Cezayirli bir Fransız Yahudi olarak büyüyen Heléna Cixous’un bir pasajı dikkate değerdir: “ her şeyi bu ilk manzarada öğrendim. Beyaz(Fransız), üstün zenginerkil, medeni dünyanın iktidarını, proleterler, göçmen işçiler, ‘doğru’ renkten olmayan azınlıklar gibi aniden ‘görünmez’ olan toplulukları bastırmanın üzerine nasıl inşa ettiğini gördüm. Kadınlar… insanlar olarak görünmeyen fakat elbette aletler olarak algılanan kadınlar… hep yok edici diyalektik bir büyü sayesinde. Büyük soylu ülkelerin kendilerini yabancı olanı kovarak inşa ettiklerini gördüm; ortadan kaldırarak değil dışlayarak, köleleştirerek. Bu tarihin bildik bir jesti: iki adet ırk olmak zorunda- efendiler ve köleler.”
Yukarıdaki pasajda Heléna Cixous’un içinde yaşadığı durumu Hegelci ve hatta dolaylı olarak Marx’ın tarihselliğini içine alarak post-yapısalcı ırkçılığı, sömürgeciliği, cinsiyetçiliği iç içe dokumuştur. Hegel ve Marx’ın bu denli farklı yorumlanması dikkat çekicidir. Çünkü ‘tarih’ Marx için bir kurtuluş yolu olarak görülürken Cixous için zulümlerin hikayesidir. Büyük ülkeler kendilerine benzemeyen yabancıları, ötekileri artık ortadan kaldırmak yerine daha yumuşak daha görünmez bir yol seçerek, dışlayarak ve kovarak kendilerine bağımlı olmalarını öğretmiştir. Bu yolla kendi hakimiyetleri altına almayı seçmişlerdir.
Tarih ancak kendini tehdit eden ötekinin karşısına dikildiğinde, onu sindirdiğinde ilerleyecektir. Bu durum efendinin yanında mutlaka bir ötekinin- kölenin varlığını şartlandırıyor. Köle olmadan efendi, efendiliğinin hazını yaşayamıyor. Bu durum şimdiye kadar deneyimlenmiş bütün üretim ilişkilerinde de görülmüştür. Gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiğine göre bu sistemli diyalektik kendini, hep başka formlara dönüştürse de devam ettirmiştir.
Aynının ve ötekinin diyalektiği içerisinde teorik bilginin bu ikisi arasında döndüğü görülmektedir. Bu türden bir bilgi dışa dönük bile olsa bir benlik merkezinde toplanmıştır. Tarih ötekiliğe tahammül etmediği gibi onu tamamen ortadan da kaldıramaz. Çünkü ona ekonomik anlamda ihtiyacı vardır ve kendine dahil etmek ister. Sahip olduğu hükümran bilgi ile dolaylı belki de doğrudan ötekinin ne kadar zavallı olduğunu belirtip ona imkanlar sağlayarak aynı olana benzemesini ve kendisinden uzaklaşmasını-yabancılaşmasını ister. Cixous’a göre psikanalitik teori bile tarihi sahiplenein tarihinden ayırmamıştır. Ataerkil yapılar korunarak ve onun üzerinden açıklayarak muktedirin yanında bir görüşle mitolojik hikayelerini destekleme arzusuna gidilmiştir Tahakküm eden aynıya göre öteki bilinçsizdir, öncelikle bilinçlenmesi gerekir. Ötekinin de kendi arasında kümelendiği gibi bilgi hep iktidardan yanadır ve öteki olan ise bu süreç içinde onu arzuluyor olma ideasından öteye gidememiştir.
Marksist sınıf teorisinde; feministler, siyahi milliyetçiler, eşcinseller ve farklı etnik mezhepler içinde olanları “unutulmuş” olmalarından dolayı şikayet eder. Nitekim ulusların kendi haklarını tayin etme fikri bile marx’ın değil Lenin’in fikridir. Bütün ötekilerin işçi sınıfı içinde olmalarını üretim ilişkisi ile açıklanmaya çalışılsa da M. Faucault’un dediği gibi bu evrensellik öteki grupları karanlıkta bırakmakta, bunun yerine tekilleştirerek özne ile öteki arasındaki ilişkinin sınırları açığa çıkarılmalıdır.
Burada önemli olan nokta tarihselcilik içinde diyalektik gelişen, zorunlu geliştirilen efendi- köle ilişkisinin aydınlatılmasıdır. Meselenin özüne, tümelden tikele inildiğinde kazılan kuyunun derinliği karşısında şaşkınlığımızı gideremiyoruz. Ve ona tepeden baktığımızda ne kadar derin olduğuna inandırsak da kendimizi gerçek şu ki bulanıklık derine inildikçe daha saf bir hale dönüşüyor.
Murat Duran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder