29 Kasım 2014 Cumartesi

Bakmak Başka, Görmek Başka! (VİDEO)

Bakmak ve görmenin çok farklı şeyler olduğunu gösteren ve düşündüren muhteşem bir çalışma. Mutlaka izleyin..

Kaynak: Network Marketing

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ruhi Uzunhasanoğlu / SonraDedimKi…

SonraDedimKi ;Sanki Germinal romanınını okuyoruz.Çalışmazsak açlıktan ölürüz kesin  ,  madene girersek ölüm sadece  ihtimal , diyen insanlarımız var.Yani milli gelir onbin dolar felan diyorlar ama emekçiden , yoksuldan yana durum hiç değişmiyor demek ki.Zonguldak kömür madenlerini bilirdik.Orada da yılda bir kaç kez “kaza” olurdu , çok işci ölürdü.Yetkililer hep aynı şeyleri söylerdi.Bir sürü  laf salatası içinde benim için tek manalı cümle  ; Gerekli önlemler alınacak , bu acı son olacak.Bunca insan ölmüş , eş,kardeş,ana,baba,çoluk çocuk perişan, onların gözüne bakarak bir yalanı nasıl böyle rahat söyler insan diye düşünür ve inanmak isterdim “Gerekli önlemler alınacak,bu acı son olacak”Daha bu cümleler atmosfere ulaşmadan yeni bir “kaza” haberi daha gelirdi.Baktık önlem mönlem hak getire sonunda işi kadere bağlayıp rahatladık.Madenciliğin kaderi bu birader ne yapacaksın.O işcilerden birine sormuştum ,  yerin yedi kat altına  sürekli ölüm riskine rağmen nasıl inip çalışıyorsun ?“İnan bana bir gün bile ölüm aklıma gelmiyor, gelse inemezsin zaten.Benim aklımda tek bir şey var , şu gördüğün evlat varya (3-4 yaşlarında dizimizin dibinde oynayan çocuğunu gösterdi)  onun üniverste okuduğu günleri hayal ediyorum ve  hiç tereddütsüz ocağa iniyorum.Dahasına devam etmeyelim.Bilen bilmeyen Germinal romanından  intihal ettik sanır.Meğer o dönemler iyi günlerimizmiş.Aradan uzun yıllar geçti o madenlerin çoğu verimsiz , sevimsiz bir takım gerekçelerle kapandı.Epeyi bir zaman maden pek  kazası duymaz olduk.Son yıllarda ne oldu bir fani olarak anlamadım.Bir maden arama tarama bulma makinesi mi icat oldu ?Memleketin her dağında,her ovasında,her tarlasında , ormanında maden ruhsatları alınmaya başlandı.Deli gibi saldırıyorlar.Burası yeşilmiş,ormanmış,verimli tarım arazisiymiş , cennetten bir vadiymiş , akarsu , nehir , kırmızı benekli alabalık  , bin çeşit endemik bitki , kuş , böcek yuvası…Gözleri hiç bir şey görmüyor.Canavar ağzına benzeyen makinaları , nemrut suratlı korumaları , dikenli telleri… İşgal  ordusu gibi geliyorlar.Hergün bir yerlerde ağaçların kesildiğini duyuyoruz.Hergün  bir yerlerde insanlar toprağına , deresine , çevresine sarılıp bağırmak zorunda kalıyor.SonraDedimKi ; Bunların tek tanrısı para olmuş. Memleketin dağı , taşı ,  ovası , havası ,  ormanı , kuşu umurları değil.…Biliyorum konu bizim için enteresan değil.

Gözden kaçmasın diye yine de not alalım.Eğtit-Donat diye bir mevzu var.Haberlerde falan okuyor spikerler.Amerikalılarla anlaşıyoruz.İmzalar atılıyor karşılıklı.Ne bu Eğit-Donat ?Efendim Esed rejimini değiştirmek için yola çıktık ama olmadı.Başaramadık.Destek verdiklerimiz kontrolden çıktı.Şimdi daha mülayım (Ilımlı) unsurları bizzat Türkiye topraklarında eğiteceğiz,donatacağız ve Suriyede savaştıracağız.Meselenin çok tartışılacak yanı var da biz bir noktasına bakalım.Adamlar açık açık diyor ki ,Suriyedeki rejimi yıkmak için Türkiyeyi militan bir üs yapıyoruz.Öyle el altından falan değil,açık açık.En ufak rahatsızlık duymadan.Nasıl bir meşruluk yaratıyorlar kendilerince ? Şöyle , Esed zalim..Ee ..halkını öldürüyor.Hı..Bu durumda eli kolu bağlı duramayız.

Unuttunuz mu ?Yüzbinlerce insan sizin bu politikanız yüzünden öldü.Milyonlarcası yurtlarından oldu.İŞİD diye psikopatlar ordusu başa bela oldu.Şimdi de silahlı bir isyanın açık üssü olmak için yola çıktınız.SonraDedimKi ; Gel zaman git zaman , yarın aynısı size yapılırsa ağlamaca yok ama.…Berkinimiz var bizim.Gezi günlerinden yüreğimizde sızıdır.Her ölüm bizim acımızdır ancak Berkin daha 15 indeydi.O gün ekmek almaya çıktı evden  ve  vuruldu.O gün Okmeydan’ında bir çocuk öldürüldü.Velev ki ekmek almaya değil , protesto için çıksın evden.Anadolu topraklarının geleneğidir.Ölümün ardından kötü konuşulmaz.Kötü insan bile olsa en azından bir şey demez,susarsın.Adam susmuyor arkadaş.Dönüyor dolaşıyor sözü Berkine getirip kin kusuyor.Ya sen koca Cumhurbaşkanı oldun. Ne zorun,derdin var bir parça çocukla.Ne diyorsan bize de . Bırak Berkinin yakasını.İnanılmaz bir öfke , tarifi yok bunun.Örneği yok.Bu devlet çok çocuk öldürdü ancak hiç birine ben yaptım diyemedi. Hiç olmazsa utanmış gibi yaptı.Yok saydı.Görmezden geldi.Bi mazeret gösterdi.SonraDedimKi ; Adam emri ben verdim ,  dedi  , şimdi suç bastırıyor , belkide her gece BERKİNİm rüyasına giriyor.…İstanbulu bilen bilir , sanıyorum hemen hemen bütün kentlerde  durum  aynıdır.Özellikle yol kenarları , viyadükler , refüjler acaip yeşillendirilmiş.Dünyada belkide eşi azdır yapılan peyzaj’ınSanat eseri yapıyorlar mübarek.Öyle güzel.Yandaşlarını zengin etmek için iş çıkarıyorlar , iş yaratıyorlar. Bunları konuşmaya bile gerek yok.Bizim için enteresan olan şu ;  Birileri bunlara yanlış bir şey öğretti.Yol kenarına ,  çeşitli boş arazilere , kaldırım kenarlarına  , ne bileyim  yolcu otobüsünün çatısına  çiçek , ağaç dikince bir kent yeşil olmaz.Kimden öğrendiyseniz yanlış bilgi bu.Biz size ekoloji , doğanın diyalektiği , yaşamın bütünlüğü , canlı türleri  diyoruz.Yeşillendirilen , ağaçlandırılan bir yerin doğal hayatın parçası olması için asgari 70 yıl gerekiyor.Siz yol kenarına ağaç dikince kuşlar , arılar ,böcekler, sincaplar ertesi gün oraya  akın etmiyor.Tek örnek verelim anlayın ; Ardıç ağacının çoğalması için ardıç kuşu gerekir. O kuş olmadan yeni ardıç yetişmiyor.Ressam olmak istiyorsanız size atelye açalım.Kurs açalım.İsteğiniz kadar ağaç resmi yapın.Rahatlayın.SonraDedimKi ; Memleketin domuzu bile gidecek yer bulamadı , zavallılar Bebek semtine sığındılar.…Sessiz sedasız Atatürk Orman Çifliğine bir Saray yapıldı.Biz bağırdık çağırdık , çeşitli meslek odaları mahkeme açtı ama bitene kadar durumu pek kavramadık.Önce başbakanlık olarak düşünülmüş , sonra BEYFENDİ cumhurbaşkanı olunca konum bilgisi değişmiş.Adam BİN odalı saray yaptırdı arkadaş.Tapusu yok , imarı yok diyorlar ama bunların önemi yok.Bu teknik konuları süratle halletme becerileri fazlasıyla var.Hepimiz ,  bu nedir ? Ayıptır,görgüsüzlüktür,adaletsizliktir diye haklı olarak isyan ediyoruz.Sadece 700 bin lira elektrik harcaması olacakmış.Bunun bakımı,onarımı,hizmeti,hizmetlisi , Çaycı’sı  koca bir çalışan ordusu olacak.Hele ki güvenliği… Sokağa   en az  beşyüz korumayla  çıkan bir insan , acaba Sarayda kaç kişiyle korunacak ?Ne gerek vardı bunca masrafa , israfa , gösterişe ?Geçtiğimiz günlerde  kendi ağzından bir açıklama yaptı  ” Bu saray Ülkemizin itibarı , prestiji olacak”SonraDedimKi ; Memleketin denizinde , kulesinde , asansöründe , madeninde , trafiğinde insanlar ölüyor onar , yüzer.Sokaklarında kendi yurttaşımızdan  çok , komşu ülkedeki  savaştan kaçan çaresiz insanlar dileniyor.Ağaçlar,ormanlar,çocuklar katlediliyor.Ne sarayı . Ne prestiji . Ne itibarı.

Elin adamı uzayın derinliklerindeki  kuyruklu yıldızı yakaladı.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Akın Olgun/ Bir ağaç, bir umut ve bazenler

Artık sinmiyor insanın üstüne yazının, sanatın, edebiyatın, müziğin kokusu. Kimi sürgünde soluklanıyor, kimi el yordamıyla direniyor, kimi üzerine salınmış baskılara kafa tutmaktan yorgun, kimi terk edilmiş zaferlere tutunuyor, kimi yenilgilerin içinde avuntulara sarılmış, kimi, kimimiz savrulup bir kenara, iç sohbetlerde kendini arıyor. Tüm olup bitenden bir yanımız eksik ve her sabaha “günaydın” diyen umut, hiç bu kadar kederlenmiyordu yaşama dair.

Nerede bir direnç varsa, nerede insanca bir yaşam hayali kuruluyorsa, nerede el ele tutuşan, nerede sevdayı omuzlayan cümleler çoğaltılıyorsa, oraya gözlerini dikiyorlar. Sevimsiz, zevksiz, görgüsüz bir dil, talan ediyor hayata dair ne varsa.

Yalnızlığı örüyorlar. Birbirine benzer insan yığınlarından, birbirine benzer beton yapılar dikiyorlar. Temiz havaya ihtiyacınız yok, ağaca, ormana, parka, börtü böceğe… Hepsini sizin için koyduk bu gökdelenlerin içine diyerek, yarıştırıyorlar sonradan görmeliği. Dev binaların, şekilli, şekilsiz yapıların içine itip “son fırsat, kaçırmayın” reklamları içerisinde yaşamsızlığı çağırıyorlar.

Sanata, edebiyata, müziğe, yazıya dokunmadan geçen hayatlar, duydukları her farklı sesi, “tehdit” edici buluyor artık. Somurtuyor, azarlıyor, kasılıyor ve saldırıyor. Anlamadığı, tatmadığı, hissetmediği, tanımadığı her şey üzerine kocaman, iri ahkâmlar kesip, “tükürürüm içine böyle sanatın” zihniyetiyle kabartıyorlar tahammülsüzlüğü. İçlerinde kocaman bir boşluk var oysa. O boşluk hiç dolmuyor ve bu yüzden doyumsuz bir maddiyat ve o hayatı dinsel kutsiyet içine aldıkları muhafazakârlık ile birer gardiyana dönüşüyorlar. Öpmek, dokunmak, gülümsemek, kahkaha atmak, el ele tutuşmak, operaya, sinemaya, tiyatroya gitmek, sokakta müzik yapmak, dinlemek, birlikte bir şeyler içmek, eğlenmek ne varsa, insana ve insanlığın yüzyıllardır biriktirdiği kültürel zenginliğe öfkeliler. Cehaletin özgüven patlamasına tanıklık ediyoruz. Cehaletin güce yamandığında neler yapabileceğine tanıklık ediyoruz. Korkunç bir uğultu ile uyuyor ve uyanıyoruz artık. O uğultu her geçen gün daha fazla büyüyor.

Çağın yalayıcıları, buldukları her aralıktan tıslıyorlar üzerimize. Nefes aldığımız her alanı kirletiyorlar. O kadar çoklar ki, elimize attığımız her yerde karşımıza çıkıyorlar. İtaat ederek, etimden, sütümden ne varsa faydalanabilirsiniz diyerek iktidar otlağına koşanlar, artık kaybedecek bir onurları olmadığı için daha da bir “rahat”lar. Yazmak, konuşmak, fikir üretmek için artık akıl gerekmiyor. Yukarıdan geçilen tekstleri ezberlemek yetiyor. Manşetler, yazılar, cümleler, söylemler, giyimler, tıraşlar, makyajlar ne varsa bu yüzden aynı.

Sadece kendileri var, sadece kendileri konuşuyor, sadece onlar yine onlar ve yine onlar. Ağırlıyorlar birbirlerini. Yalayıp parlatıyorlar birbirlerinin sözlerini. Vasatlık, yukarıdan aşağıya kendi kalıbına sokuyor herkesi. Boğuluyoruz… Bu vasatlık, sığlık, görgüsüzlük, zevksizlik zehirliyor havayı.

Derken birikiyor bir yerlerde insanlar. Her şeye rağmen dikleniyorlar tüm olup bitene.

Nefes almanın tek yolu bu çünkü.

Sanatı, edebiyatı, müziği taşıyorlar sokaklara. Birbirinin elinden tutuyor herkes. Bir ağaç için başlar bazen hayat yeniden, küçük bir çocuk için birikir bazen, bazenler hiç bitmez. Nerede bir haksızlık varsa vurur kendini oraya. Nefes verir, ses verir, güç verir. Hayatın sadece kendisinden ibaret olmadığını bilenlerin ortaklığıdır bu.

İçimizin, içimize sığmadığı bir heyecan taşır bu ortaklık. Azız, ama olsun azdan çoğalır zaten insanlık.

Tüm yasaklara, baskılara rağmen, sanatın, edebiyatın, müziğin, yazının, şiirin sokağa inip kendine bir duvar, bir sahne, bir meydan bulmasıdır en büyük itiraz.

İtiraz edenler, kurulan o korkunç baskının içinde, mutlaka nefes alacak bir delik hep açarlar ve delikten akar yaşam yeniden.

Ne yapsalar olmuyor işte bu yüzden.

Kendine bir yer buluyor avazımız.

BirGün gazetesi

 

5 Kasım 2014 Çarşamba

Murat Duran / Çünkü ben maden işçisiyim

                                                  “Madenlerde hayatını kaybedenlere ve

tekrar maden tünellerine inen işçilere”

 

Köyde suni bir şekilde, ünlü sosyolog Durkheim’in dediği gibi mekanik olarak büyüdükten sonra bizden büyük ağabeylerimizin dışarıya açılışı, bizim için dışarının gizem dolu bir dünyaya dönüşmesini sağlamıştı. Ben dahil neredeyse bütün yaşıtlarım ancak köy ve kasaba dışındaki deneyimlerini askerlik çağı geldikten sonra yaşayabilirdi. Dışarının gizemi bir kamuflaja bürünse de çekiciliğini çoktan yitirmeye başlamıştı. Yeniden mekanik olmayı tüm kalbimle arzuluyordum. Kasaba bile değil köy evi havlusunun cızırtılı cağı kulaklarıma dolmadığı sürece hep bir memleket özlemi içinde olduğumu hatırlarım.

Askerin eve dönüşü ve evlenmeye başlayan evrilme sürecinde askerlikten damaklarımıza işlenmiş şehirler arası organik tat; evlenme için gerekli, hiç de resmi olmayan dini işlemlerin tamamlanmaya başlamadan beklide son kez veya bir umutla indik metropol kentlere. Herkesin birbiri tanıdığı ama kimsenin beni tanımadığı izlenimini veren bu kalabalık caddelerde saatlerce hatta günlerce yürüdükten sonra camekânlara bakış açım da değişmeye başladığını fark ettim. Önceleri hiç böylesini görmediğim kadınların yüzleri ve bedenlerini seyrediyordum. Sonra sokak sanatçıları ve süslü vitrinler… cebimin boşaldığını görünce de vitrinlerde yazan eleman alımı ilanlarını. İki tür ilan vardı. Biri “bizimle çalışmak ister misiniz” diğeri ise “eleman alınacak” yazılarıydı. Asla kibar yazılmış olanına yönelmedim ki beklentiyi ilanı asarken bile yüksek tutmuşlardı. Bu “kibar patronları” hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Ya da adına özgüven eksikliği diyin.

Benim ellerim kazma sallamaya ve kürek tutmaya alışmıştı bir kez. Beyaz bir gömlek ile masadan masaya koşturmanın organik toplum düşümün birer parçası değildi. O gün son kez beyaz renk giymiştim. Hem cızıklayan havlu kapısını da özlemişim. Ya Selma’mın saçlarından bulanan üzerine gülle işlenmiş çitinin kokusu… Şimdi anlarım gurbette özlem ile göğüsleri çatlayan, öfkesinden sazlarının gövdelerini çatratan ozanları. Atladım otobüse, doğru memlekete.

Ne olursa olsun orada ölmem gerektiği bilinci, muavinin ilk çayları dağıtırken çayın üzerine düşürdüğüm memleket düşlerimin içimi ısıttığında anlamıştım. Ertesi günün sabahında kasabadaydım. Ve birkaç saat sonra da köyde olacağım. Köstebek yuvaları üzerinde kurulmuş, elmasın karası ile tecelli bulmuş hem şanslı hem şansız köyüm.

İlkin annemin suni gübre kokan ellerinde giderdim memleket hasretini, şansım yaver giderse de baş başa Selmamın nemli gözlerinde bulacağım kendimi. Sonra kendi memleketimde, köyümde maden ocağında iş için gerekli evrakları dolduracağım. Keşke toprağı işlemek veya hayvan otlatmak için yeterli sermayem olsaydı. Sermayesi olanlarda maden ocaklarındaydı. Yani ilk aşamayı geçsem bile ikinci aşamanın yetmezliği karşısında tekrar yeraltına inecektim. Yersiz yurtsuzluk ve geçim sıkıntısı maden ocaklarından daha tehlikeliydi. Üstelik yeni evliydim. Selma’mın mutfak ihtiyaç listesini karşılamam gerekti. Eve gelirken ellerime yönelttiği gözlerini boş çeviremezdim. Aile reisi olmanın altın kurallarından biriydi bu. Gerekli evrakları toplayıp başvuruyu yaptım. Muhtemelen alacaklardı beni. Zaten amcamın orda çalışıyor olması benim lehimeydi.

İki gün sonra ocaktan aradılar beni. Ertesi gün çalışmaya başlayacaktım. Sabah uyandım. Kelimelere dökülmeden hoşçakal, hakkını helal et denildi, önce annem sonra da Selma’nın gözlerinde giderdim doğacak olan hasretimi. Bu ritüeli her sabah babamın ve amcamın da yaptığını hatırlarım. Babam sizlere ömür, amcam ocakta beni bekliyor olmalıydı.

Benimle beraber iki kişi daha başlayacaktı. Biz acemiler için uzmanlar ne yapmamız gerektiğini anlatılar. Sanırım rutin bir testti. Ama biz ev ödevlerimize daha önce akrabalarımızın anlattıkları sayesinde çalışmıştık. Teori pratikten doğar biliyorum ama böylesi bir yerde teori bilgisinin sizin için çok fazla bir anlamı yoktu. Belki şans gerekliydi ama böylesi bir iş şansa bırakılmayacak kadar tehlikeliydi. Uzmanlarda bunun farkında olmalıydılar ki testi kısa soru ve cevaplarla bitirip, elimize ikinci el bir baret verdikten sonra yer altına postaladılar bizi. Aşağı tırmanan ilk basamağa basmadan önce son kez çeker gibi çektim güneş ışığını kendime. Henüz düşlerim gün ışığı ile aydınken Selma’yı düşündüm sonra annemi ve sürekli damlatan topraktan damımızı. Ağır bir sorumluluk ile ilk adımımı besmele ile attım. Umarım iş duaların devreye gireceği duruma gelmez.

Yenilerle beraber toplamda 25 kişiydik. İlk ve son sayım çok önemliydi. Yarı patron yarı bizden olan adamların bu sayıyı hafızalarına kazımaları gerekliydi. Öyle de yaptılar. Ustaların önderliğinde kömürün çıkarıldığı bölüme yaklaşıyorduk. Sona yaklaştıkça nefes almaya zorlanıyordum. Müthiş heyecan sarmıştı. Yeni başlayan Ahmet’in yüzünden de görülüyordu bu. Amcam hemen önümde yılların verdiği deneyim ile kendinden emin bir şekilde yürüyordu. Bana güç vermek istercesine arkasına dönüp gözleriyle kolladı beni. Ona kafamı sallayarak iyi ve hazır olduğumu gösterdim. Aslında iyi değildim içime karanlık bir his oturmuştu. Böylesini daha önce hiç deneyimlememiştim. Uzun koridorda yürürken yer ile tavanı destekleyen kirişlere gözüm çarpıyordu sürekli. Biraz daha yürüdükten sonra sağ taraftaki sığınma odasını gördüm. İçimizdeki görevli biz çaylaklara acil bir durumda buraya gelmemiz gerektiğini söyledi. Ancak bu uyarıdan sonra da epey bir yürüdük sonunda çalışacağımız yere gelmiştik ancak sığınma odası epey uzak kalmıştı. Bu biraz sakıncalı bir durum değil miydi? Neyse görevlerimizi ustabaşından öğrendikten sonra yerlerimizi aldık. Benle birlikte iki kişinin görevi çıkarılan kömürü el arabasıyla a noktasından b noktasına taşımak oldu. Sevdim bu işi. Uzun süre devam edebilirim. Bir aksilik çıkmazsa Selma ile çocuk dahi yapmayı düşünebiliriz.

Kirli işleri severim, genelde tehlikelidir ama kafan rahat. Fırça yiyebileceğin kişi en fazla iki kişidir. Garsonlukta öyle mi, patronun sevgilisi dahi basıyordu fırçayı. Burada çalışmanın avantajlarından diğeri müşteri ile ilgilenme diye bir durum yoktu. Ne bizim onlardan ne de onların bizden haberi vardı. Sobanın etrafında ısındıklarında dahi akıllarına gelmez kömürün nerden nasıl kim tarafından çıkarıldığı, hem gelmesin zaten niye bunu düşünsünler ki, memleketteki haber kanalları müsaade eder mi buna?

Görüyor musunuz düşüncelere daldık araba çoktan dolmuş basacak şimdi usta fırçayı. Neyse diğer iki kişi ile arabaları vızır vızır taşıyoruz. Fatih sultan Mehmet köprüsü dahi böyle işlek değil. Bizim köyün berisindeki köyden tanıdığım bir adam var. Mehmet abi. Nasıl da hırsla vuruyor kazmasını kara elmasa. O vurdukça kıvılcımlar alevleniyor. Duvarlar çatlıyor kazmasının izasından ayaklarına dek. Korku dolu gözlerle amcama bakıyorum. Rutin diyor gözleri, korkacak bir şey yok. Zaten o hep gözleriyle anlatıyor. Diline pek yük olmayanlardan biri. Şirketin yıllardır onun 6 çocuğunun rızkını her hafta hatırlatarak her türlü şartı kabul etmesine ve diğerlerine  ettirmesine neden olan biri. Eli kolu bağlı, bağlanmış biri.

Ben Mehmet abinin olduğu bölümdeyim. O kuvvetli kolları ile duvara her vuruşunda anında doldururlar arabayı, ben de daire şeklinde ayaklarım ile çizdiğim bölmede önce arabayı geri çeker sonra soldan çevirip askeri titizlikle uygun geriye döndükten sonra marş komutu ile ileri iterim. Bu hep böyle devam eder. Aklıma Chaplin gelir. Yerin altında, maden ocağında teknolojiye kilometrelerce uzak böyle bir yerde band sistemi disiplini ile çalışacağımızı düşünmezdim. Belki de “ çabuk arkadaşlar her an göçük olabilir, işimizi bitirip çıkalım” fikri bilinç altlarına yerleştiğinden saat ile çalışıldığı unutturulmuştur.

Böylelikle bir gün bitmişti ve Selma açmıştı kapıyı. Muharebeden döner gibi döndüm eve. Muharebeden döner gibi karşıladı beni. Ben banyo yapmak için soyunmaya başladığımda televizyon iki gün önceki maden faciasını anlatıyordu. Muhtemelen o anlatmaya devam edecekti bense yarın işe gidecektim. Üstelik bu gece çocuk yapmak için Selma’yı ikna edecektim.

 

Murat Duran

3 Kasım 2014 Pazartesi

Akın Olgun… O günü göreceğiz, yüz ifadelerinizi de

Akın Olgun/ BirGün

Hayatlarımıza musallat olan bir ölüm iktidarı tepemizde. Sürekli mezar kazdırıyorlar hepimize. Tek tek değil, toplu mezarlar kazıyoruz artık. Gömüyoruz çoluğumuzu, çocuğumuzu, babamızı, annemizi sıra sıra… Resmi alçaklık ipini koparmış, kimsenin zapt edemediği bir sürü halinde dolaşıyor. Her sözlerinde ölüm, şiddet, nefret, kan ve sevgisizlik var. Söz yetişmiyor, kurulan hiçbir cümle onları tarif etmeye yetmiyor, hiçbir küfür kâfi gelmiyor. Azalıyor kelimeler, kuruyor dudaklar, boğazlarımızda koca bir yumruk, nafilesiz tekrarlar ve içinde çırpınan isyanlar düşüyor dizlerimizin üzerine. O kadar çok parçalanmış, o kadar çok ayrıştırılmışız ki, yanı başımızda düşen hayatlara dokunmadan, hissetmeden yürüyor ve bir sonraki cinayetin, katliamın üzerinden atlayınca temiz kalacak-mışız sanıyoruz. Oysa hayatı aldatamazsınız. Yaşamı kandırmak diye bir şey yok. Görmezlikten, duymazlıktan geldiğiniz her şey, günü geldiğinde karşınıza dikiliyor ve hatırlatıyor suskunluğunuzun bedelini. Senin de payın var diyor öldürülen her madenciden, kafasına sıkılan çocuğun yok edilişinden, dövülerek katledilen o gencin akan kanından. Anlayın ki, omuz silkip, çekip gidebileceğiniz bir şey değil işte hayat.

Sessiz kalınca, dokunulmayınca, görmemezlikten gelince daha uzun, daha huzurlu olmuyor ömür. Özgürlük yoksa içinde, insan kalınmıyor. Sesiniz çıktıkça, ses verdikçe, ortaklaştıkça, birlikte itiraz ettikçe çoğalıyor yaşam ve de insan.

Madenci ol, sokak ortasında infaz edilen asker ol, bedenine yaşı kadar mermi doldurulan çocuk, sopalarla dövülerek öldürülen genç, oğlu, kızı kaybedilen Cumartesi annesi, ağaçları, parkını koruyan mahalleli, suyunu, deresini koruyan köylü, içeride hasta tutsak, karakolda işkence gören solcu, cinsel tercihlerinden dolayı öldürülen eşcinsel, travesti, kışlada intihar etti denilerek ailelerinin ellerine teslim edilen er, namus diye öldürülen kadın, Malatya’da lime lime kesilen Hristiyan, Karadeniz’de öldürülen papaz, arkasından vurulan Hrant, yakınlarının kemiklerini kışla bahçelerinde, inşaat temellerinde, kuyularda arayan Kürt, panzerin arkasına bağlanıp sürüklenen gerilla, uzuvları kopmuş ve protez bacağına haciz konmuş gazi ol… Olalım ki anlayabilelim birbirimizi.

“İşte gerçek Cumartesi anneleri” diyerek üç askerin annesini manşete çekenlerin umurunda mı sanıyorsunuz ocağa düşen ateş. Anneleri, yine anneler ile vurmak için en düşkün yöntemi seçenler, kirlerini, pisliklerini acılarımızı parçalara ayırıp, birbirine düşman ederek aklıyorlar.

Diri diri madenlere gömdükleri işçiler için “Madende yemek yemeselerdi ölmezlerdi” diyen o Bakan’ın, “hükümete yüklenmeyelim” diyerek elinde bir avuç tuz ekranlara koşanların umurunda mı yoksulun hayatı? HAYIR.

Toma, panzer, tank, polis, jandarma, gaz, plastik mermi, gerçek mermi, cezaevi, dava, mahkeme… Meydanlara sürmedikleri hiçbir güç kalmadı. Aldığınız her can, yok ettiğiniz her insanın son nefesi birikiyor ama bir yerlerde.

Birikiyoruz orada, burada, şurada.

Evinde çaresizlikten hüngür hüngür ağlayan, gidenin ardından dizlerini döven, ağıt yakan, küfreden, duvarları yumruklayan, yumruğunu ısıran, lanet eden, belalar okuyan, yüreği sıkışan, saçlarını yolan, kendini yola, sokağa, meydana vuran, öfkesinden gözleri kanlanan, elindekini parçalayan, uyuyamayan, bir kâbusmuş ve gözlerini açtığında her şey bitecekmiş gibi yapan, kaçıp kurtulmak isteyen, iç konuşmalarında “elime verseler hiç acımam hiç” diyerek söylenen, “yeter artık yeter” diyerek nefeslenen kim varsa birikiyor, birikiyoruz bir yerlerde.

Kendinizi, korkunç ve güçlü sanan sizler, o gün geldiğinde sadece ne kadar zayıf olduğunuzu değil, yarattığınız öfkenin ne kadar yıkıcı olduğunu da göreceksiniz. Sadece geç kalmış olacaksınız, çok geç hem de… Güç ahmaklığına tutulmuş ve hep böyle gidecek sanıyorsunuz ya, büyük bir yalanı, yaşıyorsunuz. Öfkenizi aşağıya tattırmaktan aldığınız zevkin, bir gün size dönüp ezeceğini hiç düşünmeyin sakın. Düşünmeyin ki ansızın karışınıza çıktığında, yüzünüzde oluşacak o ifadeyi görelim.

O gün için nefesleniyoruz çünkü artık.

Özgür, adil ve insanca bir yaşamın Cumhuriyeti için yani…