyonlarla taşınan tabutlar hepsi bizim için. Anlayacağız ki, ölüm ve öldürülenler hemen kapımızın eşiğinde. Henüz kapıdan girmedi diyerek ferahlattığımız duygularımız geçici bir hevesten ibaret sadece.
Anlayacağız ki, her yıla, her aya, her güne tıka basa istiflenen cansız bedenlerimiz bizden uzak değil. Bir vedalaşamama mesafesinde sadece. Anlayacağız ki, aynı geminin içinde değiliz. Gemileri yürüsün diye motorun çarkları arasında öğütülenleriz sadece. Hiç doymak bilmeyenlerin, ölülerimizi üst üste yığıp, sırtlarına basa basa tırmandıkları tepelerden seyrettikleri ufuk çizgisinde bize yer yok.
Acıtmıyor mu kalbinizi artık hiçbir gidiş? Bilin ki içinizdeki devlet rahatlığıdır. Umursamaz, halden bilmez, hemhal olamayışınızın tek nedeni içinize monte edilen devletin insansızlığıdır. “Güzel öldüler”, “Ölüm bu işin kaderinde var” diyen o yüksek ölçekli sese ses katarak onayladığınız cinayetler, bir gün kapınızı mutlaka çalacak ve o günler sandığınız kadar uzak değil bilesiniz. Bir sonraki sizin çocuğunuz, sizin kızınız, sizin kardeşiniz, sizin anneniz, sizin babanız olduğunda “Amin” diyemeyecek kadar ağır gelecek her şey.
“Ölenle ölünmez” diyenlere inanmayın. Her ölüm yanında taşır yaşayanları. Geride kalanların hafızasında, anılarında yitirilenin yarası iyileşmez. Yudumladığınız, izlediğiniz, daldığınız, dinlediğiniz her anda hatırlatıverir kendini.
Annesini yemek yaparken, babasını ise başında baret ve baretin üstünde etrafı ışıldatan bir lamba koyarak eve gelmesini bekleyen o madenci çocuğunun resmettiği o anlar artık yok. Baba hiç eve gelmeyecek. Resimlerden de çaldılar onu. O çocuklar kamyonlarla taşınan tabutları çizecekler artık.
Ve;
Madenden 15 yaşında bir ölü çocuk çıkarılıyor. “15 değil 19” diyerek bir yaş iddiası hiç bırakmayacakları koltukları üzerine kuruluyor. Genç öldürmek bir an için makbul şimdi. Ne diyelim size? Her türlü “denetimi” yapılmış o maden ocağından cansız çıktı o da. Çocukları, gençleri öldürmenin, öldürüp yuhalatmanın üzerinden birkaç kez daha geçecekleri ve böylece bilye ile devleti yıkmak isteyenlerin canına ot tıkayacakları zevkten mahrumlar şimdilik. Çocuk bedeninden nasıl kar edileceğini bilecek ustalıktalar. Nüfus genç, ölümler de öyle… Ve sesleniyor Usta: “en az üç çocuk üç.” Neden? Sermaye doymak bilmiyor. Bir avuç zengin için çocuklar doğurup, hizmetlerine vereceğiz, şanslı olanlar ve doğuştan şanslı olanlar yukarı çıkacak, ötekiler onların ucuz iş gücü olarak köleleşecekler. İçinde hiç oturamayacakları, o sonradan görme rezidansların, kulelerin, gökdelenlerin hemen dibinde naylon kaplama çadırların içinde yanıp kül olacaklar. Mevsimlik işçi olarak istiflenecek ve ölümleri haber olmayacak kadar ‘değersizler’ olarak kalacaklar. Tersanelerde kolları kopacak, yaptıkları köprülerin altında kalacak, çöken binaların enkazında ezilecek, “düşerek, kayarak, dikkatsizlik sonucu öldü” haberlerinin içine, ölümleri yine kendi hataları olarak ima-n edilecek. “Kaza” süsü verilmiş cinayetlerin resmiyetini ise “iş kazaları” olarak meşrulaştırmaya devam edecekler.
Usta’nın soytarıları fırlıyor her cinayetin arkasından. Yalakalık şenliği kuruyorlar her yere. Bu nasıl bir tepinme demeye kalmadan biniyorlar tepenize. İçimize devleti inşa ediyorlar. O kefenli gösteriler, o yüzbinlerin bir anneyi yuhalayışı ve anneler gününde bile “elinde sapan, cebinde patlayıcı madde bilyeler vardı” diyerek yaptığı konuşmaya tutulan alkışlar, “güzel öldüler”, “madenciliğin kaderinde var” deyişlerindeki vicdansızlık hitabetlerine sunulan teşekküllü onayların hepsi ama hepsi Soma’da hayatını kaybeden madencilerin zanlılarıdır.
“Acıların üzerinden siyaset yapıyorsunuz” diyerek ortalığa salınanların, “tabutlardan başlayarak tüm eksiklikleri tamamlıyoruz” diyen o Bakan’ın, hepimizi toptan gömüp kurtulmak istediklerini biliyoruz.
Ama durun bir dakika.
Burnunuzdan fitil fitil getirmeden hiçbir yere gitmeye niyetimiz yok…
(devamı yarın BirGün de)
14 Mayıs 2014 Çarşamba
Misak Tunçboyacı yazdı…/ Hayat kimin elinde, hayatımız nerede!
“Politika, toplumun eksikliğini idare etmektir.” – Ernesto Laclau
Hemen her konuda tavrın dünün ataletinden fersah fersah uzakta hızlandırıldığı, devinimi arttırıldıkça hep bir şeylerin hafızanın kıyısından öteye ötelendiği, derdest edildiği, işin doğrusu unutturulduğu, buna çabaların karşılıksız konulmadığı bir merhaledeyiz. Bulunduğumuz zaman öylesine heyulalar ile patavatsız bir koşturmacayla geçiştiriliyor, üst üste vakıalarla hemhal ettiriliyor ki olan bitenleri hatırlayabilmek hep önemli bir meseleye eviriliyor. Hatırlamak düne ait, dünde yaşanmış, başa getirilmiş, yolu ve bucağı insanla kesiştirilmiş olan şeyleri sıklıkla yinelemekten ibaret değildir. Cana dokunanın, başa getirilenin nasıl belirli bir rota ve düzen takipçiliği ile oluşturulduğunu göstere gelen bir aynalamanın kendisidir.
Korkulara teslim bayrağını yeniden bir kez daha çektirmek için; halka, eldeki tüm imkânların seferber edilmesini teyit etmektedir hatırlamanın menzili, bugünü. Düne ait dediğimizin bugünlerde ve şimdi, şu anda yeniden tesis edildiğini görebilmektir hatırlama çabası. Birbiri içerisine lehimlenip artık neredeyse fikslenmiş, cümle ve beyanatların ısıtılıp ısıtılıp sunulmasının, bunların kepazeliği yanında arada sırada değil hep bir değişim vaadinin yinelenmesidir hatırlanan. Hatırlayabildikçe düzenin o şeklinin şemalının tıpkı bir insan gibi huyunun suyunun nasıl bir değişmezlikle hemhal olduğu ortaya çıkacaktır. Korkuyu diri tutarken, bir kez daha sahnenin başat figürü eylerken iktidar, muktedir vaatlerle her şeyin tozpembe bir kurguda olduğunu biteviye öne sürmekte bundan da hiç gocunmamaktadır. Fikri sabitlik sabık aklın tahayyülleri ve istisnasız her şeyin her vurgunun, imi ya da çağrıyı derdest etme gayreti, didişinde aslında nasıl bir ülkede yaşadığımız bahsini de yeniden özetleyecektir. Sabit kaldığımız yerin izaha muhtaç olduğu kesindir.
Geçtiğimiz, geçmiş sandığımıza dair olarak bir kaç çanak çömlek parçası işte, affedersiniz x’ler ya da y’ler, biliyorsunuz bunlar; bilmem kimler kimlikler, meslekler, hainler yafta çeşitlemeleri, hep bir kusur bul(un)acak bu muhalifler gibi üst cümleler ile bu döngü biteviye yinelenmektedir. Hızlandırılan şey, sık tekrarlanan bu cümle kalıpları değildir sadece onların gölgesinde yıkımın sıradanlaştırılmasıdır. Yıkımın, zapt-ı raptın çat kapı denk getirilebilirliğidir. Sıradanlaştırırken olağan için hamleler eylenirken yolu, yıkım üzerinden şekillendirmektir tüm gaye ve gayret. Yekûnda, vesikaların istifinde karşılaştığımız ne onun ne bunun ne de şunun ya da berikinin derdidir, hepimizin başına getirilenlerdir muntazaman. Sıradan sanılanlar en çok yara verenlerdir hala. Doğru zıvanadan çıkartılırken eğri ve eğreltinin el üstünde tutulmasıdır dert dediğimiz. Kani olunup, makul görülmesi zikredilenler kepazeliklerdir tastamam.
Eksiği gediği bolca olan ülkede sırça köşklerin varlığının muhafaza altına alınması gayreti düşündürücüdür işte çoğu zaman bu bahiste. Behemehal devreye konularak sıraya dizilen, karar hükmünde kararname, yasal düzenleme, meclis alt-üst komisyonlarının elinden gelenler bunlardır. Bütün dediğimiz birbirine karşılıklı olarak hamlelerle beraber paramparça eylenmektedir. Her alınan tedbir, her gizlide saklıda alınan onay her halka kapalı görüşmede vurgulanan o beylik cümleler bunun içindir. Yerle yeksan edilen hayatlarımızın gerçekliği ve daimiliği adınadır. Hayata kastedişin bitmek tükenmek bilmeyen suret ve aşamalarıdır. Birbirine uzak gibi görünse de her yere yayılıp yaygınlaşmış olan her küçük nokta birleştirildiğinde ortaya çıkan yeni Türkiye şablonu eskinin izlerini birebir takip etmektedir ikiletmeksizin budur. Teyit etmeye gerek duyulmayacak bir biçimde unutuş ‘yeni dönüşümü’ beraberinde sağlama almaktadır. Yeni’ye ulaşırken eskinin her fenalığı da modernize edilmektedir.
Muktedirin aklı fikri, eylemi ve her bir şeyiyle şey şey diye sayıklarken yapmaya çalıştığı şey unutturabildiği kadardır. Unutturabildiği kadarında yapıp ettiklerinin toplamıdır yeni Türkiye söylemi ve gerçekliği. Sorgusuzluk cismanileştirilirken, somuta dönüştürülürken, kalıt gibi yükseltilirken, yapım çoktandır su almakta, yerin dibine göçmeye ise adım daha yaklaşmaktadır. Ne mihrak ne hain ne başka bir müsebbip kesintisiz bir sonuç / failin kim olduğu ortaya çıkmaktadır. Özetlenirken kısaltılan yaşadığımız bu hayatın donuk bir rutine, yaşatmayan bunu aklından bile geçirmeyen bir tahayyüle doğru koşturulmasıdır. Ne ki nasıl olsa unutulan bakiyedir. Ne ki nasıl olsa bizden sonrası tufandır şartlanmışlığıyla ol rahatlıkla zikredilebilmesidir. Gizli kapaklı, yapılmaya çalışılanlar kapalı devreden sızdırılanlar sayesinde bir kez daha bir kez daha kendi gerçeğini, yalın olanı atfetmeye görünür kılmaya ama ve fakatlardan azat etmeye sürüncemesiz devam etmektedir.
Milyonların yerlisi yabancısı ama hep para birimi cinsinden bahsinin sağlı sollu havalarda uçuştuğu, saatlerin, kasaların, köşklerin, yiye yiye doyulmayan rantların, pazarlıkların, ihalelerin illa ki al takke ver külahların ikliminde ört basın mümkünatsızlığı meydana çıkmaktadır böyle böyle. Yok yok yok, en baştaki sözlerin üzerine daha fazla yalandan mürekkep bir savunuş icra edilmek istenirken aklıktan çok kapkaranlık, tamahtan çok yağmacılık ülkeden çok kişisel çıkarların ve aklınıza düşebilecek her şeyin kullanılmasının tahrif edilmesinin suretleri resmi geçit yapmaktadır kestirmeden. Yalanlar saklandıkları deliklerden hayatımıza karışmaya devam ederken itinayla olan biten şey neo liberal tahakkümün yapıp ede geldikleridir. Hep aynı cümleler ile yolumuz denkleştiriliyor, birleştiriliyor gibi görünürken, böylesi bilinirken; tam tersi istikamet uzamında her şey olmakta yapılmakta ve hakikate ulaştırılmak için hınçla linçle teşvik edilerek önemsenmektedir, üstelenmektedir.
Ezberlerin bu ülkede her hangi anlama çıka geldiği az çok görülen ve bilinen bir hadisedir. Yeni olarak aksettirilen işte o yarım ağızlılığın dile döktüklerini tamamlayan, naçarlığı el üstünde tutan, dert yokmuş gibi davranan bir sonucun kendisidir. Kelam, söz dizimi, meram, belki hiçbir şeyi değiştirmese de dünden bugüne erkanın, devletlunun güç istenci üzerinden yaptıklarını örnekleyecektir. Güce sahip olmak için gözden çıkarttıklarını gösterecektir. Sıradan olanlar ile onun sahibi, sonsuz hükümdarı olduğunu duyuranların karşılaşmalarında bu tahlilin izleri yer almaktadır. Bahsettiğimiz bir muamma değil insanlık tarihinin başlangıcından bu yana süre giden bir heyuladır. Geçmişin göçerliğini yerinden yurdundan ettirmeyi savaşı öne sürerek, ilhak edilen yerde yeni bir ülke kuracağız diyerek eyleyenin modernleştikçe tehcirden, mübadelesine, oradan sürgününe, fişlemesine soy kodu uygulamasına sanal hedef gözetimlerinden, canlı yayında ithamlara her şeye ve her konuya müdahilliğe varan öncekiler kadar ağır sonuçların artık düğmelere, komutlara bağlı olarak şekillendirilmesidir.
Gerçekliğin bahsi şudur hayat ipoteklenip, belirli bir bedel karşılığında satın alınabilip, üzerinde her hakkın değerlendirilebildiği bir akış toplamına evrimidir. Eskiden; saklı gizliymiş gibi olanlar, yapılanlar bugün her yanımızda gözetleyen gözlerle, analiz kasan yazılımlarla, durmadan kaydeden kameralar, fiber optik kablolar ile göstere göstere eylenmektedir. Mutluluk veri araştırmasından, hiç kimselerin kullanmadığı materyallerle ölçülen enflasyon oranlarından, ekranlardan arasız, essiz gösterilmeye devam eden kimi mesajlar ihtiva eden kurgulamalarla bu pekiştirilmektedir. Resmi söylem, devletlû dili pespayeliklerden kendine mağduriyet çıkartmak konusunda yarışırken olan biten eksiği gediği değil tastamam halka kesilmesi gayretidir bunlar. Defolu sistem itinayla dönüştürülmektedir. Defolu sistemdeki açıklar artık göstere göstere kanatılmakta, bir seyirliğe dönüştürülmektedir.
Her seyirlikte olduğu gibi miadı dolana kadar, kullanım ömrü geçene kadar bir heyula süre gitmektedir. Gerçek böyle midir, böylesi bir sığlıktan ibaret midir? Defolar dökülmeye, yerine dikilen yamalar sökülmeye terzinin bile şaştığı icraattan icraata koşulurken sorulması gereken, yol nereyedir? Durmaksızın kendini tekrar edenin tözü tastamam yıkımın yeniden paketlenmiş haliyken yinelenmelidir – yol nereyedir? Biteviye tekrarlarda sıklıkla değinilen, Gezi Direnişi’ne dair göndermelerin sonuncusunda yine hazretin dilinden dökülen nefret bir kez daha kapımızın eşiğinden içeri girmişken yol nereyedir? Doymak bilmeksizin insanları kırdırmak, onları birbirlerine düşürmek, ayrıştırmak için nifak arayıp duran zevatın başının yine yeniden bir çocuğu diline doladığı, muhatabı olduğu bir yetişkini eleştirmek için onun adından, sanından, ailesinden, sapanı ve hayattaki konumundan cürümler ortaya çıkartmaya çalıştığı garabetlikler varken cidden yol nereyedir?
Yetmemiş midir, kanıksatmaya çalıştığı tahakkümünü kabul ettirmek adına daha kaç kez, bugünkü anneler günü olduğunu da göz ardı ederek söyleyebildiği şeylerle insanım diyeni yerin dibine sokacak lafazanlıkları yinelemekten kaçınılmamaktadır. Nereye kadardır, Berkin Elvan’ın katline dair örtbas çabası kamuoyu sayesinde aşılmaya çalışılırken birilerine, o çok dillendirilen paralellerde olduğu gibi işaret-mesaj mı verilmektedir. Lağım çukuruna dönen reel politiğin haddizatında ki kepazeliklerinde siyasi çekiştirmelere konu edilecek kaç çocuk vardır, kaç anne, kaç baba. Dile getirilenler, bahsedilenler bunca kolay cümle haline dönüştürülebilecek şeyler midir? Hiçbir şeyin hesabının verilmediği bilinmesinden midir, Berkin gibi diğer Gezi Direnişi sırasında kaybettiğimiz canlarımızın davaları muammada konulmakta, belirsizlikten belirsizliğe sürüklenmektedir. Varsa yoksa darp, harp biber gazı, cop, soruşturuyoruz, yapıyoruz, aldık mesajları mamafih nato kafa nato mermer! ee nereye kadar?
Her güne gündem belirleme konusunda, her güne kendine karşı bir cephe açma, afişe etme konusunda eşikleri, rekorları kırmaya doymayan muhteremin acaba Mülkiye Kılınç’tan haberi var mıdır? Korkuyu kaç kuşak daha taşıyacak, sırtlanacak yükü bilecek. Haddi hududu kaç kuşak daha belleyecek, böyle böyle öğrenecektir. Kitaptan bomba suçun temeli, yakılması gerektiğinde mümkün bir şey olarak bahsedilebilirken bir de sattığı kitaplar yüzünden bir kadının, ikiz bebekleriyle beraber mahpus edilmesinin izanı, izahatı var mıdır? Var mıdır acaba böylesi bir korku yaymak hayata başka bir yerde, uzamda. Mülkiye Kılınç’ın sesi kendi aramızda, sokaklarımızda, yanı başımızda yankılanmaya devam ediyor, biteviye hala ne olacak halim diye soruyor haklı olarak, ne olacak halimiz ve ahvalimiz, hepimiz mi içerideyiz, hepimiz mi mahkûm edilmişiz.
Bunun böyle olduğunun, devletlûnun ağzına sakız ettiği, had bildirmek için isimlerini kullandığı kadınların, çocukların, haklarının gasp edilmesinin bir başka hamlesi, iki ve dört yaşındaki çocukların annesi Nazan Dikici’yi mahkûm ederek kendini göstermiştir. Amed’deki 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşulları ve sağlık durumuna dikkat çekmek için yapılan bir gösteri ile 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde düzenlenen mitinge katıldığı gerekçesiyle, “örgüt propagandası” yapmaktan yargılanan Dikici’nin suçu ihsas edilerek on aylık bir mahpusluğun yolu açılır, çocuklarıyla. Gökyüzü yetişkinlerden çalınırken, şimdi sıra çocuklara, bebeklere de gelmiştir. Karanlık kendini güncellerken bu menzilde yaşamanın direktiflere uyup her bir şeye itiraz etmeden yaşamaktan geçtiği yeniden hatırlatılmaktadır. Ana akımın neredeyse önemsemediği böylesi derdest edişler, mahpusluklar, soruşturmalar, bitmeksizin terörist bunlar imalatının akıbetini öngörebilmek mümkün müdür? Yineleyelim yol nereyedir, gidişat nasıl bir ülkedir.
Açılımlar, süreçler, ilave tedbirler, hiç bitmeyen ötekileştirmeler, yaftalamalar vesair unsurlar tek kelime karşılığını bulur; rezalet. Kepazeliğin, arsızlığın, hadsizliğin kural tanımazlığın götürdüğü yer laf olsun diye değil böylesi bir sonuçtur işte. Sırtta taşımaya devam ederken yükler, benlikte taşınmaya devam edilirken ağıtlar ve ağrı bir akılda yer ederken her daim ve cevapsız sorular rezilliğin düzeni denilenin elini neden bunca hızlandırdığını da anlaşılır kılacaktır. Yoksunlaştığımız yer maddiyat değildir işte üzerimizde kalanların, gidenlerin, hesaplarının her yöne bunca çok sıkış tıkış keşmekeşe konulmasıdır. Yok, sayılmaların sıradan bildirilmesidir, inlerine gireceğim dediklerinin kendi halkı olduğunun, sapan, misket, taşısa da taşımasa da kitap satmış olsa ya da sadece görünmüş olsa da bir yerlerde insanların bu ülkede rehin edilmesinin, korkuya mutlak teslimiyetinin sağlanabilirliğinin ilan edilmesidir yoksunluğumuz.
Wan’ın Xaçort mahallesinde, henüz on yaşındaki bir çocuğun hayatına kast edişin sorgulanmamasıdır yoksun kaldığımız. Sindik mi hep beraber! Her güne sıkıştırılan, lebalep doldurulanlar öylesine çok ki hangisi acı, hangisi ağrı, hangisi dert ve kalıcı yanıtlar beklenen konular birbirine karışmaktadır haddizatında böyle böyle. Laf değildir işte işin içerisinden çıkabilmenin o zor halidir yoksunluk. Dertlerin ihmal edilebilir bir mesele sıkıştırılmasıdır yoksunluk. Dünün ve bugünün fecaatinin yarına taşınma gayretkeşliğidir ol yoksunluk. Demokrasi tabeladaki bahse dönüşmüşken tek bir sözün, eylemin yaşa dışı bilinmesidir yoksunluk. Zamanda geri dönüşlerin ülkesidir burası. Geri dönüşüm kutumuz lebalep dolu tıka basa sayelerinde, eyledikleriyle. Hiçbir şey eskimemiş gibi yeniden karşımıza çıkıyor o tıka basa dolu olandan, bu ülkeden. Bir yerlerde unuttuğumuzun resmigeçidi, tekmili birden paylaşılmakta o aralıkta geri dönüşüm kutusundan.
Kervana düzülen, hızlandırılıp ilerletildiğinden dem vurulan medeniyetimizin nasıl kadük kaldığının aynalayıcısıdır haddizatında. Her şey makul karşılanabilir, mubah sayılabilir ve tabi ki mübalağasız örtbas edilebilir, kanıksanabilir şıklarının hazin gerçekliğidir karşılaştığımız. Ne derinde bırakılan iz, ne yaşanan sarsıntı, ne boyumuzdan büyük tahrifat ve yıkım varsa yoksa erkanın refahı, mutluluğu ve huzurudur dert diye önümüze çıkartılan, bu mudur bahis? Unutturulmaya çabalanılanların refakatinde, hayatımızdaki ayrışmazlığında, her erk müdahalesinin aynı zamanda kabağın başımıza her daim patladığı bir menzil olduğunun bilinciyle her gün tekrarlıyoruz, hatırlıyoruz, kanıksamıyoruz, unutmuyoruz. Yeter artık anlamlı gelene kadar, işitilene kadar, çocukların, kadınların, erkeklerin, onun bunun hepimizin derdinin yaşamak olduğunun idrakine ulaşana kadar anlatacağız bu gayya kuyusunda.
Gözyaşlarımız birleştirmişti o aralıkta bizleri. Sözüm ona sıkıştırıldığımız yerde görünür olmuştu derdimiz, tasamız, nedenlerimiz, sızılarımız! Ne erkânın hiddeti, ne boyuna söyleye geldiği ahkâmları, ne de bu ithamları. Akıttığımız gözyaşları hep o unuttuğumuz sanılanları hatırlatmaktaydı, eksiksiz noksanız. İşittirinceye kadar, yetti artık duyuluncaya kadar, o hesaplar sökün edinceye kadar. Direniyoruz… Susmuyoruz… Hesap Soruyoruz.
13 Mayıs 2014 Salı
Bir saatini alabilir miyim?
12 Mayıs 2014 Pazartesi
İşe yüreğini katmak
10 Mayıs 2014 Cumartesi
Gördükleri ancak kendi anladıkları kadar olacak
9 Mayıs 2014 Cuma
Murat Duran/ Tarihsel katmanda sıkışan öteki
Cezayirli bir Fransız Yahudi olarak büyüyen Heléna Cixous’un bir pasajı dikkate değerdir: “ her şeyi bu ilk manzarada öğrendim. Beyaz(Fransız), üstün zenginerkil, medeni dünyanın iktidarını, proleterler, göçmen işçiler, ‘doğru’ renkten olmayan azınlıklar gibi aniden ‘görünmez’ olan toplulukları bastırmanın üzerine nasıl inşa ettiğini gördüm. Kadınlar… insanlar olarak görünmeyen fakat elbette aletler olarak algılanan kadınlar… hep yok edici diyalektik bir büyü sayesinde. Büyük soylu ülkelerin kendilerini yabancı olanı kovarak inşa ettiklerini gördüm; ortadan kaldırarak değil dışlayarak, köleleştirerek. Bu tarihin bildik bir jesti: iki adet ırk olmak zorunda- efendiler ve köleler.”
Yukarıdaki pasajda Heléna Cixous’un içinde yaşadığı durumu Hegelci ve hatta dolaylı olarak Marx’ın tarihselliğini içine alarak post-yapısalcı ırkçılığı, sömürgeciliği, cinsiyetçiliği iç içe dokumuştur. Hegel ve Marx’ın bu denli farklı yorumlanması dikkat çekicidir. Çünkü ‘tarih’ Marx için bir kurtuluş yolu olarak görülürken Cixous için zulümlerin hikayesidir. Büyük ülkeler kendilerine benzemeyen yabancıları, ötekileri artık ortadan kaldırmak yerine daha yumuşak daha görünmez bir yol seçerek, dışlayarak ve kovarak kendilerine bağımlı olmalarını öğretmiştir. Bu yolla kendi hakimiyetleri altına almayı seçmişlerdir.
Tarih ancak kendini tehdit eden ötekinin karşısına dikildiğinde, onu sindirdiğinde ilerleyecektir. Bu durum efendinin yanında mutlaka bir ötekinin- kölenin varlığını şartlandırıyor. Köle olmadan efendi, efendiliğinin hazını yaşayamıyor. Bu durum şimdiye kadar deneyimlenmiş bütün üretim ilişkilerinde de görülmüştür. Gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiğine göre bu sistemli diyalektik kendini, hep başka formlara dönüştürse de devam ettirmiştir.
Aynının ve ötekinin diyalektiği içerisinde teorik bilginin bu ikisi arasında döndüğü görülmektedir. Bu türden bir bilgi dışa dönük bile olsa bir benlik merkezinde toplanmıştır. Tarih ötekiliğe tahammül etmediği gibi onu tamamen ortadan da kaldıramaz. Çünkü ona ekonomik anlamda ihtiyacı vardır ve kendine dahil etmek ister. Sahip olduğu hükümran bilgi ile dolaylı belki de doğrudan ötekinin ne kadar zavallı olduğunu belirtip ona imkanlar sağlayarak aynı olana benzemesini ve kendisinden uzaklaşmasını-yabancılaşmasını ister. Cixous’a göre psikanalitik teori bile tarihi sahiplenein tarihinden ayırmamıştır. Ataerkil yapılar korunarak ve onun üzerinden açıklayarak muktedirin yanında bir görüşle mitolojik hikayelerini destekleme arzusuna gidilmiştir Tahakküm eden aynıya göre öteki bilinçsizdir, öncelikle bilinçlenmesi gerekir. Ötekinin de kendi arasında kümelendiği gibi bilgi hep iktidardan yanadır ve öteki olan ise bu süreç içinde onu arzuluyor olma ideasından öteye gidememiştir.
Marksist sınıf teorisinde; feministler, siyahi milliyetçiler, eşcinseller ve farklı etnik mezhepler içinde olanları “unutulmuş” olmalarından dolayı şikayet eder. Nitekim ulusların kendi haklarını tayin etme fikri bile marx’ın değil Lenin’in fikridir. Bütün ötekilerin işçi sınıfı içinde olmalarını üretim ilişkisi ile açıklanmaya çalışılsa da M. Faucault’un dediği gibi bu evrensellik öteki grupları karanlıkta bırakmakta, bunun yerine tekilleştirerek özne ile öteki arasındaki ilişkinin sınırları açığa çıkarılmalıdır.
Burada önemli olan nokta tarihselcilik içinde diyalektik gelişen, zorunlu geliştirilen efendi- köle ilişkisinin aydınlatılmasıdır. Meselenin özüne, tümelden tikele inildiğinde kazılan kuyunun derinliği karşısında şaşkınlığımızı gideremiyoruz. Ve ona tepeden baktığımızda ne kadar derin olduğuna inandırsak da kendimizi gerçek şu ki bulanıklık derine inildikçe daha saf bir hale dönüşüyor.
Murat Duran
5 Mayıs 2014 Pazartesi
Misak Tunçboyacı/ Dert: Can Yakanların Saflarında, Rahatınız Yerinde mi?
Dert nedir; soluk almaksızın zikredilip, isyan edilen, hakkaniyetsizlik yahut ta adaletsizlikten dem vurulan mıdır? Bir aracı mıdır? Uluorta eylenip, katara eklenip, ambalajı değiştirilip, gün aşırı servis edilirken buyurun buradan yakın denilenlerin karşısında dert nedir ve necidir? Düpedüz günü geceye rehin eden karanlık mıdır dert denilen? Müsebbibi bir ömür boyu bulunmayan yalanlar mıdır? Her yalanın ardının bir küçük kıyamet barındırıp gerçeğe dönüştürüldüğü yerde dert aslında neye denir? Dert olarak ne atfedilebilir ki; doğrusunun o olduğu anlaşılabilsin? Kesintisiz, dolambaçsız ve yalın olarak ifade edilebilsin. Sese ve söze katılanların neden bunca çokça çeşitli, derinlerde bir yerlerde kopan çığlıkların can kırıklarının derdin ta kendisi olduğu teklemeksizin ifade edilsin, karşılığını bulabilsin?
Dert, bir anlam olarak kırılma ya da denk gelen felaket istifi midir? Birbirleriyle buluşturulan, soluğunu ve tek kelimesini anlamadığımız dillerde dökülen ağıtların toplamı mıdır? Dilini anlarsak, birbirimizi kaybettiğimiz o babilon kulesi efsanesinde atfedilenler gibi görüp de idrak edebileceğimiz hiçbir surette ayrıştırmayacağımız bir meselenin kökeni midir? Dert nedir; nedendir bunca hızlı giden zamanlarda bile kendini hiçbir surette ırak bir yere konumlandırmaz, uzağımıza gitmez, gitmesine müsamaha edilmez? Yok oluşların kıyamların sürgünlerin, tahrifatın, dönüşümün birbirlerine bağlanan bunca şeyin insan eliyle kotarıldığı, yapılıp, reva görüldüğü bu yer yüzünde dert nedir, necidir? Kopkoyu karanlığın sınırlarını durmaksızın geliştirdiği bir uzamda neresinden başlamalıdır derdi tanımlamaya?
Dert tanımlandırılabilir, bir cümleye sıkıştırılabilir bir şey midir? Hepsi yahut ta daha fazlasından mürekkep midir bu tanımlamaya haybeye çalıştığımız can sıkan meselenin özü? Hepsinden bir parça bulabildiğimiz yekûn tastamam derdin sınırlarını gösterir mi? Sınır dediğimiz tahayyül edilenin sonsuzluğunda, ihtimalden veriden çok daha derli toplu bir uzamın kendisiyken katılır mısınız? Yaşama dair, ona karşı olarak temellendirilmiş her hamlenin, görünür kılındığı bir mefhumdur dert. Yapılan, edilenlerin şiddeti arttıkça, kademesi ilerletildikçe erkânın, gücü elinde bulunduranın herkese pay ettiği her birimiz için ayrı bir piyangonun vurduğu bir makamdır dert. Uzaklardan biteviye tekrarlardan tanımlama çabasından çok işimize işleyenin kendisidir dert. Böylesi piyangolardaki amortilerin sonuçta derde çıktığı bir uzamdır layığıyla bu labirentimsi notu derleyecek kelime. Ya onlardansın, ya da bunlardan döngüsü, karşılaştırmasıdır biteviye. Ne ki yaşadıklarının tam ve eksiksiz karşılığı hiçbir türlü yoktur. Anlat anlat heyecanlı oluyor menziline birileri için takılı bırakılan bizatihi budur. Dert ortada kocaman durandır. Pejmürde bir ağlaklığın kendisi değildir hiçbir zaman. Ne önemsenmiştir ki derde derman olunabilsin işitilip çözüm aranabilsin. Reçete yazılıp çözüm yoluna gidilsin. Erk elinden çıkan, dönüştürülen, yerilen ve yerin dibine sokulan, yaftalanıp durulan özdür hayat denilen maratonun her
anında hatırlanandır o dert, derdimiz. Yalnızlaştırıldığımız yerde sözün başlaması gerekirken anlamak için, daha fazla nifak tohumudur çünkü hep yapılıp edilen. Yüksek mevkilerden halka karşı alınan kararlardır hep bir milli, hep bir bütünlük, hep bir düşman çatlatma beton millet sakarya adına ve yoluna binaen koşutlandırmalardır. Koşullandırdıkça dünün şerri diye anılanların bugün daha da beterleriyle cebelleş olmamız bundan, bu istikametten ileri gelmektedir! İlerleyen demokrasimiz ise sözde kalmaya mahkûm özde hiçbir varlık göstermeyendir. Aşıldığı varsayılan engellerin, bugün sorunumuz bunlar değil, bu bahisler ve anılanlar hiç değil dolayımlarında, yeniden canlandırılmış derdin hem konumunu, hem varlığını cismanileştirmektedir. Derdi görünür kılmaktadır tüm anlamlarıyla birlikte. İlelebet damgalandığımız yerdir işte. Sual olunan bahsi açılması gerekenin değil adının anılması, değil layığıyla reel politik-tahayyülden kopartılması varsa yoksa daha derinlere, karanlığa çekmektir maksat. Dert mi, dert kimin umurundadır ki? Karanlığı diri tutmaktır kalıcılaştırmaktır gayret edilen. Oysa ne dünümüz, ne günümüz büyük ihtimalle yarınımızda da tam tersi için avazı çok, sesi diri, yazını her gün daha çoğaltarak, “Başka bir dünya…” diye söze başlarken bu sarmalanış, kuşatma fecaattir. Fecaatin kendisidir.
İkiletmeksizin devreye konulan kararlar, birer ferman gibi hayata kasteden bir algının nüvesi, doğal öğesidir. Erkin imkânlarını seferber ettiği bir deney silsilesidir. Her hamlede derdin kimliğini, çokluğunu parça parça azaba dönüştürmektir bir cümleyle. Yaşadığımız zamanın nasıl bir karanlıkla hemhal ettirildiğinin vurgusudur, karşılayıcısıdır. Azab dün ile yarını birbirinden ayrılmaz kılandır işte, adım adım neredeyse durmaksızın bir süreklilik dâhilinde. Azaba kestirilen esas yoldur, izandır, sözdür. Parçalanıp, bölük pörçük eylenen akıldır, fikirdir. Tane tane değil paramparça ve unufak edilen. Muntazaman alınan tedbirler, uygulanan talimatlar, daha yönlendirilirken bir iki üç, emir telakki edilen direktifler kasıt içindir, kastetmek. Yağmalanan ve yok edilen, talana açılan rantla birleştirilen neticede topyekun kıyıma uğratılanların hepsi danışıklı dövüşlerle kotarılanların, son kertede zulmü ayrıştırmaz eylemek adına olduğu yinelenesidir. Azap büyütülürken dert kalıcılaşmaktadır. Biber gazı, cop, tazyikli su derken koruma kalkanlığı yapan kolluk kuvvetinin barikatı seyyar mahpushanedir kalıt haline dönüşen. Kafesin belirli bir menzilden görülmediği, ancak dibine varılınca ortaya şıp diye çıkan bir yok edici suretidir. Halkın tahayyülüne sözüne karşı geliştirilen yok etme düsturunun vesikasıdır en alasından. Muntazaman Valibey’in başatlığında şehir yöneticilerince alınan kararlarla, baş efendiye bir kez daha mahcup olmamak, tapelerdeki öfkesiyle yüz göz olmamak için şiddetin zıvanadan çıkartılmasıdır dert. Dert, uluorta her yere ve her meydana seriliyken halen kulakların tıkalı tutulmasıdır. Dert sekiz can derken, demekken bir o kadarına daha çabalanılmasıdır; bugün Şehristanbul’dan, Ankara’dan yansıyan karelere binaen. Kare kare yansıyan şey budur, afakî bir özet değil neticedir. Dert muhalefetin tek ortak gününde zorla yok edilmesidir. Yönerge, talimat vesairenin, konu insan hakları olduğunda, ‘geçersiz bir işlem yürüttünüz’e çıkmasıdır dert. Dert darptır, her yer ve her şekilde devletin kendi yurttaşına karşı bileylenmesi bunu da mübalağasız propaganda ile kanıksatmaya çalışıp, yola devam demesidir.
Yinelenenler, görülenler, yansıyanlar darbe meselinin aslında kime, nasıl, hangi şartlanmışlıklarla yapıldığını da göstere gelmektedir. Mağdurluk üzerine ‘resmi tez’ geliştiren iktidarın biteviye kendisini konumladığı sahanın karşısında esas ezilen halka, her şeyi faturalanmaktadır. Aslolan, mağduriyetin tanımlandırması ya da kim daha zararlı çıkmış değil her daim olduğu gibi tek aklın, tek dimağın ve tek yönün, her şeyi tektipleştirmiş olan zümrenin bekasıdır. Düşünsel tahayyülü yerle yeksan edebilmek için olmadık şeyleri dile pelesenk eden aklın, bugün İstanbul dâhilindeki beş semtte uygulamaya geçirdiği şiddetinden şehrin kalan kısımlarında uygulamaya geçirdiği olağanüstü halden arşınlıyoruz bütün bunları. Bir utanmazlık suretinden bir başka arsızlık düzlemine varabilmek için misket atıyorlar, yüzleri maskeli, ayakkabıları bilmem ne, çantaları bilmem hangi markalardan yedikleri önlerinde yemedikleri artlarında daha hala isyandalar, nankör tohumlar diye avazların birbirlerine iri puntolarla birleştirildiği bir menzildir o zümrenin düşünüp taşındığı. Fikri kanaat önderi diye geçinenlerin iki satır Bir Mayıs aslında nediri bir türlü yazamadıkları, buna mukabil, solun 1977′deki kıyamda sönümlendiğine dört elle sarıldığı bir tragedyadır. Bucak’ların, Oğur’ların, Aydıntaşbaş’ların, Esayan’ların bilumum müesses nizam tasdikçisi gelecek zamanların Barlas’ları, Civaoğlu’ları olmaya namzet aday adayı ismin birbirlerinden perişan açıklamalarından, tweetlerinden bunları okumaktır zümrenin aklı. Bir zümredir ki derdi, tahayyülü hiçbir suret ya da hiçbir nizamda kabul etmeyecek işitmeyecek olduğunu alenen ifşa etmekten kaçınmayandır. Beşiktaş’ın ara sokaklarında eylemci kitleye gaz bombası ve plastik mermilerle saldıran kolluk kuvveti üyesinin katilliğini itirafında saklıdır!
-”Evet, Ethem’i de böyle öldürdük!” ve ardından kahkahalar!
Özetin özetlenişi gibi bir surettir karşılaştığımız bir vekilin ortalık yerde provokasyon icrası için en olmadık şeyi kullanması, hedef saptırması a’sı b’si fark etmez Meclis çatısının altındakilerin halktan ne kadar uzağa kendilerini konumlandırdıklarını hiç uzağa gitmeden göstere gelmektedir. Topyekun bir linç faaliyeti için, çalıştırılmayan otobüs, yapılamayan tarifeli vapur, engellenen her tür ulaşım ihlalinin bir ihbar var gaipten, soldan soldan gelecek bir fenalık var, yine kızıllar basacak ortalık yeri, memleket elden gidiyor lafzı, şarlatanlığın bir başka suretinde birbirine denk getirilmesi ve bu yarım yamalaklıktan bir mayıs engellemesi çıkartılması vardır karşımızda. Engellemeler, biteviye zalimliği kamufle edebilmek için bulunan tedbirlerden birisidir. Oysa dert tam da yanı başımızda, bilmem hangi tv, bilmem hangi gazetenin bir türlü görmek istemediği, göstermediği Okmeydan’larında, Tuzluçayır’larda, Gazi Mahallesi’nde, Şişli’nin arka sokaklarında, Tarlabaşı’nın yıkıma yüz tutan modern ucube binaların inşaatlarının tam arkasında kendini göstere gelmektedir. Acı birbiri ardına sıralanırken, ne biber gazı, ne cop, ne ağza değil de akla gelmesi hayretler içerisinde bırakan galiz küfürlerin, ecdat adına cihatlar icat eden gâvura saldırdığını bağrınıp çağrınıp duran, vatanı teröristlerden kurtardığını zanneden akılların serimlediği bir ülke halidir dert. Nato kafa nato mermer bir ismin canlı yayında bu hükümet işkenceyi bitirdi cümlesidir dert, bunca her şey ulu ortalık yerde görünürken. Biteviye koruyabilmek için aklında kutsal bellediği işte bu devleti savunabilmek için daha yakın zamanlarda cereyan etmiş şeyleri geçtik, Lobna Allami ve Hakan Yaman gibi isimler, işkence mağdurları hayattayken henüz hiçbir sorumlu ortaya çıkartılmamışken salaklığın dik alasına imza atılmasıdır dert! Can yakanların yanında saf tutulabilmesinin mümkünatının sorgulanmamasıdır dert, dert ettiğimiz. Böylesini ne daha önce gördük ne daha önce duyduk diye kendi kendimizi telkin ederken, her yeni gün bir başka zulme şahit yazılmamızdır dert! Doğusunda olup bitenler için yeni haberdar oluyormuş gibi yapanların uykularından nihayet uyandığını umarken, beklerken burnunun tam da ucunda olan bitenlere kayıtsız kalınmasıdır dert. Nakşolunan devlet aklının her birimizi rehin etmeye devam edeceği kendine oyuncak belletmeyi sürdüreceği belliyken kayıtsız kalınması ne ki umursanmazlıktır dert.
Klavyelerden dökülen cümlelerin, iri puntolarla yarın tüm ana akım mecranın klişelerinden dökülecek olan, saçma sapan onay alınmış, alo fatihlenmiş, okanbaybayülgen selfiesi ile donanacak tabi ki işçinin derdinin, Taksim’in öneminin yahut ta insanların protesto hakkının neden zulüm için kısıtlandırıldığının sorgulanmayacağı bir gün olacak. Uyumaya devam mı, uykudan uyanma vakti mi! Hazır istihbarat yasası gözetim ve denetim sınırlandırmaları, ulaşım engellemeleri bilumum hakir görüş, bir dolu hizaya çekme gayreti dört nala giderken, gerçeğe dönüştürülürken uyumaya devam mı uykudan uyanmanın vakti mi?
3 Mayıs 2014 Cumartesi
Akın Olgun yazdı… Siz niye rahatsız değilsiniz?
Cezaevine her yeni gelen, havalandırma duvarına bakıp durur ve derken bir gün “ya şu duvardan atlarsak kaçabiliriz” diyerek fikrini orta yere atar. Ceza yükünü almış ve yıllarını içeride geçirmişler için cevap hazırdır : “Evet ya, biz niye düşünemedik.” Sonra bir firar patlar ve “kaçabiliriz” diyen, yalnız olmadığını anlar.
Esasında özgürlük duygusu bu fikirle başlar. Özgürlük dört duvar değildir, bir şekli, şeması yoktur çünkü. Onu bir şekle sokmaya çalıştığınızda isyan eder ve kurtulmaya çalışır. Kaçmak, firar etmek, özgür olmak, yani duvarları aşmak insanın içini kemiren, haz veren, heyacan katan ve askerleri, gardiyanları başınıza dikerek sizi kontrol altında tutmak isteyenlere verilecek en güzel cevaptır. Özgürlüğü kendi elleriniz ve imkanlarınızla hayata geçirdiğinizde müthiş bir keyif yaşarsınız. Bu keyif, arkanızda bıraktığınız otoritenin sizi koyduğu yerde bulamadığında, yüzünün aldığı ifadeyi düşünmenizle kat be kat artar. Hayal etmesi bile insana heyacan verir.
Dört duvar arasındayız. Başımızda tüm hayatımızı kontrol etmek isteyen bir otorite var. “Türkiye Cezaevi”nin müdürü imkansız olanı yapmaya, yani özgürlük duygusunu yok etmeye çalışıyor. Ne zaman nefes alıp vereceğimizi, ne zaman havalandırmaya çıkıp çıkmayacağımızı, ne okuyup ne okumayacağımızı, nasıl yatıp, kalkacağımızı ve sonuç olarak nasıl düşünüp düşünmeyeceğimizi dikte ediyor bize. Sürekli duvarları kalınlaştırıyor, yükseltiyor, tel örgüler çekiyor.
Özgürlük ölü bir duygu haline gelmedikçe rahat etmez, edemezler. Çünkü bütün diktatörler özgürlükle kavgalıdır ve bütün diktatörler bunu başarmak için akla hayale sığmayan zalimlikleri uygularlar. Kan birikir, ölümün yaşı küçülür, cesetler yükselir. İnsan önemsiz bir nesne haline gelir.
Örülen o kalın duvarların arkasından her gün birileri kaybolur, her gün birileri aramızdan eksiltilir, her gün ölü bir gün olur. Korku sürekli yaşatılması, hissettirilmesi gereken bir araç haline getirilir. Ne yaparsanız yapın hiç bir şeyi değiştiremeyeceğiniz fikri sürekli olarak size hissettirilir. Özgürlük fikri en tehlikeli olanıdır, bilirler. Bu yüzden önce düşüncelerinizi kontrol etmek isterler. Düşünceyi kontrol eden, duyguyu ve bedeni de ele geçirir. Ele geçen, ele geçmeyini de ele verir ve böylece baskı toplumsallaşır, genel kabul, üzerinize oturarak sesinizi bastırır.
Komşunuzun çocuğu katledilir siz “canım elinde sapan varmış” dersiniz. “Ama daha çocuk” der biri, siz hemen “ Ne çocuğu görmüyor musun kocaman adam yahu” diyerek susturursunuz. “Kadına tecavüz edip öldürmüşler” der biri, siz “canım ne işi varmış akşamın o vakti sokakta” diyerek şarlarsınız. Birliğimiz, dirliğimiz, düzenimiz, bölünmez bütünlüğümüz, bayrağımızdan ibaret ezberlerle yaşayıp, her itirazı koşa koşa ihbar edersiniz. Susanlar her zaman itiraz edenleri suskunluğa çağırır. Susanların çağrısının arkasında devlet, itiraz edenlerin arkasında özgürlük duygusu vardır. Suskunluk size yaşam sunar, özgürlük ise sizi insan yapar. Biri “rahat batıyor bunlara” der ve memlekette hiç bir şey olmuyormuş gibi yapabilme hünerleriyle ekler : “ kardeşim neden rahatsız oluyorsunuz ya?”
Ermeniler soykırıma uğramadı, Rumlar yağmalanıp katledilmedi, evlerini, ocaklarını, topraklarını gasp etmedik, kuş bile başka bir kuşun yuvasının üstüne yuva yapmaz ki, biz de hiç yapmadık…! Kürtlerin toplu kemikleri kışla bahçelerinden hiç çıkmadı, Aleviler diri diri yakılmadı, evleri çarpılanıp çoluk çocuk, yaşlı kadın kesilmedi, hiç katliam yapmadık, kimseyi öldürmedik, çocuklarımız hiç kaybedilmedi, başımıza hiç bomba yağmadı, sokak ortasında infaz edilmedi insanlar, kimsenin gözü çıkmadı, kafatası parçalanmadı, anneler çocuklarını parça parça gömmedi, kadınlar öldürülmedi, tecavüze uğramadı, cezaevlerinde tutsaklar çivili sopalarla paramparça edilmedi…
Avazınız çıktığı kadar “Kardeşim asıl sen niye rahatsız olmuyorsun?” diye haykırmak isterseniz, haklısınız.
Bu haykırış, örülen duvarların arasından yankılanır. “Neden kimse firar edip, özgürlüğü düşünmüyor” dediğiniz anda, birileri kulağınza eğilip “özgürlük faaliyetimiz var, katılmak istiyorsan onu hak etmelisin” diyerek uzaklaşır.
“Onu hak etmek”,
“Ben de rahatsızım” demekle başlıyor.
Bütün mesele bu…
(BirGün)