30 Haziran 2014 Pazartesi

Erkekler, Uzun ve Parlak Saçlara Sahip Kadınlardan Neden Etkilenir?

Erkekler, Uzun ve Parlak Saçlara Sahip Kadınlardan Neden Etkilenir?Belirli bir yaşın üstündeki kadınların saç modeline hiç dikkat ettiniz mi? Bu hanımların saçları genelde kulak hizasında veya daha da kısa kesilmiştir.Uzun saçlarını cesurca sergileyen yaşlı kadınlara karşı her toplumda bir önyargı vardır. Hatta cadı figürleri hep böyle resmedilir. Nedeni basit; yaşlandıkça saçlarımızın kalitesi düşer. Saçlar beyazlar, nemini, ışıltısını, parıltısını ve dolgunluğunu yitirir, böyle daha mat ve kırılgan hale gelir.Hepimiz televizyonda şampuan reklamlarını izlemişizdir. Aşağıdaki reklama göz atalım.

Misak Tunçboyacı/ Sahi Ne Zaman Konuşacağız

Konuşulanlar dile getirilenler bu heyulada son hız yerle yeksan eylenip, yok edilmeye bunca kolayca teşebbüs edilip, sonuca ulaştırılmak istenenler sözün kısası felaketler zuhur etmeden önceki son çağrıdır. Kendini tekrar eden vahim aklın düz mantığın ama bölünüyoruz, dur gidiyor milli bütünlüğümüz, elden kaçıyor beraberliğimiz, yiğitlere darbeci yakıştırması yapılıyor, ona bu buna şu atfediliyor, ülkemizi yine sırtından hançerleyenlerin, paralellerin işleri vb. hep didaktik, bir o kadar da sabık bir tahayyül karşısında çırpınıştır. Akla mıhlanmış olan kodların, kırmızıçizgi belirleyicilerinin sahanlığından alarm zilleri ötmeye devam ederken bir ne oluyoruz çağrısıdır söz. Konuşulmaya inat ve intizamla devam edilenler bir yerlerden aşina olduğumuz seslenişlerin derli toplu birlikteliğidir. Yıllar yılıdır peşimizi kovalaya duran bu devlet gölgesinin, kısaca saymaya çalıştığımız aklın pek de matah olmayan haleti ruhiyesinin oluşturduğu ön yargıları aşabilmek için galiba insana, sıradan olana kalan son şanstır.

Kesin ve keskin bir algının tam da dibinde yaşaya durduğumuzu idrak ettirendir konuşma çabası. Her eklenen söz, muktedirin tahakkümünden, ipoteğinden geri kazanılan her bir harf yaşamı daha düz bir hatta çözümleyebilmemizi olası kılmaktadır. Fenalıklar böylesine aralıksız yapılıp edilirken sakınılmayan cevvalliğin ardından sorgu ve sual ve neden veya ne için bahsine gelindiğinde tıkanmayı göstere gelmektedir o aralıkta. Ezberden okunan, düş yıkımları başka bir uzamda yeni felaketlerin temellendiricisi olmaktadır boyuna, hep bozgun için biteviye kesintisiz bir biçimde. Sözün kerameti iş işten geçtikten sonra vahlanmak için değildir oysa! İş işten geçmeden mani olabilmek derdi duyurabilmek adınadır her durumda. Şartlanmışlıkların çevrelediği bir ülkede bunca fecaat arka arkaya eklenirken güncelliğe hayata ve şimdiye dün andığımız bugün anladığımız yarına çıkarılmama gayretine düşülmüşken bu devranda düpedüz kralın çıplaklığını ortaya dökmektedir konuşmalar.

Behemehâl devran dönerken, vakitlice -imdat çığlığının duyumsanmasıdır ol raddede mesele edilen bütünleştirilen. Bahsedilmesi gerekenler sıra savmak için değil tam da dibine çekildiğimiz bu karanlığın sınırlarının nasıl genişletildiğini anlama gayreti içindir. Bir sonu var mıdır ya da bir yerlerde duracak mıdır bunun düşüncesi bile ancak; sorgulanarak meseleleri denkleştirerek mümkündür. Teyakkuz halindeki erkin çabasıyla gerçek yok sayılırken derdin aslında ne olduğunu arasız ifşaa etmektedir mesele/miz. Konuşmak bu bağlamda sahici bir iç döküş çabasıdır. Devlet eliyle kurum bağlanan, katran karasında zapt edilen tözün gerçekliğinde ruhu kurtarma çalışmasıdır. Bir vicdan arındırma çabası değildir. Dün ona, bugün buna, yarın sana bana ve hepimize evet istisnasız hepimize reva görülecekler için bir ön alma çabasının kendisidir o iç döküş. Yeter artık avazının da görünebilir nihayetinde anlaşılabilir bir merhaleye ulaşmasıdır o menzil.

Bunca şey olup biterken isyanın her neye tekabül ettiğini, karşılığının aslında ne olduğunu bildirendir konuşmak. Biçimsizleştirilmiş, ruhsuzlaştırılmış dünya şartlarında, güncesinde asıl bahislerin döndüğü yerdir. Bugün hemen tüm konuların erkanın tahayyülüne göre, beklentisi doğrultusunda yerle yeksan edildiği şartlar altında ehveni gönlü rahatlatmak için değil nasıl bir dikenli bahçede olduğumuzu yüzümüze vurandır o merhalede cereyan edenler. Konuşma çabası, muktedirin tekrarlarından bir medet umarak değil, onu taklit ederek ya da gittiği yolu ikiletmeksizin gitmek değildir haddizatında. Bugün handiyse adı hiç anılmayanı, sözü hiç önemsenmeyeni, gerekenin gerektiği gibi olmamasına karşı bir duruşu sağlayabilmektir. Görünür kılınanlar ile bizatihi görülmemesi adına çaba sarf edilenlerin arasındaki boşluğu ikame edebilmek adına, uğrunadır. Her şeyin torbalandığı, kafeslendiği, üzerinin örtbas edilmesi adına erkin gözetiminde bugünün işinin yarına asla bırakılmadığı bir yerde muktedire karşı hayat mücadelesidir kim ne derse desin, teyitli bilgidir.

Sual olunanlar kıyıdan def edilirken aşağıdan dile getirilenlerin tanıklığıdır bahsetmeye gayret ettiğimiz konuşmak. Mesele sadece düne dair, geçmişe ait değil şimdinin çözümlemesini de muhteviyatında barındırmaktadır. Yekpare olan akıla, sabık fikriyata durmaksızın biteviye yinelenen taarruzlara karşı anahtardır eyleyebilene. Duraksayıp tökezledikçe dibine yuvarlanılan o yerde bu mezbelelikte yaşama çağrısı ve çırpınışıdır konuşmak edimi. Ol merhalede kesintili bölük pörçük bir uzamda tahrip edilenleri hatırlamak, yanlışları görebilmek üzerine düşünmek öylesine bir sorumluluk değildir. Nefes almanın bile resmen tarumar edilmesi gayretine düşen erkin hem yapıp ettikleri bunca aleniyete kavuşmuşken hem her şey kendisi anlatmaya devam ederken mücadele ederek yaşamanın karşılığıdır ‘konuşmak’ bahsi. Mücadele edimi üzerine-den kesilen ahkâmların kamplaşmaları kalıcılaştıran bir forma dönüştürüldüğü bu deney sahasında ‘müşterekleri’ hatırlayabilmek kanıksatılmış olan yanlışların üzerine yürüyebilmek ve verili kimliklerin reddedilebilmesiyle temellendirilecektir her anında her anlamda.

Toptan zimmet edilmiş, üzerine çöreklenilmiş olan bilincin sınırlarından öteye varabilmek, bütün kural ve kaideler dizininden görüp, tecrübe ettirildiğimiz hatalardan kurtulabilme çabasının sürekliliği ile mümkün olacaktır. Bunu kimileri radikalleşme olarak savlasa, öne sürse de reçete edimiş olanların hiçbir fayda sağlamadığı bu ülkede bir de kendiliğindenlik şıkkı denenesidir bunca şeyden sonra hala ve hala. Radikalleşmenin sözün eğrisinden bir noktada ayrışmak olduğu da bir dipnot olarak ilave edebiliriz. Handiyse kutsiyet atfedilmiş bir değer olarak bildirilirken itinayla arka planda tabulaştırılmış özellikle aşılmaz ve sorgulanamaz diye kısadan ilan olunanların böylesi bir birliktelik düzeninde radikallik mücadele sahasını, boyutunu da daha geniş ölçeğe taşıyacak olandır! Bugün sıkışık kalıp da içinden artık çıkamadığımız akılların bir rutin çerçevede dayatımlardan başkası olmadığı ortadayken sual o içeriğin nasıl geliştirilebileceği kısmıdır. Ne yöne hangi şartlar altında ilerletilebileceğinin düşünceleri o alanı yaşadığımız günceden itibaren kapsamaktadır.

Görebildiğimiz her detay, her nüve, her satır, her söz ve kentlerimize vurulan kazmalardan, şantiyelerin hafriyat konvoylarından, hes’ler için katledilen doğal yaşam alanlarından, katledilen platoların ardından kaçınılmaz bir biçimde oluşan iklim değişikliklerinden her yerde meydana çıkmaktadır. Sınırın içerisinde gerçekleştirilen teyakkuz halini artık aşmış olan paralel-düz devlet argümanlarının behemehâl birbirinden beter karşılaştırmaları soruşturmaları vesaire hamlelerinden sonra sıradana kalan kısımlardan teyit edilebilir. Düzenin plastikleştirilmiş, bir algıdan kopartılmış hep rutinde ve normalde olup bitmekteymiş gibi duyurulduğu her sekansında eylediği müptezelliklerden çıkarsanabilir pekâlâ. Bir düzlemden, bir başkasına evirilen, dönüştürülen, yadsınmaksızın ilave olunan ve canhıraş bir biçimde tarumar edilmeye çalışılan, içinde tek kelime ile Kürd geçmezken barışmaktan üstünkörü bahsedilen, dön baba dönelim paketlere, açılımlara geri dönelim güncesinden okunabilir.

Hepi topu belirli gibi görünen sınırların, sorunlarının tükenmezliği bu menzilde artık alışkın olmadığımız bir biçimde gün be gün doz aşımını artık aşarken bundan sonrasının tufan falan değil bildiğiniz kıyamet olduğundan çıkartılabilir. Özet geçmek gerekirse konuşmak asıl şimdilerde lazım gerekirken, önemsenmesi, ivedilikle savunulması önemliyken, halen erkin kayığına atlanıp; oluşturduğu tuzaklarla günlerin yağmaya terk edilmesidir mesele. Konuşmak, bariz bir biçimde soluk aldığımız her an nasıl bir daraltımla yüz yüze kaldığımızı idrak ettirecek olan göstergeç, aynalayıcının kendisidir. Bugün halen aynı şeylerden bahsedermiş gibi görünürken nasıl da içine çekildiğimiz tuzakların dibine doğru yollandığımız ancak böyle okunabilecektir. Anlatabildikçe. Bir zamanların fırtınası olarak nam salmış, fırtınanın bir kıyamet olduğu kısmına ancak üzerinden epey zaman geçtikten sonra fark edilmiş olan asker eskisi küçük gibi isimlerden demokrasi kahramanı yaratıp, önemseyip Perinçek, Fırat gibi isimlerin destekleriyle, mecralarından dolaylı imalarıyla, taarruzlarıyla her anlamda pejmürdeliklerle, sözün çalınmasıdır dikkat çekmeye çalıştığımız.

Sonlarını düşünen kahraman olamaz beyanatları bir plastik mizansen dizinin! replikası olmaktan öte bu sınırın gerçeği, korkunç hakikatlerini gösterirken toprak parçalarından insanlara ait kemikler hala çıkmaya devam ederken, onca zaman hemen pek çok faili meçhul gösterilen katliamın ardındaki karanlığa ortak olanlar, bugün demokrasi bahislerine tutuluyorsa bunun adını da ancak karanlık olarak zikretmek mümkündür başkası değildir. Bugün yaşadığımız yerin nasıl dünün zanlılarından medet ummaya hazır ve nazır olduğunun utanç şeceresidir dikkatinize sunmaya çalıştığımız. O küçük’ün beyanıyla “karşımda 300 milyonluk Türk birliğini görüyorum, Türk’e kefen biçmek istiyorlarsa, ölümleri korkunç olur.” cümlesinin kurulabilmesidir her türlü düşünceden bağımsız bir sövgü ikliminin, doksanlar dediğimiz zaman diliminde bu ülkeye Susurluk’u armağan etmiş olanların yeniden sahneye çağrılmasının hazinliğidir o bahis.

Küçük’ün yanında, Kerinçsiz, Doğan, Temizöz ve adları bu satırlara sığmayan, bir büyüğün ayağına basmasalar yine fark edilmez, önemsenmez olarak kenarda beklemeye, anlatılan her şey, belgesi bile olsa galatı meşhur olarak değerlendirilen katliamcıların ülkesi hali içerisine gerisin geriye dönmektir dert. Hakikat bulunsun, gerçekler ortaya çıksın diye yola koyulan bir şablonun, trajik bir dava kurgusu ile tarumar edilmesine, orada bahsedilmeyen esas halka yapılmış olanlara sıranın bir türlü getirilmediği dahası önemsenmediği bir yerden konuşmaya çabalanıyoruz, nasıl oldu bütün bunlar diyerek. Nasıl oldu da halen geçerliliğini koruyan bir esrar perdesinin ardında kaydını kuydunu meydana seren bunca belagati ifşa eden tanıklık varken bu isimler salını verildi bahsi aklımızı tutsak etmeye devam etmektedir hiç mübalağasız.

Birbirini pışpışlayarak alkış tutan, zamanın jitemini temellendiren ekibin, kimse fark etmedi nasıl olsa diyerek yola çıktıkları! Hrant Dink’in katledilmesi bir yerlerden sorular sormaya devam ederken unutulmamaktadır işte, isimler, zımnen yol gösterdikleri, akıllar verdikleri. Bayrak ile poz verdirdikleri insanlığı katleden müsveddeler, koltuklarında kaykılıp duran rütbe üstüne rütbe, taltif üstüne taltif alanlar ve daha çok fazlası bu konuşmaları zaruri kılıyor. Dün beyaz torosların akıbeti kim oldukları hep devlet sırrı olarak zikredilenlerin köy yakmaları, insanların canına kastetmelerinin bugün insansız hava araçları ile bir sınır kasabasında otuz dört insanın katledilmesindeki karanlıkta cismanileştirilmesinin hazanlığıdır, içe oturan tekrarıdır bu boğum boğum gırtlakta düğümlenen bahisler.

Kelimeler yutulur gibi yapılsa da aslında esas hiçbir zaman unutulmayacak olan Ceylan’ın, Uğur’un, daha yakın zamanlarda Medeni’nin ve Mehmet Reşit’in ve Veysel’in bahsidir. İbrahim’in ve Lütfullah’ın ve Ethem’in ve Berkin’in ve Ali İsmail’in ve Abdocan’ın ve Hasan Ferit Gedik’in isimlerin zincirler gibi kenetlenen, birbirinden ayrışmayan devamlılığıdır ol bahiste konuşmayı hala elzem kılan. Gereklilik Saliha Ana’nın dilinde döküldüğü gibi tüm bu katliamların ardını sorgulamayı sürdürmek için gerekliliktir. “Ceylan daha küçücüktü. Üzerine bomba yağdırdılar. Bu devlette hak hukuk yoktur. Devlet çocuklarımızı katletmeseydi bu çocuklar dağa çıkar mıydı?” seslenişinde anlatılan meramdır. Çocukların bir ileri bir geri sürüldüğü, üzerlerinden siyaset gerçekleştirilen, yaşam haklarının savunulması yerine Pozantı’da tecavüz edilen, Kürd illerinde taş attıkları için ömürleri gasp edilen, Batı’da; Modern ülke olarak anılan sathı mahalde daha konuşmasına müsaade edilmemesidir konuşulması mecburi olan.

Dünün, dünde kaldığı varsayılanların bugün nasıl da pundu bulunmasına gerek bile kalmaksızın yeni kırımlar için bir vesile olarak değerlendirildiğinin belirginliğidir muntazaman bahsi gerçekçi kılan. Geçtiğimiz yıl izin verilmeyen 1 Mayıs mitingi sırasında, polisin gaz bombası ile saldırısı sonrasında başından yaralanan Dilan Alp’in tazminat başvurusu reddedilirken İstanbul Valiliği, “Buna rağmen tazminat istenmesi, iyi niyet kurallarıyla bağdaşmamaktadır” menzilinde durmaktadır konuşulması elzem olanlar. Unutmanın neye tekabül ettiği, unuttuğumuz zaman devlet aklının nasıl bir dönüşüm ile kendini üzerimizde hak iddia eden bir makama evirdiği meydana çıkmaktadır son kez değil tastamam bir kez daha, sahiden yıkıcı. Yıkımın gösterimi devam etmektedir konuşmadıkça alıştıkça, kanıksadıkça.

Roboski Katliamı’nın ikinci yıl dönümünde Türkiye Futbol Federasyonu hakemlerinden Ümit Çınar, kendi hesabı üzerinden, “Hümanizm köpekliktir! Uludere’deki katırlara üzülün bence” ifadelerini kullanması buna karşı açılan davada bölücü örgüt, kaçakçılık, devletimiz müşkül durumlara koyanlara vb. karşı bir ifadeler bütünü olarak savunulmasının, zikredilmesinin kifayetsizliği karşımıza çıkmaktadır. Nefret bir uzamda hemen hiç ara vermeksizin kendini göstere gelmektedir, konuşmadıkça, yorumlanmadıkça, nereye gidiyoruz bahsi edilmedikçe sıkça tekrarlanan bir savunuşa dönüşmektedir. Hümanizmi yerin dibine sokan hakeme verilen cezanın da kitap okuyup özet çıkarması olarak ilan olunması yaşadığımız yere dair nasıl bir biçimlendirme / sınırlandırma dâhilinde yaşatılmaya çalışıldığımızı göstere gelmektedir işte. Çözümlemeyi, erkânın tapulu malı, bir dayatım halinin en vurucu öğesi haline dönüştüren aklın bize gösterdiği bu sathı mahalde hem her şeyin naçar konulmasını, hem her şeyin gerisin geriye alabilme mücadelesindeki yolun uzunluğunu anlatmaktadır.

Bireye sıradan olana dair sorgunun, konuşmanın bugünlerde daha bir elzem olduğunu sürüncemesiz göstermekte yaşadığımız güncellik. Restore edilen seksenler, bir tekrara dönüştürülen doksanlar, tastamam şayiadan ibaret iki binler hep birlikte, bir zaman aralığından daha derin bir tanımlandırmayı ortaya çıkartıyor. Bu yerin, nasıl bir tanımsızlık ile hemhal sığlık iklimine mahkûm edildiğini göstere geliyor. Konuşamadıkça, mevzuunu öze taşımadıkça, anlatamadıkça devlet ezberini okumaya, bildiğini eylemeye devam eden bir mekanizma olarak hayat üzerinde dönmeye devam edecek. Bugünün ülkesinde özetlenebilecek, varsa bir çıkış için çabalanma ve daha fazlası için elimizdeki şansların sayısı azalırken daha fazla düşünmeli, nereye kadar sessizliğe itimat. Sahi, ne zaman konuşmaya başlayacağız.

24 Haziran 2014 Salı

Misak Tunçboyacı/ Son Yok, Başlangıç Yok, Sorular Var!

Bir uzamın her neye dönüştüğünden hiç bahis açılmayarak basbayağı kör bir karanlığın refakatinde yeni istikametler belirleniyor. Biraz daha derine yol kat edilirken bir türlü nihayetlendirilmeyen dipsizlikte, yeni eşikler arşınlatılıyor. Sorgu sual bir kenara atılırken, istiflenirken derdin aslında ne olduğu bu güzergâhtan güzergâha geçişte unutturuluyor. Erkin oluşturduğu, dönüştürdüğü son kertede üzerine çöktüğü o iradenin hiçbir surette değiştirilemez olduğu yineleniyor, değil ki hatırlanmak, değil ki sorgulamak. Bunların hepsi bir detaya indirgeniyor. Deney sahasına dönüştürülmüş olan bu sathı mahalde hemen her duruma uygun bir senaryo daha olay, vakıa cereyan ederken yazılıyor. Paylaşıma çıkan bir söz dağarcığı ya da ne oluyor bahsine bir gönderme gayreti, çözümleme değil daha çok müesses nizama yedeklenenlerin sıra savmalarını ortaya çıkartan veçheler oluyor.

 

Yedeklendikçe derdi mevzu bahis edilmeyecek nüveler olarak gören bir akıl icat olunuyor. İcat olunan soluk almaksızın müesses nizamın yenilenmiş bir suretine dönüşüyor. İşte bu uzamın dönüşümü gerçekleştirilirken hayat ve insan mefhumu odağından artık enikonu şaşırtılan bir uzama yollanıyor. Söz kifayetsiz, olan biten karşısında tepkimeden, anlık bir seslenişten, bir adımdan öteye vardırılmıyor. Neden, ne için, ne hakla ve niye; kısa ve net olan sorgu hiçbiri olmazsa gazeteciliğin temel unsuru olan beş n bir k gibi kısa yollar bugünün ülkesinde geçersiz kılınıyor. Geçersizleştiriliyor adım adım çabayla beraber. Biteviye süre giden tepkisizleştirme, sıra neferliğinin çok rahat sineye çekilebilir bir mesele olarak değerlendirilmesinden bu yana istisnasız eksilmelerimizi göstere geliyor. Erkin karşısında hayat baştan mağlup ilan ediliyor.

 

Konu her ne olursa olsun kör karanlığın derinliğinde atılan adımlarla hayatın kendindenliği, durağan görünen rutinde hapsedilmiş olan sıradan olanın sözü geçiştirilip üzerine ölü toprağı serpiliyor. Biçimlendirme biyopolitiği hemen istisnasız bir zaptedici kalıp olarak değerlendiren erkânın sözünü, eylemini bütünleştiriyor bu ölü toprağıyla. Düşünme ediminin üstüne kurulan tahakküm mekanizması böylesine basit gibi görünen bir simyada herkese, özellikle kendisine dönüştüremediği herkese aynı tavırla karşı koyuyor. Dibine iyice çekilmeye çalışıldığımız o karanlık alanı yaşanabilir bir uzam tanımlaması bu belirgin ayrıştırmayı kalıcılaştırmak için ortaya atılıyor. Ehven olana dahil olmayan, sırasından çıkan herkes için bir zapt-ı raptın şekillendirileceği muştulanıyor. Her yer bu nizama göre dönüştürülürken, devşirilen düzlem hala sineye çekilebilir olarak tanımlanıyor.

 

Reklâma çıkartılan geleceğin ülkesi geçmişin ağır ve ağıt dolu tortusundan zerre uzağa ilerlememiş olsa da her şey mubah sayılıyor. Bizzat sineye çekilebilir diye kestirilip atılan gün aşırı tahakkümün başka bir suretinde yaşatılacaklar oluyor. Bir gün çocuklar darp edilirken, katledilirken, ertesi gün yetişkinlerin mahpuslukları artık tecride eviriliyor. Öldürmeyi küçükten daha en masum zamanlardan başlayan bir aklın ilerleyen dönemlerde oradan kurtulup yetişkin olanlar için hayatı dar edecekleri yeni meseleler icat olunuyor. Hınç diz boyuyken halen yeterli gelmiyor o derdest edişler, köşeye kıstırmalar, zorla sınayışlar, had bildirimleri vesaire. Mutlak son olarak bugün yaşayabilenleri yarın her ne bekliyorsa onun yazısı, yolu ve kurgusu sağlama alınıyor, temellendiriliyor. Bir gün emeğin önüne çekilen yeni standartlar oluyor ertesi gün torba yasa ile hakların hepsi birden boğuntuya nasıl konulacağı örnekleniyor.

 

Soma Cinayeti’nin takibatı, katliamın sorumlularına dair tahkikatların hepsi ‘gizlilik’ kararıyla gündemden düşürülüyor. Eline tebligat ulaştırılmış olan madenciler içinse yeniden ekmek için işte o ölümün kıyısında yolculuk mesaisi başlıyor. O yolculukta kaderine basbayağı terk edilenleri ise bu karanlık son bu sefer Şırnak’ta buluyor. Erkânın fıtratıyla bu işler hep böyle dönüyor. Geçtiğimiz günlerde üç işçi o mezar madenlere kurban ediliyorlar. Sonra birisi ve bir kişi daha o toprağa karışıyor. On beş gün içerisinde beş can daha eksiliyoruz. Nêrex (Dağkonak) köyünün yakınlarında bulunan kaçak bir kömür ocağında bir öğlen saatinde yaşanan göçükte hayatını kaybeden Musa Seven’in toprak altında kalan cenazesini de arkadaşları kendi olanakları ile çıkardılar. Tam tamına böyle yazıyor haber metni. Bir yerlerde yok edilişimiz sürekliliğe bağlanıyor.

 

Karanlık her yerde kırım mütemadiyen güncelleniyor. Yıkım, talan ve rant için daha büyük tahribatların önü, kâr için her şeyin canın bile bir bedelinin bulunduğu savunuşu o madenin şartlarında kendini gösteriyor Şırnak bir uzak mezar. Yerin altının sistemsizliği böyleyken, bu halde üstünde de o tahakkümperverliği sonuna kadar muhafaza etmeye ant içen aklın eylediği kırımlar sahnelenmeye devam ediliyor. Oluşturulan hegemonya düzeni kastetmekten, sindirmeye, yok saymaktan, had bildirmeye her evrede kendini çok daha açıktan ifşa eden bir mefhuma ulaşıyor. Büyük Ülke ustasının yönlendirmeleriyle, tenkitleriyle, had bildirimiyle öfkesinin sonsuzluğuyla ve aralıksız olan gözetimiyle beraber saymaya çalıştığımız meselelerdeki gibi bir sistemi önceleyen, yaşayanı hakir, mahpus ve prangalı mahkûm, Azrailine teslim olması gereken bireyler olarak bildiren bir akılla şekillendiriliyor.

 

Aralıksız istimlâk edildiği vaaz olunan askeri düzen, anayasasından o vesayetin sürekliliğine aralıksız güncellenirken bu ülkede, iki onursuz katilin, bu ülkeye ettiğinin hesabı gıyabında ‘müebbet hapisle’ geçiştiriliyor bu gürültüde, böyle. Sadede gelelim yüzleşme hazin bir çadır tiyatrosunda piyesle geçiştiriliyor böyle böyle. Evren ve Şahinkaya’nın müebbetlik oldukları halkın nezdinde afakîyken ve bir gerçek onların hesap vermelerinin önü her defasında mani olunan, alınan, korunup kollanan bina ettikleri o ülke algısı bugünü tarumar etmeye devam ediyor. Hemen hiç ara vermeksizin bir rutinde itinayla tahribat onlar varmış gibi sürdürülüyor. Katiller bu ülkede el üstünde tutulur bahsinin belki de en iç kıyan suretlerinden birisidir resmi pejmürdelikteki hesaplaşma güncesinden arta kalan bize. Bir yerinden başlanacaksa bugün anlatılmaya, bunun temellerinin nasıl atıldığını, her şeyin nasıl başladığını görebilmek mümkündür on iki eylül güncesinde, davasının şeceresinde, arta bıraktıklarında.

 

Bugün sürmeye devam eden o sistematiğin her neye tekabül ettiği anlaşılacaktır. Fikirlerinin mahkûm edildiği duyurulurken, bir devir kapandı gitti diye betimlenirken o düzen bir gölge gibi siyasal uzamı, sosyo-ekonomik güncelliği, hayatın merkezde olduğu her meselede kendini belli etmektedir. Bugünün yenisi, dünün eskisinin yarıda koyduklarını, tamamlayamadıklarını daha büyük değişimlere, dönüşümlere (menfi) ulaştırmak gayretinin suretidir, kopyasıdır. Her şey delik deşik edilirken insanlığa dair olanın sözü seslenişi bir ihtimal çözüm arayışı, çıkış çabası daha en başından linç edilmektedir halen durmaksızın. Devletin sabitlendiği uzamda yaşamı önemsemek yoktur çünkü. Yaşamı bedel ödeyecekler! ve her şeye biat edenler arasında paylaştıran algı bunun içindir hep buna dairdir.

 

Kanıksatılmaya çalışılan yabancılaştırıldığımız on iki eylül vahşetini, dehşetengizliğini bugünün sokaklarında, yaşadığımız mekânlarda, çalıştığımız iş yerlerinde adım attığımız her makamda sabık bir rutine, aralıksız bir denetime tabi olunarak yinelenmektedir hep usul usul. Muteber kılınan devletin gözünün kulağının kendi halkı üzerindeki bunlar ne yapar, nasıl yaşar ve neden halen biat etmezler isyan ederleri anlamak için değil daha fazla köşeye kıstırmak, yok etmek için vesileler yaratmak üzerinden şekillendirilmesidir devam olunan. Evet, iki katil bozuntusu yoktur artık sahnede ama fikriyatta uygulamaya vakit bulamadıkları her şey azar azar gerçeğe dönüştürülmektedir. Sonsuz bir çemberde devinim sürmektedir. Her bahiste komplo, terörist, çapulcu, vandal, ayyaş bunlar budur, biliyorsunuz şu işaret ve hedef belirlemeleriyle kimlikleri, aidiyetleri zulüm için bir vesile olarak gören, uygun bulan zihnin tezahürüdür bir gölge gibi takip ede duran.

Kanıksatılmaya çalışılan, hayatın böylesine dibinde faaliyet gerçekleştirilirken facianın ne zaman denk getirileceğinin belirsizliğidir. Bir belirsizlik uzamında insana kastın şekillendirilmesi gayretinin sonsuzluğudur. Kimi zaman “şaka” gibi görünen şeyler bu kasıt düzeneğinin ön izlemesidir oysa. Hakan Yaman’ın Gezi Direnişi günlerinde başına getirilenlerin; ateşin içine atılan bedeninin ve ona bu işkenceyi yapanların hesabının hiçbir zaman sorulmayacak bir merhaleye sıkıştırılmasıdır kasıt ve mesele! Selçuk Yıldız’a yakın mesafeden saldıran kolluk kuvvetinin onun tek gözünü çalmasından sonra verdiği hukuk mücadelesinde, valiliğin yanıtladığı tahkikata emniyetin envanterinde gaz bombası atacak teçhizat yok savunuşudur o kepazeliklerden bir başka örnek.

 

Polisin katlettiği Berkin Elvan’ın adaletsiz konulacağı artık muhakkak dava dosyasında olduğu gibi ezberini asıl vahim olanı bir çocuğun katlini neye dayanarak hangi neden gösterilerek gerçekleştirildiğini sorgulayan Berkin Elvan’ı, Ali İsmail Korkmaz’ı mezuniyet töreninde anan Işıtan Önder’e reva görülenlerdir bu ön izlemesi yapılanlar. Eskişehir

Osmangazi Üniversitesi’nden Tuncay Dil ve Nuriye Gülmen hakkında benzer gerekçelerle Berkin Elvan’dan dolayı açılan soruşturmadır kepazeliğin daniskası. Yuhalatmak, had bildirmek, terörist damgası için çabalanmak serbesttir, meydanlarda! ama anmak, neden diye sormak, ağıda ortak olmak yasaktır.

 

Leyla Alp’ten alıntı yaparak -milyon dolarların ayakkabı kutularında saklandığı ülkede, Roboski’de ‘kaçakçı’ diye öldürülen otuz dört kişinin katilleri korunması bahsidir rezalet, kepazelik. Roboski soruşturmasını takipsizlik, kovuşturmaya gerek görmemek itirazları reddetmek neden bahsini dışlamak, hangi hakla (akılla) bu zulüm sergilenmiştir diye sorgulamanın önüne yükseltilen bunca duvardır kepazelik. Örülen duvarların gani gani çokluğudur. Dert kepazeliğin daniskaları ile yaşamak hayal değildi beklentilenmeyendi şimdi birbiri ardına gerçek bütün bunlar tüm bu bahisler.

 

Hırsızın hırsız olduğunun bildirilmesi karşısında dayağın, hayırlı evlatlığı, ekranlardan propagandasının açıkça ilan olunduğu ‘sarrafbeyin’ emri altındakilerin saldırılarıyla savuşturulduğu, asıl terörün bunlar olduğu bir uzamdır bahsedilmesi gereken. Kepazeliğin daniskası hassas günlerden geçerken! Yaptığından hiç gocunmadan çoluk çocuğumun yanında bana hırsız diyorlar abuk sabuk sayıklamasıdır. Hassas günler ne demektir beyefendinin dilinden dökülen halen meçhul muhayyiledir. Kaçırılan işler midir halen anlaşılamamıştır mesel. Erkin ülkesinde her şey pay edilmiş herkesin konumu güncellenmiştir kepazelikler sürdürülürken!

 

“Radikal Gazetesi’nden İsmail Saymaz’ın haberine göre Adana, Mersin ve Hatay’da, ekonomik krizi ve Başbakan’ı protesto ettikleri, 1 Mayıs’a ve “Darbelere Karşı Demokrasi Mitingi”ne katıldıkları, Kahramanmaraş katliamını ve Hrant Dink’i andıkları için ‘Marksist Leninist Komünist Parti (MKLP) üyeliği iddiasıyla yargılanan 17 kişiden 13′ü hakkında verilen cezalar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onanır.” Cezanın onandığı duyurulan haber metninde Deniz Gezmiş ve Che Guevera terörist, Hrant Dink’i anmak suç, zilli def örgüt üyeliğine başat delil olarak geçmekte halin her ne olduğunu göstermektedir. Kepazelikler diz boyu, sonsuz bir döngüde önümüze çıkmaktadır.

 

Hayat üzerindeki bunca kararın, tahakkümün, zorbalığın eylendiği; bütün bunlara rağmen devletlu konusunda herhangi bir bahsin daha en başından yok edildiği, sıfırlanmaya çalışıldığı bir uzamdır yaşadığımız şimdi görüyor musunuz? On üç yaşındaki çocuğa devletin ‘büyüklüğünü’ üç yıllık mahpusluk sınavı ile sorgulatan, yargılamaya çalışan akla nihayetinde kepazeliğin bir başka suretine erebiliyor musunuz? Devletin yok ediciliği, yıkıp geçerliği, zıvanadan çıkmışlığı meydanda görüyor, görüp de anlıyor musunuz? Karanlık, geniş bir kapsamı alanının ta kendisini tanımlandırmakta böylesi bir uzamı görünür kılmakta bu ülkede. Yaşadığımız güncellikte hemen her anın her karşılaşmanın bir kırıma dönüştüğü yere doğru evirilmektedir. Gözün görebildiği ya da fark edebildiği, ötekisine denk getirilenlerden ibaret değildir sadece.

 

Hemen her fırsatta olanakta olasılıkların zorlandığı aralıksız zapt edildiği, verili kimliklerin, dosdoğru tekilliklerin dünyasının vaaz olunduğu bir merhale, karanlık-karanlığımız cismanileştirilmektedir. Yaşadığımız yerin vahameti görünür kılınmakta bunca köreltmeye, suskunlaştırma gayretine, örtbas uğraşına rağmen. Biat etmeyecekler için yeni kırımlar tezgâhta işlenmekte haddizatında. Karanlık bir metafor olmaktan öteye hayatın merkezindeki bir aktöre, başat unsura dönüştürülürken nasıl bir yol seyredilmelidir? Akıl nasıl ortaklaştırılmalıdır, nasıl böylesi bir hızla insan eliyle kotarılmış olan bu cehennem tasvirinden daha fazla tükenmeden çıkılacaktır? Çıkış var mıdır? Rosa Luxemburg’un “Varım, varız, var olacağız meramının” sınırlarını dosdoğru layığıyla hakikate ulaştıracağız sorumuzdur. Dünyanın devrinin eskisinden çok hızlı aktığı zikredilirken, gidişatla, yok olmadan önce, kuytuların izbeliğine sürülüp, sürüklenip, çürümeden önce fark edecek miyiz, idrak edecek miyiz, görecek miyiz, direnecek miyiz? Sorular sonsuz da yanıtlar için çabalanacak mıyız?

23 Haziran 2014 Pazartesi

Akın Olgun / Linç Fırtınası

Bir yazının, bir anlatımın, bir ironinin derinliğini anlayabilmek için sadece farkındalığınızın olması yeterlidir. Eğer farkındalığınız yoksa vasatsınızdır. Bütün vasatlar kendilerine benzemeyenlerden rahatsız olurlar. Ezberlerden kurulu bir hayat ve o hayatın dili sizi sadece kışkırtır. Hayatını ezberlerin arkasında geçirenlerin, o ezbere sahip olanlarla kurduğu ortaklık ise sürekli tehdit üretir. Vasat olan hızla linç örgütler. Linç ise toplumsal bir kabul oluşturabildiğinde gerçekleşir.

Hrant, işte böyle bir şoven bir algı ile arkasından vurularak katledildi. Aylarca süren linç kampanyası ile cinayetin toplumsal zemini oluşturuldu. Kampanyayı örgütleyenler kendilerini “milliyetçi”, “ulusalcı”, “Kemalist” ve vatansever olarak tanımlıyorlardı. Hrant’ın yazdıklarını vasat olanların önüne “ihanet” olarak koyup, sonra bu algıyı hızla linçe dönüştürenler bir “çocuğun” eline silahı tutuşturdular. Sonra o çocuğun eline bayrak verip, “kahraman” fotoğrafları çektirdiler.

Ülkemizi Hristiyanlaştırmak isteyen misyonerlerin varlığına dair yapılan sayısız haber, yazı, kitap ve programlar vasat olana sesleniyordu. “İzlediniz mi akşam o programı? Misyonerler ülkemizi Hristiyanlaştırmak için nasıl da çalışıyorlarmış?” Aklı uçmuş sorular hızla kendisi gibi olanlar ile buluşup çoğalıyordu. Ama en önemlisi vatan toprağını satın alıp, mal, mülk edilenlere dairdi. “Toprak alıp, mal, mülk edinip bizi parçalamayı hedefliyor yabancılar”

Trabzon’da Rahip Santoro öldürüldü ve misyonerlik faaliyetinden ülke kurtarıldı ama anlaşılan mesaj alınmamıştı, Malatya Zirve yayınevi basıldı. İbret olsun diye kıtır kıtır kesildi. Cinayetler elbette ki kişisel değildi. İdeolojik bir alt yapısı, propagandif bir geçmişi ve nefret söylemlerinin sistematikleştirilerek toplum denen kalıba dökülmesiyle ortaklaştırıldı ve o “derin” ellere teslim edildi.

Halk Tv ekranlarına çıkartma yapan Cevizoğlu bir yanında emekli bir Albay, bir askeri psikiyatrist ve öteki yanında bir terör uzmanıyla dikildi karşımıza. Konu, burnu sürtülmesi gereken bir hedefle başladı. Hedef, Haluk Bilginer’di. Bilginer Atatürk düşmanlığı yapıyordu. Röportajdan bir bölüm de bunun kanıtıydı. (Adam belgeyle konuşuyor) “Babamızı öldüremedik” demiş Bilginer. O baba Atatürk müş. “sağlam ve sıkı Atatürkçü olarak” sesleniyor “ Özür dile”, “ayranı fazla kaçırmış”, “delikanlıysan…” vb sözlerini Albay tamamlıyor “ Dil uzatmaya kalkan cüretkârları çok gördük. Şair diyor ya, Atatürk’e dil uzatma sebepsiz/ sen anandan yine çıkardın amma/ baban kimdi bilinmez şerefsiz” Cevizoğlu hoşuna gidiyor, tebessümünü armağan ediyor Albay’a.

Vasatlık, şen şakrak birbirini ağırlamakla kalmıyor, yüzlerce destek Twiter’ı akıyor Cevizoğlun’a. Hedefe konan sanatçının söylemlerini ve röportajın bütünlüğünü anlayabilecek derinlik olmadığından hızla linçe dönüşüyor. Eti parçalanacak yeni bir kurban bulmuş olmanın iştahıyla bu kurbanı parçalamak için kolları sıvayanları cepheye çağırıyor. “filmini izlemeyeceğim, izlemeyeceğiz, filmin yapımcısı da çıksın özür dilesin” Had bildiriyor yani otorite-cik.

Herkes o otoriteden onay almadan Atatürkçü olamazmış havalarıyla parmak sallıyor. Ne kadar insan Atatürk’ten nefret ettirirlerse o kadar kazançlılar. Sayı azaldıkça öne çıkıyorlar çünkü.

Had bildiren o ses o kadar tanıdık ki.

Günlerden Gezi; yandaş medyanın hedefinde yine sanatçılar var. Korkunç bir uğultu yükseliyor. Manşetler toplu bir linçi yine vasat olana seslenerek birleştiriyor. “Din ve devlet düşmanları Gezi denen bu darbe girişimini bir tiyatro oyunu ile tezgâhlamışlardır”. Oyundan kareler sunuluyor, yazarın sözleri montajlanıp kanallardan servis ediliyor. Yaratılan düşman algısı hızla pratiğe dönüşüyor ve ölümün hangi yöntemlerle gerçekleştirileceğine dair senaryolar hızla sahiplerine ulaştırılıyor.

Bu benzerlik size neyi anlatıyor?

Anlayın ki sanatçıya ve sanata yönelen o dil aslında bizlerden güç alıyor. Onlar öldürüyor biz ise cinayetlerini üstleniyoruz. Onlar tiril tiril her dönemde yaşıyor biz ise elimize verilen “gurur” ile oyalanıyoruz.

(BirGün)

 

18 Haziran 2014 Çarşamba

Vicdan’ın iktidarı…/ Ruhi Uzunasanoğlu

Olup bitene daha fazla dayanamayan Vicdan bu sabaha karşı yönetime el koymuştur. Bütün sokaklarda,meydanlarda özellikle  parklarda özgürce dolaşabilirsiniz. Çocuklara değil kurşun sıkmak , su sıkmak dahi yasaklanmıştır. Vapur iskelesinden gevrek simit alıp martılarla paylaşmayan lanetlenecektir.(Ankara ve iç bölgeler muaftır) Bütün madenlerde , tersanelerde , ağır iş kollarında işciler canları istediklerinde çalışacaklardır.Diğer işlerde mesai saatleri hava durumuna bağlanmıştır.”Bugün havam yok” diyen kendi bilecektir. Okullarda sınavlar yok hükmündedir. Öğretmenlerimiz derhal çekirdek aile olarak  tatile sevk edilmiştir (Tatil  seçenekleri ayrıca sunulacaktır ) Pastaneler sadece tatlı satmak zorundadır,acı,ekşi,tuzlu talebi görmezden , duymazdan gelinecektir(Ağzımızın tadı yerine gelene kadar) İnsanlarımıza düşünce , inanç , etnik kimlik , cinsel tercih sorusu soranlara  DELİ muamelesi yapılacaktır. Esas olan insan olmaktır (Bu konuyu tartışmak yasaktır) Bugüne kadar ülkeyi parsel parsel satanlara toplu törenle “İyi satar” ödülü verilecektir(Gururla gezebilirler) Bütün canlıların yaşama hakkını savunmak esastır,hayvanlara kötü muamele yapanlar sirklerde teşhir edilecektir.

Yüksek binalara,abuk subuk yapılara,plazalara,AVM’lere en yakın zamanda hadleri bildirilecektir. Derelerimize uzanan eller bir kaşık suda boğulacaktır. Hasta,yaşlı,engelli insanlarımız  önceliklidir.Sıra,prosedür, “bekle”, ama mevzuat böyle felan filan diyen O AN  bitmiştir. Başka ülkelerin içişlerine burnunu sokanlar,düşmanlık üretenler,zorunlu askerliğe alınıp cepheye sürülecektir.(Yüzde 50′e yakın gönüllü çıkacağını tahmin ediyoruz) “Garip,gurabanın” hakkını yiyenlerin yedikleri her lokma  boğazlarına  dizilecektir(Haram olsun) Yolsuzluk yapanlar Sibirya’ya  yol inşaatına gönderilecektir (Bu konuda Rus yönetimiyle ikili anlaşma imza aşamasındadır) Bilim,sanatta bütün  dünya GIPTA bize gıpta edecektir (Şimdi değilse en kısa sürede)

Geçmiş yönetim  sorgulanacak, yargılanacaktır.Bunun için halka açık mahkemeler kurulacak , sınırsız savunma hakkı verilecektir.

Sanıklardan bir tek şey istenecektir ; Yalan söylemeden bir paragraflık cümle  kurabilirseniz affedileceksiniz.(Sözümüz Söz)

Hapishanelerdeki politik tutsaklar derhal serbest bırakılacaktır.İçerde geçen ömürlerine karşılık onlara VİCDAN’lı bir ülke armağan edilecektir.

Memleketlerinden çok uzak diyarlarda sürgünde yaşamak zorunda kalanlar ; hasret bitmiştir.İlk uçakla atlayın gelin.

Vicdanın ikinci açıklamasına kadar  şimdi herkes görev başına…

16 Haziran 2014 Pazartesi

Akın Olgun/ Faşizm sizin çocuğunuz

Analizler yapmayacağım. Bir karşılığı yok bu ülkede biliyorum. Zaten bana göre de değil bu yüksek ölçekli “ahkâmlar”. İnsan yanımıza dokunmuyorsa hiç bir gidiş, ne anlamı var ki bol çakıl taşlı vatanın. Kimliğine bakıp, kimin ölümü hak edip etmediğine onay veren o kurutulmuş ruhla gerçekte neyi, nasıl sevebilirsiniz?

Evleriniz bombalanmıyor, çocuklarınızın parçaları ellerinize verilmiyor, başınızın üzerinden mermiler geçmiyor, yanı başınızda bombalar patlamıyor, her gün aranızdan biri, bir gece ansızın kaybolup bir yol kenarında cesedi bulunmuyor, benim çocuğum mu diye çıkan kemiklerin peşinden koşmuyorsunuz. Dikili inşaatların temelinde acaba benim yavrum da var mı diyerek geçmiyorsunuz önünden. Size dışkı yedirmediler, köyünüzü yakmadılar, ananızı, bacınızı işkence sorgularında çırılçıplak soyup karşınıza dikmediler, cesetleri tankların, panzerlerin arkasında sürükleyip parçalayarak “alın leşlerinizi” demediler. Ne bir savaş uçağı tepenize bomba bıraktı, ne de Skorsky helikopterlerden üstünüze cesetler atıldı.

Şimdi “savaş”, “imha” diyerek hiç başınıza gelmeyen cümleler kuruyorsunuz yeniden. Kendi çocuklarınızı sakınıp budaktan, başkalarının çocuklarına “yürüyün” diyorsunuz. Ama mayınlı yollar, kopan kollar, bacaklar sizin sofranızda hiç bağdaş kuramıyorlar. Tekerlekli sandalyeleri gazisi oldukları vatanın kaldırımlarına çarpıyor, protezleri aşamıyor merdivenleri, ellerinde kalıyor.

Kaç bin gazisi var bu savaşın ve siz kaç binini gördünüz hayat içinde? Kaçınız gönüllü çalışıyorsunuz onların hayat cephesinde? Dansözlü, şarkılı, sözlü gecelerden arta kalan “gazilerimiz eğlendi” manşetciklerinden geriye ne var?

Neden “Savaş” değil de “Barış” canınızı acıtıyor bu kadar. Bir halka “teslim olun” diyerek, “pişmanlık” dayatarak diz çökerttiğinizde zafer mi kazanmış olacaksınız? Siz eşitliği bozduğunuz için öldü o on binler. Eşitsizse halklar ve bu eşitsizlik hak görülüyorsa eğer, kaçınılmazdır acılar. Önce siz, sonra onlar sizin içinize mezar kazmaya başlar. Birbirimizin içine mezar kazmaya devam ettikçe ölümler, acılar sıradanlaşır.

Biliyoruz;

Ali’yi, Berkin’i, Ahmet’i, Medeni’yi, Mehmet’i, Abdullah’ı, İrfan’ı ve nicelerini öldürdü bu devlet. Ama sadece devlet değil, içimize yerleştirdikleri devlet de onayladı bunu. Yuhaladı binlerce insan Berkin’in annesini ve şimdi yuhalıyoruz çocuğunun bedenine saplanan o mermi yarasına bakıp “yaralarına kurban olurum” diyen anneyi.

“Cebinde bilye varmış amaa” ile “ askere taş atıyormuş amaaa” diyen ses aynı ses. Polisin sabrına şaşıyorum” diyen Başbakan ile “teröristlere şefkat gösteriliyor” manşetleri atanlar aynı faşist kalıbın ürünü.

Orman yakanları kahraman ilan eden Çölaşan ile ağaçları yok eden iktidar aynı. ( 11 Haziran 2006-Hürriyet, “Kahraman” başlıklı yazı. 12 Ocak 2013-Hürriyet, “Cinayetin anımsattığı kahraman”)

“Çocuk çocuk deyip durmayın, kaçakçı onlar kaçakçı” diyerek Roboski katliamını savunan Başbakan ile “Sayın kaçakçı, babası eşek anası attır” diyerek “ohh” çeken Özdil birbirlerinin ruh ikizi sadece. (Bkz 6 Ocak 2012 “Sayın kaçakçı” başlıklı yazı)

O “ imha ederiz” diyen sesin arkasında hepsi. Onlar düşündükleri gibi konuşuyorlar. Öylesine çıkmıyor sesler, manşetler. Bir tek Zeybek oynarken diz kırıyorlarmış. Doğrudur, işkencede kırılacak bacak hiç onların olmayacak, kıranların pış pışcıları durumunda hepsi, ondan bu kadar rahatlar…

Geçelim şimdi;

Bayrak, daha büyük bayrak, devasa bayrak, köprü boyu bayrak ve “herkes evine bayrak assın, asmayan bölücüdür” Faşizmin, fetişleştirdiği bu propaganda ayarı, masum bir tepkiden, asmayanı bölücü ilan ederek yan komşusunun balkonunu dikizleyen hale getirilişine ne güzel örnektir. Artık çocuklarınız bir bölücünün çocuğudur, kızınız, oğlunuz bir vatan haininin evlatlarıdır.

Konya’da o yurtta, demir sopayla Kürt çocuğunu uyurken döverek işkence yapıp kameraya çektiren o çocuk artık sizin en iyi çocuğunuzdur.

Faşizmi, çocuğunuz olarak alacaksanız evinize dikkat edin.

Bir gün sizi beğenmeyebilir, kafatasınızı ölçmek isteyebilir.

(BirGün Gzt)

 

13 Haziran 2014 Cuma

Narsisizm

Hafta başında bireysel seanslar için İzmir’deydim. Aynı zamanda Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Erhan Bayraktar ve Klinik Psikolog Zeynep Özmeydan ile birlikte panik atak, narsisizm ve borderline kişilik bozukluğu tedavileri üzerine konuştuk, yeni yöntemler üzerine çalıştık. Bu yaz ortak bir kitap çalışması planlıyoruz. Narsisizm üzerine yaptığımız konuşmaların bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim;NarsisizmNarsisizm, kişinin kendisine tapması, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Farklı tanımları ve kullanımları mevcuttur.Erkeklerde kadınlara oranla narsisizm daha çok görülmektedir. Pekçok ...

Dr. Mustafa PEKÖZ İŞİD’İN MUSUL OPERASYONU: ERDOĞAN İÇİN TEHLİKE, KÜRTLER İÇİN FIRSAT

Irak’ta ortaya çıkan politik denklem, Ortadoğu’daki bütün güç ilişkilerini etkileyecek bir aşamaya geldi denebilir. Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) bölgede kalıcı stratejik bir güç olmayacağı biliniyor. Bu bakımdan dengeleri belirlemede rol üstlenebilecek bir politik perspektife sahip bulunmuyor. Musul ve Kerkük, Irak bakımından son derece stratejik iki bölge olup Irak petrollerinin nerdeyse yüzde 70’ine sahip bulunuyorlar. Ayrıca petrol rezervleri bakımından da bütün dünya açısından önde gelen bu iki şehir, aynı zamanda Hewler (Erbil) ve Bağdat arasında çözüm bekleyen tartışmalı bölgelerdir. Yıllık enerji üretim hacmi 100 milyar doları bulan bu iki bölgenin kontrolünü elinde bulunduran güç, aynı zamanda Ortadoğu ve uluslararası ilişkilerde önemli oranda söz sahibi olacaktır. IŞİD’in Musul’un merkezini önemli oranda kontrol etmesi ve özellikle Güney Kürdistan bölgesine doğru ilerlemesi bütün dengeleri altüst edecek bir duruma yol açabilir ve uzun yıllara yayılabilecek bir savaşın başlamasına ve politik kaousun derinleşmesine yol açabilir. Bu bakımdan IŞİD’in kendisi kalıcı politik bir güç olarak varlığını üzun süre sürdüremeyebilir ama politik kaos yaratan bir güç olarak bölgedeki dengelerin yeniden şekillenmesinden etkili olacaktır. Bu bakımdan IŞİD, politik kaosu yaratan bir güç olarak ön plana çıkacaktır. Suriye’de kopuş ve yükseliş IŞİD, Bin Ladin döneminde El Kaide’nin Irak kolu olarak kuruldu. Hem Şii Bağdat rejimine karşı gerçekleştirdiği eylemlerle, hem de bölgedeki diğer İslamcı gruplara yönelik başlatığı şiddet ve tasfiye hareketiyle dikkatleri üzerine çekti. Bu durum El Kaide’ye yakın olan Sünni aşiret gruplarının da tepkisini çekmekti ve toplumsal tabanı hızla eridi ve ilk yıllarda yarattığı etki gücü hızla dağıldı. Uluslararası güçlerin Suriye’de Esad rejimini tasfiye etmek için uygumaya koyduğu çok yönlü savaş politikalarının bir parçası olarak IŞİD, Esad rejimine savaş açtı. Özellikle uluslararası İslamcı miltanların savaş merkezine dönen Suriye’de IŞİD muhaliflerin stratejik bir askeri gücü haline geldi. Suriye’de Sünni halkının desteğini alamamasına rağmen binlerce uluslararası İslamcı militanı bünyesinde toplamayı başardı ve diğer İslamcı gruplar üzerinde hakimiyet kurmaya yöneldi. Neden Rojava? Suriye politikası nedeniyle El Kaide ile ilişkilerinin bozulması ve hatta El Kaide’den ayrılarak bir bakıma alternatif bir güç olarak ‘bağımsızlığını’ ilan etmesiyle Suriye’deki politik denklemi önemli oranda etkiledi denebilir. İslamcı muhaliflerin bölünmesiyle başlayan El Nusra-IŞİD çatışması, Esad güçleri için önemli bir avantaja dönüştü. Rojava hariç Suriye’nin önemli bir kesiminde rejim güçlerinin kontrolü yeniden ele geçirmelerinde, İslamcılar arasındaki çatışmanın ciddi bir etkisi olduğu söylenebilir. IŞİD, Esad rejimiyle çatışmaktan çok, Rojava’ya yani Batı Kürdistan’a saldırarak bölgeyi denetim altına almak, böylelikle hem Güney Kürdistan’a hem de Musul üzerinden Bağdat’a ilerleyen yolların kontrolünü sağlamak istedi. Rojava’yı savunmakla görevli YPG karşısında büyük bir yenilgi alan IŞİD, bu kez Irak’ın Sünni bölgelerine yöneldi ve başta Felluce ile Ramadi gibi birçok şehir ve kasabların önemli bir kesimini kontrol altına almaya başladı. Ortadoğu’da dengeler yeniden değişirken IŞİD’in son birkaç gündür Musul’un önemli bir bölümünü kontrol altına alması Irak, Suriye, İran, Mısır, Ürdün, Türkiye ve İsrail için ne anlama geliyor? Bu gelişme aynı zamanda başta ABD ve Rusya olmak üzere Ortadoğu politik denkleminde yer alan küresel güçler için neyi ifade ediyor? Bu soruların yanıtı, IŞİD’in üstlendiği politik kaosun yaratacağı sonuçlar bakımından bize bir fikir verebilir. Güç dengelerinin yeniden şekillendiği, haritaların yeniden çizildiği Ortadoğu’da kimin hangi safta yer aldığını, devletlerin çıkarlarının kiminle nereye kadar olacağını kestirmek son derece zordur. ABD’nin Suriye ve İran eksenli politik stratejilerinde belirgin bir değişikliğin olduğu çok açık. ABD, geliştirip hızla uygulamaya koyduğu ancak bölgedeki politik dengeler bakımından ciddi bir tehlike olmaya başlayan ‘Sünni Eksen’ oluşturma stratejisini hızla terk etti. Radikal bir dönüşümle İran ile yakınlaştı ve 30 yıl sonra ilk kez geçen hafta İsveç’te iki ülke heyetleri resmi görüşmelere başladılar. İran’ın nükleer enerji projesi eksenli başlayan görüşmeler esasen Ortadoğu’nun yeni güç dengelerinde İran’ın ön plana çıkartılması olarak algılanıyor. Avrasya, Orta Asya ve Afrika coğrafyasının merkezinde bulunan İran’ın Ortadoğu’nun bölgesel küreselleşme stratejinin bir parçası haline getirilmesi, bir bakıma zorunlu ve kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor. İran eksenli geliştirilen politikanın merkezinde duran ülkelerden biri de Irak’tır. IŞİD’in Musul operasyonu ABD’nin yeni Şii siyasetine darbe Nüfusunun % 60’ı Şii olan Irak’taki politik iktidarın İran ile ilişkisi son derece önemlidir. Bu bakımdan ABD’nin değişmeye başlayan İran politikasının arka planında Irak bulunuyor. ABD’nin Bağdat yönetimine aktif destek vermesi, 2020’li yıllarda nasıl bir Ortadoğu istediğine dair bir fikir veriyor. Bu bakımdan IŞİD’in Musul’a yönelik operasyonu, ABD’nin geliştirmeye çalıştığı ‘Şii Hilal’ planlarına yönelik bir darbe olarak görülebilir. ABD, IŞİD’e karşı Bağdat rejimini özellikle askeri olarak çok daha fazla destekleyerek, Irak’ın bölgesel dengelerdeki yerine korumaya çalışıyor. Diğer önemli bir faktör de, ABD artık Esad rejiminin gitmesinden çok, Suriye’nin içerisinde bulunduğu bugünkü politik kaosun bir süre daha devam etmesinden yana görünüyor. Rusya ve İran’ın desteğini alan ama çok önemli oranda zayıflamış ve ülke genelinde kontrolünü sağlamasının yıllar alacağı bir Esad rejimi özellikle İsrail için çok daha uygundur. Bu bakımdan özellikle ABD ve İngiltere’nin, El Nusra ve IŞİD’e Türkiye, Katar ve S. Arabistan üzerinden verdiği askeri ve politik desteği kesmesi, muhaliflerin bölünmesine yol açtı. Radikal İslamcı Hareketlerin bölünmesi hem Şam, hem de Tel Aviv rejimleri bakımından önemli bir gelişme olarak ön plana çıktı. El Kaide’ye biat eden El Nusra ile IŞİD’in bölünmesi ve birbirleriyle çatışmalı duruma gelmesi, CIA tarafından örgütlenen ve uygulamaya konulan bir planın parçasıydı. Bu bakımdan Radikal İslamcı Hareketlerin parçalanması ve zayıflaması Suriye ve İsrail’i buluşturdu denebilir. Suriye rejimi, parçalanan İslamcı hareketlere yönelik çok daha kapsamlı ve etkili operasyonlar yapma olanağına kavuştu. Bu, İsrail’in de gelecekte olası güçlü bir Radikal İslamcı Hareketin saldırılarına karşı kendisini daha güvenceli görmesini sağladı. Cihatçıları dönmeden Ortadoğu’da ezmek IŞİD’in Musul’a yönelik operasyonu, Rusya’nın Suriye ve Ortadoğu tezini doğrular nitelikte oldu denebilir. Rusya Esad rejimini desteklemesini gerekçelendirirken, uluslararası Radikal İslamcı Hareketlerin bütün Ortadoğu ve yakın bölgelerde yaratacakları askeri ve politik kaosu gösteriyordu. Suriye’ye sayıları binlerle ifade edilen Müslüman Çeçenlerin ve Tatar Türkmenlerinin geldiği biliniyor. Özellikle Kırım bölgesinin Rusya topraklarına katılması ile, Kırım Türklerinden Suriye’ye giden cihatçıların Rusya için çok daha ciddi bir sorun olacağını gören Putin, başta IŞİD ve El Nusra olmak üzere Radikal İslamcı Hareketlerin Suriye ve çevre ülkelerinde ezilmesi gerektiği tezini ısrarla savundu. ABD ile Rusya’nın silahlı İslamcı hareketlere yönelik izlenecek strateji konusunda anlaşmaları nedeniyle, özellikle IŞİD gibi örgütlere yönelik ortak operasyonlar yapmaları süpriz sayılmamalı. İran her koşulda kazanan ülke olarak ön plana çıkıyor. Suriye üzerinde İran-Rusya ittifakı, Irak üzerinde İran-ABD ittifakı ön plana çıktı. Bu bakımdan IŞİD’in Musul hamlesinin hedeflerinden biri de İran’dır. Suriye’de Radikal İslamcı Hareketlerin kaybetmesinde İran ve Lübnan Hizbullah’ı askeri güçlerinin çok büyük bir etkisi olduğu biliniyor. Bu bakımdan Şii toplumuna yönelik büyük bir kin ve nefret duyan IŞİD, Irak’taki politik istikrarsızlığı derinleştirerek İran’ın Ortadoğu’da bölgesel güç olmasını en azından geciktirmeye çalışıyor. İran’ın, Sünni merkezli Radikal İslamcı Hareketlerin bu saldırılarına karşı, Bağdat rejiminin istemine bağlı olarak Musul bölgesine askeri güç göndermesi süpriz olmaz. IŞİD Körfez’e de tehdit IŞİD’in gelişme eğilimi aynı zamanda S.Arabistan, Katar ve Ürdün gibi krallık yönetimlerini önemli oranda tedirgin etmeye başladı. Suriye’de aktif olarak destekleyip askeri bir güç haline getirdikleri bu hareketin, özellikle Körfez ülkelerinde yeni eylemlere yönelmesi söz konusu olabilir. ABD’nin baskısıyla Suriye politikasını değiştiren ve söz konusu örgütleri ‘terörist’ kapsamına alan Körfez ülkelerini ihanetle suçlayan IŞİD gibi örgütlerin önümüzdeki aylarda saldırıları, bu ülkelere yayılabilir. Suudi Arabistan rejiminin uzun yıllar sonra ilk kez ciddi bir düzeyde İran ile geliştirmeye başladığı ilişkiler, özellikle Ortadoğu bakımından yeni bir politik dönemin başlaması bakımından önemseniyor. S.Arabistan-İran ittifakı aynı zamanda Şii-Sünni itifakının resmini çiziyor. Bu nedenle Körfez’in lider ülkesi olarak ön plana çıkan Arabistan, IŞİD’in Musul’da güç olmasını kendi çıkarları bakımından uygun görmeyecektir ve tasfiyesine destek verecektir. Erdoğan’ın davetiye çıkardığı tehlikeler Mevcut ülkeler içerisinde en çok zorlanacaklardan biri Türkiye’dir. AKP iktidarı ABD’nin çok yönlü baskıları sonucu IŞİD ve El Nusra’yı ‘terörist örgürtler’ listesine aldı. Ancak, Rojava politikası nedeniyle bu örgütlere halen askeri yardımını değişik boyutlarda sürdürüyor. ABD, Rusya ve İngiltere gibi ülkeler, Türkiye’nin bu ikili oyunun farkındalar ve Erdoğan’ın isminin üzerini çizmelerinde en önemli faktör Türkiye’nin Suriye merkezli Ortadoğu politikasıdır. Uluslararası alanda ve Ortadoğu’da büyük oranda izole olmuş Erdoğan, IŞİD’e verdiği askeri yardımları keserek yeniden ABD’nin güvenini almak istiyor. IŞİD, Erdoğan’ın bu hamlesini bir bakıma ihanet olarak görüyor ve operasyonlarını Türkiye’ye yönlendireceklerini açıkladı. Musul’da Türkiye kökenli TIR şoförlerinin tutuklanması bunun bir işaretidir. Ayrıca Türkiye içerisinde de örgütlenen IŞİD’in AKP’nin mezhepsel politikasına da denk gelebilecek bir kısım eylemlere yönelmesi, Türkiye’nin bugünkü politik krizini çok daha derinleştirecektir. Bu bakımdan Erdoğan’ın, radikal İslamcı örgütlere vermiş olduğu aktif destek, tersten kendisine karşı bir silaha dönüşecek gibi görünüyor. Özellikle İran üzerinde Bağdat ile ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı bu günlerde, Musul’da IŞİD’e karşı alacağı tutum önemli olacaktır. Ekonomik ve bölgesel çıkarları için Bağdat mı? Yoksa Rojava’nın tasfiyesi için IŞİD mi? Bu iki sorunun verilecek herhangi bir yanıt, AKP rejimi için ciddi bir istikrarsızlık riski olarak öne çıkacaktır. Erdoğan, hem içte hem bölgede son derece sıkışmış ve oldukça zorlu politik tercihlerle karşı karşıya bulunuyor. IŞİD’e karşı Kürt ittifakı IŞİD’in stratejik hedefinde Kürdistan bulunuyor. Hem Batı Kürdistan yani Rojava’ya, hem de Güney Kürdistan’a yönelik saldırılar çok daha kapsamlı olarak artacaktır. IŞİD’in iki yıldır Rojava’ya yönelik saldırılarının esas hedefinin, Rojava’da oluşan ‘özerk yönetim’ olduğu biliniyor. Her saldırısı Rojava’nın askeri gücü YPG tarafından püskürtüldü. Türkiye’nin aktif askeri desteğine rağmen başarılı olamayan IŞİD, bu kez Irak’ta Musul üzerinde Kürt bölgelerine yöneldi. Musul çevresindeki Kürt kasabalarına saldırıyor. Kerkük’ü ve Selahaddin’i ele geçirmeye çalışarak Güney Kürdistan’ı da politik bir kaosa sürüklemek istiyor. Güney Kürdistan’ın bir kısmını en azından bir süre kontrol ederek, Musul üzerinden yeniden Rojava’ya yönelik çok daha kapsamlı bir saldırıya girişme hazırlıkları yapacaktır. Güney Kürdistan Hükümeti, Rojava Özerk Yönetimi ve PKK’nin askeri güçleri, son derece hayati böylesi bir dönemde çok yönlü bir işbirliği ve ittifak içine girmeleri gerekiyor. Bunun için kimse birbirbirinden bir çağrı beklemeden gerekli somut pratik adımları atmalıdır. Uzun bir süredir IŞİD ile savaşan YPG’nin güçlü ve deneyim sahibi bir askeri gücü bulunuyor. Bu gücü özellikle Musul sınır bölgelerinde yaşayan Kürtleri ve diğer halkları korumak için seferber etmelidir. KCK’nin gerillanın Peşmerge ile birlikte aktif savaşa hazır olduğunu açıklaması son derece önemlidir ve bu, zaman geçirilmeden pratikleştirilmedir. IŞİD’in saldırısının sadece Rojava’ya yönelik olmadığı bütün Kürdistanı ve Kürtleri kapsadığı artık netleşmiş durumda. Zorlu tarihsel süreçlerin getirdiği ittifaklar stratejik dengelerin oluşmasında önemli bir etki yaratacaktır. Kürdistan için stratejik bir fırsat Peşmerge ve gerilla güçlerinin ortak operasyonuyla Musul ve Kerkük çevresinde IŞİD güçlerinin tasfiye edilerek, özellikle tartışmalı bölgeler üzerinde hakimiyet kurulması, Küristan’ı bölgenin stratejik gücü haline getirecektir. Bu bakımdan Güney Kürdistan Hükümeti ve KDP, kendi çıkarlarını bir kenara bırakarak çok daha stratejik düşünmelidir. Kürdistan’daki bütün askeri güçlerin ortak ittifakıyla Kürdistan sınırlarının ve bölgedeki Kürt, Arap, Türkmen, Ezidi halkların korunması, Kürt politik güçlerinin prestijini arttıracak ve oluşan dengelerde vazgeçilmez güçler olarak çok daha ciddi oranda etkili olacaktır. Bu alandaki başarının Kuzey’deki çözümü etkileyecek önemli bir faktör olacağı da unutulmamalıdır. Süreçte etkisiz kalan bir Türkiye ile aktif olan Kürdistan güçleri arasındaki ilişki de zorunlu olarak değişecektir. Böylelikle iki Kürdistan arasında hendek kazmanın, stratejik çıkarlara hizmet etmeyeceği bir kez daha ortaya çıktı. IŞİD’in son yönelimi, Kürdistan’ın bütün politik güçlerini bir kez daha düşündürmelidir. Olası sonuçlar IŞİD, çözüm değil kaos ve istikrarsızlık hareketidir. Sünni Arap halkının politik çıkarlarını savunan bir hareket olmadığı da çok açıktır. IŞİD’in askeri hamleleri onların iradesi dışında yeni politik dengeleri oluşturuyor. Merkezde ise Kürdistan bulunuyor. Bu bakımdan Kürdistan güçlerinin, IŞİD karşısında oluşturacakları askeri ve politik ittifak, çok yönlü kazanımlara yol açacaktır: Birincisi, bu bakımdan bölgenin güç ilişkileri içerisinde kazanan İran ve Kürtler, dengeyi koruyan S.Arabistan, kaybeden Irak ve Türkiye bulunuyor. İkincisi, Güney Kürdistan’ın başta Kerkük olmak üzere tartışmalı bölgeleri içine alarak Bağdat’tan tamamen koparak devletleşmesi. Üçüncüsü, Rojava’nın özerkliğinin bütünüyle garanti altına alınması ve Esad rejiminin bu gerçeği kabul etmesi. Dördüncüsü, Türkiye’de AKP’nin gündemine almadığı gerçek çözüm sürecinin başlamasına çok önemli bir katkı sunması. Hem Ortadoğu’da hem de Türkiye’de politik değişiklikler tahmin edilenden çok daha hızı olacaktır. Süreci doğru okuyan ve bunu uygun pratik-politik hat geliştiren kazanır. Gokyuzu9@gmail.com

12 Haziran 2014 Perşembe

Murat Duran/ Gezi’den Lice’ye: El ele ahkam kesenler

Lice de halk, barış sürecinin yaşandığı, hükümet yetkililerinin “şu an bir süreçteyiz” diyerek defalarca yırtındığı bu dönemde,  kalekolların yapılmasına engel olmak, baraj inşaatına dur demek için yaklaşık 15 gündür bedenini siper etmekte. Beklide barışa olan inancından ve bu “süreçte” niçin bu kadar kalekollun yapıldığını anlam veremeyen halktan iki can yitirdik. Biz de bu süreç içinde, IŞID çetelerinin Rojava’da Kürt çocuklarına yönelik geliştirdiği katliamı ve Lice’de yaşananları görmezden gelen ana akım medyasının zumladığı ve şişirdiği “kaçırılan kürt çocuklarına” yönelik haberlerine kitlenmiştik. Bu denli kurumsal ve örgütsel oyunculuk Cannes’e, Altın palmiyeye adaydır.

Her iki taraf belli ki aynı şeyi istememekte. Çünkü bu durum çatışmanın mantığına aykırıdır öyle değil mi?  Halkın mantığı basit ve kozmoziktir. Bir taraftan barışa olan inandırıcılığını iki canla ödeyen bir halk, öbür taraftan da kompleksli, uzlaşmaya tepeden bakan, boks sanatında uzman( sol gösterip sağ vuran), gerekirse barış süreci için iki değil iki bin insan öldürmeyi göze alan bir devlet ve hükümet mantığı var. İkisini ayırdım çünkü Kürt halkı ikisine de farklı şekillerde direniyor. Yine bazı “gezicilerin” ikisini ayırdığı ve Lice’nin bu şekilde yorumlamasını gerektiğini söyleyenlerin tercümanlığını ileriki paragraflarda yapacağım.

Geri dönüşlerden sonra başta Lice olmak üzere çeşitli kentlerde yapılmasına ara verilmeden devam edilen karakol, kalekol ve askeri stratejili barajların yapılması hükümetin samimi olmadığı, gerektiğinde tekrar savaşılacağı düşünülerek, gölgesinden korkan ve ona saldıracak duruma düşecek derecede şizofrenik bir tutumla iktidar ve devletin kendince önlemler alması “ barış sürecinde” pekte samimi olmadığının meşru kanıtıdır. Geçen süre zarfında Lice’de, farkına varan bölge halkı, askerin; gaz, toma ve giderek gerçek mermilerle karşılık vermelerine karşı gerçek anlamda canları pahasına direniş göstermeye çalışılmıştır. Çünkü hatırlatmak gerekirse yine aynı yerde ceylan önkol’un bir karakoldan atılan havan topu ile parçalanması birkaç yıl öncesiydi.  Bu yol kesmeler ve askeri teçhizat taşıyan arabaların geçişine izin vermemeler, bölgede halkın çocuklarını katleden bu yapılardan birinin daha yapılmasına karşı durma bağlamında başlamıştır. Hükümetin, oy oranını düşünerek “batı yakasında yeni bir şey yok” diyerek doğu yakasındaki halkın hassasiyetini görmezden gelişi ne yazık ki malum sürecin artık dönüşü olmayan yollara sürüklenmesine sebep olmuştur.

Pınar Öğünç’ün “cepte B ve C planları duruyorsa zaten ilk niyete dair soru işaretleri var demektir” tavrı dikkate değerdir. A planında sürece ciddi bir katkı sunamayan hükümetin( bu arada A planını bilen var mı) B planının devreye girmesi eş zamanlı olarak 4 insanın ölmesine sebebiyet vermiştir. Umarım C planı hükümetin riyakarlığını ifşa etme sürecidir. Aksi taktirde bu yaşanmadan samimi bir adım atılmış olamayacaktır.

Sosyal medyada Lice’yi sahiplenenlerin Lice’yi sahiplenmeyenleri dert ettiğini görmek üzücüdür. Haklı olarak Kürt halkı gezi direnişçilerini yanında görmek isteyecektir. Yine de bir genelleme yapmamak gerek ancak Lice üzerindeki bu sessizlik, benim çoğul manada konuşmamda meşru tanıklık yapacaktır. Gezi’de direnen direnişçilerin Lice bahsi açıldığında “biz gezi’de devlete değil hükümete karşı çıkmıştık!” çıkışıyla kendilerini savunuyor olmasına akıl erdirilemiyor. Yine de onları ciddiye aldığımızı farz edersek, Ali İsmail’in, Berkin’in, Ethem’in katillerinin devlet tarafından ve onun bütün kurumsal organları tarafından hala korunduğunu dile getirmek isterim.

Aslında gezi’de ölenlerin çoğu Kürt, alevi olmasına rağmen “sınırın” batı yakasında öldüklerinden direnişçi doğu yakasında ölenleri ise “içimizdeki İrlandalılar” veya “terörist” nitelendirilmesi yapılmıştır. Söz konusu direnen Kürt olunca liberali, muhafazakarı, ulusalcısı, kemalisti, ülkücüsü, tek yürek el ele tutuşup hep bir ağızdan ahkam kesiyor. Onlar için tarihsel süreç içinde hep öldürülen, katledilen, zulüm edilen şimdilerde ise “birkaç” kürdün ölümünden daha “doğal” ne olabilir!! Diğer taraftan geziye tepkiyle yaklaşanlara bağlanmamalı kürdün kordon bağı, bu onların bileceği iş. Bırakalım riyakar olmayı kendilerine yedirenler yedirsin,  bu halk barışa olan inancını yitirmedi, yitirmeyecektir.

murattduran@outlook.com

7 Haziran 2014 Cumartesi

Simgesel şiddet / Murat Duran

   

Tarihsel süreç içinde paralel olarak değişen, birbirini değiştiren veya değişmek zorunda kalan Piere Bourdie tarafından da habitus olarak tanımlanan ve açıklanan içselleştirilmiş eğilimler; kültürel, sosyal ve ekonomik temelde şiddet kendini yeniden “şekillendiren” toplumsal yasalara göre form değiştirmiştir. Kelime anlamı olarak “günümüzün” evrensel durumunu baskın şekilde taşıyan, içinde barındıran, Fransızcada “rıza göstermesi için birine baskı uygulamak” anlamı temel alınabilir. Çünkü kaba kuvvet şiddeti tam anlamıyla karşılamamaktadır. Bu durumda kültürel habitusu elinde bulunduran tahakküm sınıfının son yüz yılın “evrensel hukuk gölgesi altında” tahakküm altında olan sınıfa doğrudan fiziksel-kaba kuvvet uygulayamamıştır. Doğrudan veya kısmen dolaylı olarak şiddetti, kalıplar içinde saklayarak tahakküm diline yeni bir işlev kazandırıp, onu “sembolik” boyuta indirgeyip kullanılması kolaylaşmış ve “yasal” boyutta kendi hegemonyasına teatral bir işlev kazandırmıştır.

     Şiddetin maddi ve manevi boyutu düşünüldüğünde,  en genel tanım olarak Yves Micaud tarafından yapılan, şiddetin “bir karşılıklı ilişkiler ortamında taraflardan birinin veya birkaçının bedensel bütünlüğüne veya törel( ahlaki, moral, manevi) bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel veya kültürel değerlerine, oranı ne olursa olsun zarar verecek şekilde davranması” olduğunu söyler (Micaud 1991: 11).

Kaba kuvvet olmadan özgür olarak tanımladığımız insan iradesinin kendiliğinden veya doğrudan manipüle edilişini Pierre Bourdieu şu sözlerle ifade etmektedir: “sembolik şiddet doğrudan vücuda, büyüymüşçesine hiçbir fiziksel belirgin zorlama olmaksızın kazınan bir güç şeklidir. Ancak bu büyünün işlemesinin tek nedeni vücudun en derin katmanlarına kazınan yasaları harekete geçirmesidir.” Şiddetin yazılı ve sözlü yasalarla sembolik bir kalıba dönüşebildiği gibi söylemsel olarak da içine saklanabildiği kendini deforme edebildiği bir yöntem geliştirmiştir. “Normal şartlarda” diyebildiğimiz zamanlarda kelimelerin ve cümlelerin birer kibarlık ve iyi niyet göstergesi olduğu gibi kişinin karşısındakini ve yasaları göze alarak meramını dile getirirken kullandığı aynı kelimelerin titiz bir kalıp içinde şiddet eğilimli veya tehditkar olabileceği pekala mümkündür.

 

“Funy game” filminde Peter ve paul karakterlerinin yumurta istemek için kapıyı çaldıklarında geçen ilk diyaloglarda, kafamızdaki “beyaz giyinmiş iyi” imajı verilmiş, kibarlığı ve centilmenliğiyle bu imaj meşru kılınmıştır. Ancak daha sonra yönetmenin tarafımızı seçtirdikten sonra beyefendi bir şekilde aileye ve seyirciye beyefendice işkence etmeye başlaması bize beyaz giyen adamların da “kötü” olabileceği gerçeği dank etmiştir. Paul ve Peter daha sonra silah olarak sayılacak bıçak, çatal vs maddeleri ortadan kaldırır. Ellerinde kurbanlarına ve seyirciye işkence edecek sadece tek bir silah kalmıştır: kelimeler… naif ve yumuşak kelimelerin ardına saklanmış, niyetlerin pek de anlamadığımız türden olmayıp bizi doğrudan veya kısmen dolaylı olarak tahakküm altına sokan kelimeler. İtiraz edildiğinde simgesel olanın arkasına sığınmış, saklanmış kaba-fiziki şiddetin sürpriz yapması an meselesidir.

 

 

Bourdieu’ya göre, kalıp-sözün muhtelif italiklemelerle anlamlandırlışı, katılımcılar üzerinde bir manipülasyon ve görünmez bir şiddet mekanizmasını devreye sokar: “ ‘Teşekkür ederim’ sözü, ‘Size teşekkür ediyorum, çok memnun oldum, söylediklerinizi

memnuniyetle karşılıyorum’ anlamına gelebilir. Ama bir de sözü kesmekle eşanlamlı olan teşekkür etme tarzı vardır: o durumda ‘teşekkür ederim’ demek şu anlama gelir: ‘Tamam, yeter. Sonraki konuşmacıya geçelim.” Burada bilinen kibar terimlerle  diğeri üstündeki hakimiyet göz önüne alındığında ailedeki “baba yasalarının,” okuldaki alfa arkadaşlarının, köşe başındaki polisin, meclisteki baskın grubun elindeki legal veya illegal kaynaklarla diğerleri üzerinde canı istediğinde görünen istemediğinde görünmeyen bir şiddetle baskı kuruduğu, kurabileceği açıktır.

 

 

Çeşitli örneklerle yukarıda açıklamaya çalıştığım simgesel şiddetin kaba şiddetten daha yoğun ve etki alanının geniş olduğu görülmektedir. “Devletin ve Tanrının gücü her şeye kadirdir” mesajları, haberimiz olmadan yatak odalarımızın ve üstündeki lekelerin çekilmiş kareleri, “böyle yaparsanız mutlu, bu şekilde yaşarsanız korkunun peşinizi bırakmayacağını” içeren dizi ve filmler, telefon dinlemeleri, kamera kayıtları, bir kadının sokak ortasında tecavüze uğramasını flaş oklarla gösteren haberler, manzarası en güzel dağıntepesine inşa edilmiş kalekollar, insansız hava uçakları, hastalıktan değil öfkeden-nefretle gıcırdayan dişler vs hepsi simgesel şiddetin her yerde uygulandığının bariz kanıtlarıdır.

 

Nihayetinde kapının gıcırtısından mı ya da arkasındaki şeyden mi daha çok korktuğumuzu bilmemiz gerekir. Yine de mümkün olduğunca az sayıda cesaret kırıntısı dökerek ve farkındalıkla manipüle olmamaya çalışmak, gerçeğe bir delinin yaklaştığı kadar yaklaşmamızı sağlayacaktır.

 

Murat DURAN

3 Haziran 2014 Salı

Bir çocuk öldüğünde / Akın Olgun

İncitmekten korkuyor insan. Bir şehir için söylüyorum bunu. Prag’a adım atar atmaz karşılaştığımız güzellik ve hemen insanı içine doğru çeken o büyüsü. Sokakları, caddeleri, köprüleri, parkları ve pastel renklere boyanmış binaların zerafeti ile bir şehrin sizi kucaklayışını, sımsıkı sarışını hissediyorsunuz. Hiç tanımadıklarını bile özleyen bir şehrin içindeyiz.

Bir şehri incittiğinizde bir daha kendisi olamıyor. Dökülüyor boyaları, çürüyor duvarları, şehir insana küsüyor ve hızla kapanıp içine kendisinden çalınanlara içten içe ağlıyor. Şehirler, insanların ve yönetenlerin görgüsünü ele veriyor. Ruhu ile yaşayan ve ruhu çalınan bir şehir arasındaki farkı hemen hissediyorsunuz. İçiniz kendi şehirlerinize burkuluyor ve bir yanınızın neden hep ezik kaldığını anlıyorsunuz.

Bir şehrin acılarına, sevinçlerine, kahkahalarına, yaslarına, hatıralarına saygı denen şeyin ne kadar anlamlı olduğunu unutturmuşlar bize. Bir parkın içinde “Winton’ın Trenleri” adını taşıyan fotoğraf sergisi ile karşılaşınca pekişiyor bu duygularımız. “Nicky” diye sesleniyor herkes ona. Herkesin yakını ve herkesin kahramanı çünkü. Winton’un başını çektiği bir grup gönüllü, Cekoslavakya’da oluşturdukları bir yardım ağıyla, Hitler faşizminin işgali altındaki bu ülkeden trenlerle Yahudi çocuklarını İngiltere’ye kaçırarak soykırımdan kurtarıyor. Tam 670 çocuk. O çocukların o günden bugüne olan hikâyelerini anlatıyor sergi. Çek Cumhurbaşkanı, 105. doğum gününü kutlayan Nicholas Winton için yazdığı mektubunda “Bu çocuklara yaşama ve özgür olma şansını bahşederek verilebilecek en güzel hediyeyi armağan etmiş oldunuz” diyerek anlatmış duygularını.

Bir çocuğu kurtardığınızda sadece bir kişiyi kurtarmazsınız. Aslında onunla beraber henüz doğmamış olanları da kurtarmış olursunuz. Bir çocuğu öldürdüğünüzde, henüz doğmamış olanları da öldürürsünüz. Kurtardığınız çocukların çocukları ve onların çocuklarına da yaşama şansı vermiş olursunuz.

Berkinleri, Alileri, Ceylanları, Sevagları öldürmeselerdi kendi çocukları olacaktı ve çocuklarının çocukları. Yani hayat yaşayacaktı onlar için de. Kurtaramadık onları. Kurtaramadık çünkü paramparça edilmiş insanlığımız, ayrıştırılmış vicdanlarımız, duruşlarımız insandan yana eksiltilmiş, insandan yana azaltılmış. (Muş), (Mış) gibi yapmaktan paramparça olmuş.

Serginin sonunda Hitler faşizmine dair bir not düşülmüş. O notta şöyle yazıyor; “Yıllar önce farklı partiler, gönüllü dernekler ve görünüşte zarasız bir grup insanın milliyetçi militan sloganlarda birleşmeleri ile gelindi bugünlere. Göçmenlere ve ‘problemli’ diye nitelenen kesimlere karşı, ari ırkın korunmasına atıfta bulunuyorlardı. Kendilerini düzenin koruyucusu olarak adlandırma oyunu değildi asıl mesele; mesele, eylemlerinin sebep olabileceği muhtemel sonuçlardı. Tarih bize bunu unutamayacağımız bir biçimde gösterdi.”

Kefenli gösteriler, yuhalatılan anneler, “ölmüşse ölmüş, gitmiş” diyen o ses, “çocuk, kadın diye ayırmayacağız” diyerek yapılan o ölümcül konuşmalar, iktidarın arkasına dizilmiş meslek odaları, sendikalar, sanayiciler, medya patronları eli sopalı, bıçaklı, palalı kitleler, gazeteciler, yazarlar, sanatcılar, akademisyenler, tarihçiler o hattın yarattığı muhtemel sonuçların suç ortaklarılar. Düzenin korucuları olarak tarif ediyorlar kendilerini. Evet, “Görünüşte zararsızdı”lar bir zamanlar. Şimdi çocuklarımızı, gençlerimizi katledip, annelerimizi yuhalıyorlar. Zulüm, kitlelerle ortaklaştırıldığında, milyonlarca Yahudi’nin aslında çalışma kamplarına gönderildiğine inananların, hiçbirşey yok (muş) gibi yaparak verdikleri onay gibi büyük bir kabule dönüşüyor ve insan cesetleri dağ gibi yığılıyor.

Prag’a birkaç damla gözyaşı emanet ediyoruz. Bu şehir emanetlerini koruyor bunu anlıyoruz.

Önümüzde bir Türk çift koşturuyor. Erkek olan sesleniyor “Demiştim sana bizim şehirlerimizden bir farkı yok” Ruhu yağmalanmış bir şehirden geliyor onlar. Herkesi ve her şeyi zorla kendimize benzettiğimiz bir şehirden. Bilmem anlatabildim mi?

2 Haziran 2014 Pazartesi

Hikaye / Misak Tunçboyacı

 

Buraların hikâyesi ne yazmakla tükenebilir, ne anlattıkça dibi bulunabilir, ne sonuçlandırılabilir ne de üzerine tek söz eklenmesine gerek kalmaksızın anlaşılabilir çözümlenebilir bir meseledir. Derlenenler ucundan kıyısından hep dile getirilmeye çalışılanlar, bilfiil ifşa ve ikrar olunanlar yüzeyin derinlerindeki büyük tahrifatın salt ve sadece belirli bir uzamını görünür kılabilir. Hal böyledir böylesindedir. Astığım astık kestiğim kestik coğrafyasındaki devlet denilen mekanizmanın eylediklerinin, sonrasında vuku bulanların kalanların bir cümlede, ondan mülhem başı ve sonu belirli bir hikâyesi söz konusu değildir, artık. Değinilenin fecaati ortaya çıkanın vahameti, erkin felakete sahip çıkışı, bunları sıradan addetmesi her şeyi normalleştirmesi, sıradanlaştırma hevesi bu bağlamda sıralananlar dizi dizi demeçler bir dolu tedbirler bu hikâye dediğimizin sınırlarının bulunmadığını göstere gelmektedir.

Hikâyeden sayılanların gerçekliğimizin düşünü parçalayanlar olduğu yinelenesidir. Gerçeğimiz bir uzama hapsedilirken her şey yalanlarla gasp edilirken olan bitenler birer kısa cümlede izah edilemeyecek kadar derine iz bırakmaktadır hala. Görülmesine çabalanılanlar ile gösterilmeyenler arasındaki derin yar, her şeyi apaçık ifşa etmektedir haddizatında. Yinelenenler ezberler ile kotarılmış olan, sınırları bariz ve belirgin olan bir sathı mahalli göstere gelmektedir, boyuna, daima.-Düşün taşın ama sorgulamaya girişme, gör ve hisset ama harekete geçme, eğri ve eğreltilik bir estetik olsun, oluşturulsun gel gelelim bu ne diye hiç bahsetme. Her şeye bir kulp takılsın ama bunun nedenlerini niyelerini sorma, peşine düşme. Bir şeyler bunca kolay devletin tahakkümü için yapılandırılsın bu ne perhiz nasıl ileri demokrasi diye cümleye başlama, mümkünse konuşma.

Herkese mubah ama size yok bahsinin her neye tekabül ettiği gün be gün aşikarken, bunca belirgin, hala ve hala devletin mağduriyetinden bahis açıp olan biteni muğlaklaştırma gayretine düşen bir akla karşı seslenme. Suskunluğu sıradanlaştır, zulmü sıradanlaştır, hakareti içselleştir, her şeye empati kur, izahattan çok azar işit devlet dediğinin hedefinde hep yer al, ya da hedefte kal orada sabit gel gelelim bir şeyler bu hale nasıl çabuk dönüştürülmüş, nasıl bunca yıkım eşiğimizden içeri buyur edilmiş ona karşı hiçbir şey yapma. Tavsiye olunanlar, dile pelesenk edilenleri bir araya getirdiğimiz bugünün ülkesinde hikâye böyle işlenen, sürekli devinen bir kurgu. Masallardan bahsetmiyoruz hayır henüz naifliği arşınlayabilecek derman yok gördüğümüzden ve başımıza getirilenlerden sonra bir kelam etme gerekliliğinde tam da Gezi Direnişi’nin başladığı yerin sınırlarında bir akşamüzeri bu satırları yazmaya gayret ediyoruz.

Direniş birinci yılını doldururken dönüşürken, halen anlatmaya devam ederken meramını biz sadece ucundan kıyısından bildiklerimizle değil, tanık olduklarımızın kıyısında işte bu karanlık güncelliğin yekpareliğine karşı söze sığınıyoruz ne kadar kaldıysa. Burada değinilenlerin hepsi ve daha fazlası sınırların nasıl muğlâklaştırıldığını göstere gelmektedir hala. Bir yerlerde olan biten, başka bir yerde daha henüz katara eklenirken, kervana düzülürken öncesiyle ve sonrası arasında bile uçurumlar mevcutken gel de çık işin içinden. O haldeyken bir de sözü denkleştir, kimseye eğilmeden. Hikâye hikâye diye geçiştirilmeye çalışılan hemen her şeyi ters bir köşeye mahkûm edip derdest eyleyip kendi bildiğini mütemadiyen okuyan bir devlet aklının karşısında, kıyısında söz hiç kâfi gelir mi, meram hiç tükenir anlam hiç nihayetlendirilir mi?. Nasıl ülke sorusunun alelade bir sorgu olmadığı tüm bu sınırlar üzerinde yaşayan halkların her gününe nüfuz eden o devlet gölgesinin varlığı, gözetiminde aktarılanlar gayya kuyusundan kurtarılabilenlerdir derdin bir yüzeyidir. Kısa kesilmesi inatla tavsiye olunan meramların aslında nasıl uzunca ömür boyu bir yük olduğunu göstere gelendir.

Acı, elem hep bu yana kader kısmet öte yana, bir arada birlikte tüm ayrıştırılanlara karşı koruma kalkanlarıyla donatılanlara hep kumpastır. Çoğunlukla erkin yoluna çıkan taştır manidar manidar. Kurulmuş düzene karşı nifaktır sürekli ezber olunduğu gibi yinelenmekten kaçınılmayan bir mihrak saptamasıdır. Yok oluş resmedilirken, çürüme görünürken menzilde her şeyin kanıksatılması çabasıdır o yana (erkin saflarında) dert edilen. Bugünün ülkesinde, bu yeni ülkede dünün sonsuzluğu şimdiki zamanı alenen kapsayışın ivmesi, yarınlara ulaştırabilme inatçılığı istikrarlı bir tavırdan çok daha fazlasını göstere gelmektedir. Sözüm ona barışıyorken bile düşmanlığın önemli bir kesime karşı devam ettirileceğinin izleridir ol bahis. Her şey devletin kontrolünde, her şey mübalağasız, eksiksiz, gediksiz ötekisine karşı yok ediş hamleleri ile yola çıkarken halen barışıyoruz şayiasıdır. Oyun hep buralardan kurulurken vahamet bunun gerekliliği üzerinde halen tartışılmasıdır.

Kalekollar Lice’den Meskan Dağı’na her alanda ve meskende bu devlet tahayyülünün görünür yüzleri olmak için temellendirilmektedir. Bu yapılar, yeni sınırlar icat edebilmek için var olanı yok etmek, anılan barışı uzakta tutmak için değerlendirilmektedir. Öylesine, rast gele bir mefhum değildir bu çabalar, duvarlar, hendekler, kalekollar. Bütünde sonuçlandığında büyük ülkenin, yeni ülkenin gücünün kudretinin halen doğusuna, ağrının olduğu yere reçetesinin zulüm olduğunu enikonu kanıksatabilmek için bulunmuş bir yönelimdir. Barışa dair hiçbir şey henüz tartışmaya açılmazken, henüz hiçbir şey konuşulmazken ama Barış Anneleri çoktan Asker aileleriyle buluşmuş birbirlerinin acılarına ortak olmuşken, Roboski çoktan Soma’ya varmışken hal böyle kendiliğinden, halklar eliyle ilerlerken devlet, devletliğini hatırlatmaktadır.

Kendi konumunu, nizamını her neyden el aldığını yinelemektedir. Daha çok acı yas ve elem birbirini hemen hiç terk etmezken daha ben buradayım diye savaş naraları atılmakta, sorun yekpareliğini barışın erkâna olan uzaklığını muhafaza edilmesi sağlanmaktadır. Sınır ihlali gerekçesiyle bir haftada iki kadının bir çocuğun sayısından artık haberdar bile olamadığımız nicesiyle küçük kıyametler, katliamlar gerçekleştirilirken bir her şey yolunda türküsü tutturulmaktadır. Saada Derviş henüz yirmi sekiz yaşındayken katledilmiş, Kızıltepe’li A.Ö. henüz on üçünde iki gözünden edilmiştir. Rojava’nın Serêkaniyê kentine bağlı olan Tıl Xelef köyünden, Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesine 19 Mayıs’ın akşam saatlerinde sınırdan geçmek isteyenlere müdahalede bulunan askerler, o sırada kendilerine engel olmak isteyen Şuâ Hüseyin El Ubeyt’i öldürür. Katliam zincirleme kırım bir resimden bir sınır boyundan bir diğerine ulaştırılır böyle sistemli bir biçimde. Giden can olmuştur bir kez daha.

Sınırları herkese açık olduğunu teyitleyen devletlûnun eli kolu yine kadınlara, yine çocuklara, yine geleceğe dair umuda olmuştur işte aralıksız biteviye. Bütün bunlar olurken behemehal devreye konulan yaftalara burada da işlev kazandırılır, araya sıkıştırılır hiç çekinilmeksizin, gocunmaksızın yeter ki kırımlar unutturulsun, sorgulanmasın bir kez daha!. Alıkonulan çocuklar, dağa kaldırılan gençler diye bir araf ve isyana duran aileler resmedilir ekranlardan, siyasal uzamdaki bir partiye bunların hesabını ver denilir, kara propagandanın yüzü ve sözleri akşama kadar kendini yalanlatacaktır oysa. Her türlü iradeye karşı olan devlet figürü kendini tarzını, cinsini ve cibilliyetini bir kez daha Kürt Özgürlük Hareketinden hıncını alarak göstere gelmektedir. Yorumlara illa ki bir ilaveye gerek olmadan nihai maksat kendini gösterir. Aynı günlerde Anayasa Hukukçusu Profesörün sosyal medya sayfasından bir ifşaat, başka bir hedefe koymaya, aynı bezirgân dille nefret çabası bu defasında da Alevilere yöneltilecektir.

Yaygın söylem, nefretin eşiğinin artık aşıldığını bambaşka bir boyuta zuhur edildiğinin kanıtıdır. Gerilim siyasetinin, kimliklere dair söylemlerin bile isteye çekiştirilerek dile getirilenler sorun haline dönüştürüleceği eylem planlarıyla her şeyin muntazaman ilerleyeceği bir ülke bina olunmaktadır. Erkin başı olanın, Pir Sultan Abdal ile mesaj verirken, sayın profesör âli bilginliğini, hiç kimselerin fark edemediği, her nedense aklına düşürmediği şeylerde iki adet yüz kırk karakterlik cümle ile nefretini paylaşmaya devam etmektedir. Oradaki değiniler grup toplantısında şen kahkahalar atmalarına vesile bir neden, dayanak olarak bilinendir oysa. Bir yanda facianın yası kederi sürmekteyken hal hep böyleyken, sınırlandırılmışken varsa yoksa erkânın canının sıkılmamasıdır mesele. Yaftalar her yerde. Hızır paşalar geçmişte kalmıştır, Açılın kapılar şaha gidelim meselesi de asırlar öncesinde kalmıştır. Türkiye’de kimin ne meselesi varsa bizim meselemizdir cümlelerine sıkıştırılmaktadır, döke saça, bata çıka yapılan fişlemeler ve fişteklemelerin tümü erkânın tahayyülüne terk edilmektedir.

Gündelik siyasetin, reel politiğin kurmaktan yorulmadığı ezberleri aslında şiddeti, bunca fenalığı kanıksatabilmek, uygun düşürmek için yeni çabalanımlardır denekliğin merkezi edilen bu deney sahasında. Ekranlarda sadece onların gösterildiği, sadece orada, o makamlarda oturanların dillerinden dökülenlerin önemsendiği, manşetlere taşındığı bir ülke artık normalimiz olarak da yerini almaktadır yerini sağlamlaştırmaktadır bu hınç iklimi. Bir hikâyeden çok anlatılıp geçilecek bir meselden çok hala delip geçenin her ne olduğu anlaşılmamaktadır. Anlaşılmasına çalışılmamak konusunda usta bildiğini, ezberlerini okumaya devam etmektedir biteviye ve sürekli. Her eleştiriye sağır, her tespiti baştan darbeci ilan eden, her sözü en büyük kinle, en derin hiddetle baskılamak konusunda yol alınmaktadır!. Nefret’in siyaseti eylenebilir mi sorgu / meram burada saklıdır.

Nefes almak kadar olağanlaştırılan böylesi çıkışların peyderpey sürdürülen demeç sağanağının arasında yapayalnızız. Bir başımıza derdimiz işitilmek bir yana sündürülmek, usandırılmak ile yok sayılmak arasında bir yerlere hapsedilmekte kesintisiz. Anadolu gençlik derneği’nin düzenlediği Ayasofya’da sabah namazı etkinliğinin bir ritüelden çok tam da Gezi Direnişi’nin yıldönümü gününde, bir gözdağı vermek istermişçesine rahatça kurgusunun hayata geçirilebildiği bir yerdeyiz işte yalnızız. Dinin siyasallaştırılmasının muktedirin en çok savunduğu alanın günlük bir politika safına çekiştirilmesinin vesikasıdır karşılaştığımız. Muktedirlik, o makama haiz olan iktidar olma heveskârlığı ve yamalığı ve destekçiliği, soluk aldığımız her günü daha bir içinden çıkılmaz kılacak yollara ulaştırmaktadır Böylesine gamsız böylesine hesapsız kitapsız böylesine uluorta bir ülke tam ortadan ikiye ayrılmaktadır.

Usulen değil, usulden hiç değil laf ola beri gele diye değil ne görüyorsak, neyi görebiliyorsak özetle son bir senede yaşatılanlar, karşısında oluşturulanlar bir sete, duvara, aşılmaz engellemelere dahası aykırı fikri sabık delici bir deney sahası halindeki yepyeni bir ülkeye dönüşüyor. Tüm kartlar o erkânın elinde ve bizler sadece seçim sandığı ortaya düştüğünde kerhen hatırlanabilen bir avuç halk olarak hayatımızı idame ettirebiliyoruz. Hep yüzdelerle ifade edilen, darbeci, çapulcu, marjinal, çok daha fazla ileri gidildiğinde; dinsiz imansız diye anılanlarız. Suretlerimiz, dertlenişimiz ortakken halk millet sayıklamalarına karşın, ortada bunca belirginken yok bunlar buralı değil lobici, tetikçi denilenleriz. Nush yerine köteğin geçerli sayıldığı, bir zamanın nefretinden payımıza düşenleri alanlarız aralıksız. Amed’in Lice ilçesine bağlı Cellik bölgesinde halkın direnişi devam ederken, ilçeye bağlı Birlik köyünde bir araya gelen halk, Amed-Bingöl karayoluna barikat kurdu. Askerlerin gerçek mermi ile halka saldırdı. Saldırı sonucu yaşanan çatışmalarda biri çocuk iki kişi yaralandı diye ajanslardan düşenleriz.

Bir fenalığın ortasında tam anlamıyla bir insan eliyle yapılan bir cehennem suretinin içerisinde olduğumuzu özetleyen daha İstiklal Caddesi’nin üstüne adım attığınız anda şiddetin her ne olduğunu idrak ettiğiniz bir saldırıya maruz bırakılanlarız. Birkaç saat önce,- Taksim’de eylem yok, müsamaha yok, taviz yok diye bağrışan zatın kıdemli amirlerinden birisinin dün eylemci çocukları enselerinden tutup da sürüklediği o caddenin sonunda bugün, Özgür Suriye Ordusu namına yapılan gösteriye kol kanat gererken gördüğümüz bir yerin yurttaşlarıyız. Yirmi beş bin polis ve elli toma bilmiyoruz kaç tane akrep ile topyekûn huzur ve güvenin teminatı olarak değerlendirilen katillerin sofrasına ‘yem’ edilenleriz. O şiddet sarmalının her neye dönüştüğünün belgeleyicisi olması için işgal edilen Moda’daki eski karakolun duvarlarına katillerin yaptıkları kazınırken, yine şiddetin, gözaltının insanları bulduğu bir yerin yurttaşlarıyız.

Ya paryayız, ya ihanete maşayız ve öyle bir yerdeyiz ki plakasız araçlarla, simsiyah filmlerle kaplı minibüse durup dururken oturduğunuz yerde Gezi Parkı’nda on kişiyi gözaltına veren bir ülkedeyiz. Aralıksız bir hizaya çekme, utanmaksızın, kâfi bulunmaksızın bir sınır belletme, dokunursan yanarsın ile yüz yüze bırakılmaktayız. Yerginin olağan, kırımın normal, bu uğurda herkesi illa hedefe koymanın tabi hak olarak bellendiği bir uzam çok öteye gitmeye gerek yok, lüzum hiç yok çukurdur. Çukurun tam kendisidir. Anlatılamayanların sözcükleri o aralıkta sese ve soluğa karışmaktaydı. Pürtelâş ve bir dolu engelleme ve hakir görme ve yok sayma daha kâfi gelmezse her vakıanın üzerine toprak atılmaya çalışılan bir güncellikte. Zıvanadan çıkan devlet-erk-muktedir aklının göstere geldiği tek bir noktaydı daha büyük sessizlik! Daha fazla suskunluk reçetelendirilmekteydi.

Anlatma kendine sakla bildiğini, hikâyeni, biliyorsan da duyurma, yanmaya devam et içten içe ama söylenme, yaslı ol sakın ola isyana durma her bahis bu kısır alana mahkûm edilmekteydi. Sese ve soluğa karışan, Gezi Direnişi’nden, Soma’ya Lice’den Rojava’ya Gazi’den Okmeydanı’na Armutlu’dan Roboski’ye hakaretamizliğe hakkaniyetsizliğe karşı bir başkaldırıydı. Bugün her şey normal denilirken, kirli ittifakın ruhuna el fatiha manşetleri atılırken bir yandan o özgüvenle sözü eşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da def olup gideceksiniz diyebilen o aklıevvele karşı nihai bir çözüm eşiğiydi Her şey hakarete rehinken bir ihtimaldi. Söz hatırlanmalıydı inadına her yerde her an hatırlatılmalıydı. Bu yekpareliğin aklı naçar bırakan tüketen zulmün karşısında söz hatırlanmalıydı. Hatırlayabilecek miyiz dert budur, meramımız buradadır, bugün ve şimdi…