31 Ocak 2014 Cuma

Misak Tunçboyacı yazdı…/ Karanlıkta Hatırlamak

Tüm tanımların neredeyse bütün olan biteni faş etmeye gayretinin, bizatihi anlatılanların, söze tanıklık edilenlerin, ötesinin berisinin cümbür cemaatin göstere geldiği bir edimdir bugünlerde karşı karşıya kaldığımız karanlık. Her çabanın behemehal devreye konulan sözün yahut da eylemin naçar bir mefhuma sıkış tepiş kıstırılmasının, bizzat yazılanın ve anlatılanın değil muktedirin hep aşina olunan belagatinin önemsendiği el üstünde tutulduğu bir mertebenin kendisidir karanlık. Şifanın değil zehirlenmenin, nihayetinde çürümenin handiyse olağan olarak savlanıp tek bir adım geriye atılmaksızın reçetelendirildiği bir aynalayıcıdır karanlık.

 

Kimi zaman dehlizler gibi mecazlarla kimi zaman günün kendisini ifade edebilmek, söyleyip kurtulmak için dümdüz cümlelerle ama hep el altında tutulandır karanlık. Dara düşüldüğünde, paralelinden düzüne devletin imdat koludur karanlık. Behemehal istifi yapılan hemen hiç ara vermeksizin yinelenen, sıkça tekrarlanan hep aklın bir köşesinde takılması beklentilenen bir uyarının kendisidir; karanlık. Kulağımıza takacağımız küpeden fazla uyaranın olduğu bir gerçeklik hâsıl olmaktadır. Her güne bir taneden çok her günü bir öncekinden de ağır/t ile dopdolu geçirmemize neden olanın kendisidir karanlık. Çok sözün eylendiği gel gelelim edilen tüm sözlerin belagatin bu hazin vesikası olan kara deliklerden, karanlıktan kaçışı / kurtuluşu değil daha da dibine çekilmemizi amaçlayan bir çabalanım toplamı olması düşündürücüdür. Her şeyin tek bir noktadan, tek bir bakışım ile damıtılmasının önemsendiği başkaca herhangi bir değini, anlatma çabası yahut da olan bitene dair kelamın önünün alınabilmesi için handiyse devletlûnun seferber olduğu bir mekanizma karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlar bir mizansen değil içinde yaşadığımızı bir biçimde anlamlandırmaya çalıştığımız oysa koşuşturmaktan, oradan oraya savrulmaktan, birinin lafını dinleyip pardon azarlarını diğerinden gelecek olan atağa göre hayatımızı şekillendirmeye başladığımız bir karanlık hasıl olmaktadır. Anlatmaya çalıştığımız az biraz bunun ispatı içindir.

 

Görünenle yaşananın arasına gerilen sis perdesinin az ötesinde, az biraz çabalanıldığında karşılaştığımız yıkımı cismanileştiren bir mefhumdur karanlık. Yaşadığımız varsayılırken, her günümüz bildiğiniz gasp edişlerle donatılırken, bir dolu suç normalleştirilirken kendi olanın / kendiliğinden ve sıradan olanın başına örülen çorapları idrak edebilmektir mühim olan. Geçip gittiğimiz güncelliğimizde sözüm ona hep geçtiğimizi düşünürken aslında yerimize mıhlanıp ta kaldığımızı ortaya çıkartan bir bileşimdir karanlık, karanlığımız. Hep geçip gittiğimizi düşünüyoruz oysa ömrü hayatımız bu ve benzeri nice hamleye maruz kalarak kendini tekrar eden bir döngü halini çoktan almakta. Topyekûn sağlamasının çokluk değil tekillik üstünden şekillendirilmesinden bir nebze anlaşılır kılınabilecek bir heyuladır içinde kalakaldığımız.

Dünümüz dar edilmişken dünümüz yüklendiğimiz acıların üzerinde per per tepişilip yerle yeksan etme telaşında alenen, uluorta yağmalanırken inatla ve hoyratça günümüzün de hiç eksisinden ayrı olmadığını ortaya çıkartan bir şecere karşımıza çıkmaktadır. Yaşam dediğimiz rutinlere bağlı bilindik bir karşılaşmalar, yıkımlar, hüzünler, sıradan tepkimeler, sevinçler ve çöküşler ve yeniden yola koyuluşlardan ibaret değildir sadece. Her defasında devletlû eliyle kotarılanla nezdinde izin verilenlerden mürekkep bir harap etme heveskârlığı ve yukarıda saymaya gayret ettiğimiz karanlık tanımının altını üstünü dolduran hazin vesikalarla bir arada ve yanyanalığıdır yaşam iş bu topraklarda. Bildiğimizi zannettiğimiz şeylerde aslen ne kadar eksik kaldığımızı dahası kendimizi korunaklı addettiğimiz o sınırları göz ucuyla fark ettiğimizde hiç de öyle olmadığını sanıldığı gibi olmadığını her şeyin bir kaç hamleye, basbayağı bir müsamahaya, münferittir kesin (!) sözüne baktığını manalı manalı dökümleyen bir utanç vesikası bütünüdür bu ülkede yaşamak.

 

Bildiğimizi sandığımız değil henüz vakıf olamadığımızdır aslında yaşamak. Tezer Özlü’nün hepimizin hatıratına bıraktığı en anlamlı cümlesi olarak belleğe kazınmış bir meseledir yaşamak, yaşayabilmek. “Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”dir. Kokuşmuşluklarını, ettikleri hayâsızlıkları bir dolu hakareti, onlarca kez yinelenen ezberlerini, her defasında halka olan düşmanlıklarını, öç almaktan gayrisini bilmediklerini inat ve izansızlıkla beraber sıklıkla yineleyenlerin yurdunda başka bir tanım bırakılmamıştır ki, Özlü’nün değindiği boşa çıksın. Bir kere de o kısa cümle kanıtlanmazsa bu ülkede diye düşünür dururuz. Bir kere de o kısa gibi görünen ömürlük tanımlama yanlış olsa diye düşünür dururuz. Oysa defaatle hakikate evirilen ve neticede hepimize paylaştırılan kimliklerimizden azade iş bu hiddeti sıramız geldiğinde yaşamaktır. Sıramızın ne zaman geleceği asla söz konusu edilmezse bile biliriz ki o sınanış bizim kapımızı yoklayacaktır. Biz dediğimiz lafın gelişi değildir işte. Sokakta yürürken bir an olsun farklı bir zaman / uzamda olduğumuzu varsayarken hakkaniyet dediğimizin nasıl iştahla önümüze servis edilen bir Azrail heveskârlığı olduğunu “ilam” eden bir çıkarsamadır. Her defasında yok artık dediğimizde tam daha fenası mı kaldı ki yahu diye düşündüğümüzde beterin daha fenanın eylendiği, rast getirildiği bir karşılaşmadır işte yaşamak ya da yaşatılmamak.

 

İnsanım diyen için vicdan sızlatmaktan öte basbayağı yerle yeksan eden, ağır bir yük haline dönüşen yüreğe çöreklendiğinde bir daha yerinden kalkmayan bir meseledir işte Özlü’nün sözünden bugün görünenler. Yaşatılanların bir biçimde toplumun dizginlerini el altında tutup / gerektiğinde sıkıp gerektiğinde gevşek bırakmak olduğu yanılgısından bir adım öteye geçmeyenlerin eyledikleri fecaatlerin ta kendisidir Özlü’nün sözünden bugün hala hatırlananlar. Gezi Direnişi sırasında kaybettiğimiz canlarımızdır uzaklara gitmeye gerek olmadan bir çırpıda sayabileceğimiz. Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, Hasan Ferit Gedik. İsimlerden ibaret değildir 18–26 yaş aralığında yedi gençtir onlar. Kimisi bir şehrin göbeğinde, kimisi kırsalın hep o uzak bilinen bir yerleşimin kıyısında canına kastedilmiş, canı çalınmış olanlardır. Devlet dediğimizin karanlığını meydana çıkartan, haklarını, solukları kadar olağan olanı seslendirdikleri için hayatları sonlandırılanlardır. Yaşadığımız yerde hep demokrasi nutukları atılırken, haklar peşin peşin takdim edilip durulurken sözüm ona her şeyin sahicilikten uzak olduğunu meydana seren bir utançtır bütün o kıyamlar. Bir anne Fadime Ayvalıtaş’ın yüreği evladının acısını kaldıramayan, hüznüne karşı uğradığı muamele ile her gün başka bir yerde yarası deşilen insanın göçmesidir kast ettiğimiz.

 

Her gün davalar birbirini kovalarken, bulunamayan deliller, kasıtlı olarak silinen videolar, yok edilen polisler, zabıtlar, hard diskler, peruklarla saklanan katiller, bir dolusudur işte Özlü’nün yaşatmaz dediği ülke. Medeni’nin katledildiği Lice’de bundan tam yirmi bir yıl önce 22 Ekim 1993’te 16 kişi öldürüldü, çok sayıda ev ve işyeri yakıldı ve yüzlerce insan göçe zorlandı. Katliam devlet eliyle gerçekleştirilmiş olsa da üzeri hep örtüldü. Penguen göstermekten başka da bir halta yaramayan haber kanallarının meşum suskunluklarından bir başkasıyla üzeri örtülmeye çalışılan bir kıyamdı. Yıllar sonra zaman aşımına denk gelmeden görülmeye başlayan bu katliam davasının Diyarbakır’dan Eskişehir’e taşınmasında görebiliriz tekrar nasıl bir ülkede yaşadığımızı. Hangi şartlar altında hayatların ne hallere konulduğunun idrakinin değil sadece yarası kanamaya devam eden dosyaların akıbetinin nasıl sündürüldüğünün delili olan bir maskaralıktır gördüğümüz. Dahası da vardır bir kaç hafta öncesinde Roboski Katliamı davası hakkında takipsizlik kararı verilecektir. Takipsizlik kusursuz katliamın üzerini alelacele örtbas edebilmek için yaşayan / geride kalanlara bir kez daha zulmün nasıl şekillendirildiğini kısadan gösterecektir. Yeter mi yetmez bir tabii ki. Hayatta kalanlara da gözlerini açamayacak kadar baskı, katliam mekânına yol yapmak isteyen askeri makamları protestoya kurşun, ardından hükümet sözcüsü beyefendi’nin yeni Roboski’ler olabilir uyarısını müteakiben ev baskınları ve zulmün asla sonlandırılmayacak bir döngü halindeki yüzü de bu semalardadır. Gün aşırı yinelenmektedir.

Kul hakkından bahsedenlerin her Allahın günü bir kulu hayattan silme hakkını ellerinde bulundurduklarını düşünmelerinin fecaati gün be gün an be an karanlığı karşımızda yükseltmektedir. Colemêrg’de 1999 yılında DTP’nin kapatılmasını protesto eden halkın arasında bulunanlardan Seyfullah Turan’ı sıkıştırdığı açık alanda, başına dipçikle vurarak darp eden polis Bahadır Turan’ın karar duruşmasında yaşananlarda bu yaşatmaktan çok öldürmeyi üstte tutan aklı / aldığı cezaların kadüklüğünü meydana çıkartacak bir ilave olarak paylaşmalıyız. O zaman on altısındaki bir genci, öldüresiye bir hınçla darp eden zanlının 6 ay 7 günlük cezası onaylanır bugün. Mahkeme verilen cezanın süresinin 2 yılın altında olması hasebiyle hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar vererek iş bu cezayı erteler. İnsanın yaşam hakkına kast etmenin cezası da bedeli de bu kadardır devletlû gözünde. Ezcümle, yaşadığımız güncelliğin her anı başka bir acıyla, başka bir sızıyla, başka yerlerde olmayan şeylerin buralarda oldurulabilirliğiyle beraber şekillendirilmektedir. Yaşadığımızı yahut da nefes aldığımızı zannederken bir bakarız ki üzerimize çöreklenen karanlık, birimizden birisinin hayatına ipotek koymaktadır. Hayatını çalmaktan imtina etmemektedir. Davasını yarı yolda bırakmaktadır. Kesintisiz bir linçe maruz bırakmakta, acısına kayıtsız kalınmasını muştulamaktadır. Her an ve her saat ve her gün ve her hafta ve her ay ve her sene, mevsimler boyunca.

 

Karanlığın normalleştirildiği bu yerde hayat hatırlamaktan geçiyor. Artık görünmeyen aydınlığı geri kazanabilmek için ifşa etmekten. Aydınlığın ne olduğunu, yaşamın her neye tekabül ettiğini, nasıl bir karşıtlık ya da bir zapturapt ile sınırlandırılamayacak olduğunu yineleyebilmek daha fazla anlatmak geçiyor. Yaşıyorsak boşuna değil diyebilmek için, devlet dersinde katledilenleri, yitirilenleri, fenasına, daha da kötüsüne teşebbüs edilenlerin hepsini hatırlamaktan, hatırlatmaktan bir an olsun geri durmayarak yola devam edebileceğiz.

30 Ocak 2014 Perşembe

Mahsum Teyfur/ ARZULANAN DÜNYA

İnsanlar, yaşamı daha da anlamlı kılmak için, deyimi yerindeyse kırk takla atar dururlar. Daha güzel bir yaşam için, daha iyi bir toplum için insanların her zaman bunların peşlerinden gittikleri aşikardır.

Hayata anlam katmak bir arayıştır insan için; şiir yazmak, kitap okumak, resim yapmak an gelir mutluluktur. Son yıllarda eksikliğini çok fazla hissetik mutluluğun, hayat sanki mutsuzluluğu dayatıyordu. Yaptığın ve uğraştığın hiçbir şeyin geleceği yoktu sanki; gireceğin sınavlar, uğrunda emek harcadığın mesleğin her biri sana haz verip mutluluk getirirken son yıllarda tam tersi etki yarattı. Ne kadar da çalışsan sınavlara bir anlamı kalmadı, çünkü kazanacak kişiler önceden belli. İş hayatında yükselmek için <emek> gibi kutsal bir kavram anlam ifade etmiyor. Kafa kol ilişkileri yükselmen için yeterli. Eskiden sınavlara girecek kişi sayısı belliydi, şimdi ise yerleşecek olan kişilerin listesi belli.

Eleştirel olmak hayata karşı, sorgulamak, varlığı bazen kabullenmek bazen de inkar etmek... Bu değil mi insanı insan yapan? Medeniyeti bir üst noktaya taşıyan, hayata farklı açıdan bakıp farklı şekilde yorumlamak değil mi? Çocukluğumuzdan beri toplumun dayattığı doğrularla yaşadık. Toplum için günah sayılan bizim için de günahtı. Toplumun yanlış gördüğü yanlış, doğru gördüğüyse doğruydu. Kaldıramadık başımızı yanlışlardan; ayıp olurdu, saygısızlık olur hatta belki günah sayılırdı. Tanrı’nın ayıp görmediğini toplum ayıp görüyordu bazı zamanlar.

Toplumun bize dayattığı kişilikle yaşadık, eleştiremedik, farklı bakamadık hayata, bize dayatılan evlilikleri yaşadık. Hiçbir zaman kendi arzularımızı yaşayamadık. Deniz kenarında tutamadık kız arkadaşımızın elini, öpüşemedik hiçbir zaman. Ayıptı, günahtı… Uzun yıllardır acısını yaşadığımız sorunlar bunlar değil mi? Bu güzelim dünyayı yaşayamadık hiçbir zaman, anlayamadık birbirimizi, oturup konuşarak çözemedik sorunlarımızı. Konuşarak çözebilseydik sorunlarımızı Uluderede 34 insanımızı kaybetmezdik,annelerin gözyaşları yağmur olup mezar taşlarına akmazdı,toprağa karışmazdı annelerin yüreğinden akan göz yaşları. Zor olanı seçtik her zaman. Baskıyla, şiddetle, nefretle kabullendirmeye çalıştık fikirlerimizi. Farklı düşünceleri tehdit olarak gördük, bir tehlike olarak algıladık. Oysa farklılıklar zenginlikti.

Yeni bir dünya istiyoruz, yarınları güzel olan. Öyle bir dünya ki, rengarenk; içerisinde hem siyahı hem de beyazı barındıran. İnsanın daha güzel ve onurlu yaşaması için her şey eksiksiz sunuldu ve insanoğlunun yapması gereken tek şey düşünmekti. Güzel gördüğü şeyi güzel düşünmek ve yaşamaktı. Savaşların olmadığı, özgür düşüncenin hakim olduğu, gerçek anlamıyla sosyal adaletin olduğu, doğanın tahrip edilmediği, ne pahasına olursa olsun insanların, çocukların ölmediği, annelerin gözyaşı dökmediği bir dünyayı düşlemekti.

Ölümü yüksek bir yere koy Tanrım, insanlar yetişmesin!

                                                   Mahsum Teyfur

 

29 Ocak 2014 Çarşamba

Akın Olgun/ İçimizin arka bahçesi

Aşk için ağlayan ne kadar insan vardır aramızda? Bunca çürümüşlüğün içinde bir sevdaya tutunup hayatı bölüşebilmek için kaç insan yüreğini meydanın ortasına koyup “ben varım” diyerek haykırabiliyordur?

Neresinden tutsanız elinizde kalan ilişkilerle dolu ortalık.

Hiçbir şeyi olduğu gibi çırılçıplak yaşayamayanların çokluğu arasında yitirilen umutlar bir hiç olarak eziliyor ayaklar altında. Yalan edilmiş, talan edilmiş hayatlarla yaşamaya mecbur bırakılmış, iç isyanları günlük telaşelere teslim edilmiş, kırık, dökük insan yığınları arasında dolanıyoruz artık. Farksız, tek tip ve ezberlenmiş cümlelerle yaşayıp, kendimizi “değerliymiş” gibi yaparak ta tıkınıyoruz yaşama.

Önce kendi hikâyelerimizin katilleri oluyoruz. Sonra duygularımızın mahkemesinde birer cinayet sanığı olarak düşüyor omuzlarımız. Ne kadar dik durmaya çalışsak ta ilk yalnızlık vakti üzerimize yıkılıyor bedenimiz. Dışarıya  “Dağ gibi adam”, adamlar görüntüsü, içeride ise üst üste yığılmış duygu enkazları arasına sıkışmış eziklik. Bütün zor anlarda hep kaçmayı, uzaklaşmayı seçen ve her kaçışın ardından bahaneler üreten metalik kelimeler. “Korkaklar” diye bağıran bir “deli” var hep etrafımızda. Acıyarak bakıyoruz yine ona. Oysa gerçeği o deliler söyler önce. Biz ise “ne yapacağı belli olmaz” diyerek kolektif bir korkuyu kulaktan kulağa fısıldayarak yaşarız, yaşadığımızı sanarak.

İçimize bastırdığımız korkuların arasından ıslıkla geçiyoruz.

Keyifli ıslıklar hem de. Ne kadar keyifli çalarsak o kadar bastırıyoruz korkularımızı. Sonra birden tükenmeye başlıyor nefesimiz. Daha derin nefes alıp uzatmaya çalışıyoruz ıslıklarımızı. “Az kaldı” her yerin ışıkla aydınlatıldığı sokağa derken kuruyor boğazımız. Islığın ezgileri tökezliyor, yutkunuyoruz ve hemen arkamızdan bizi takip eden kendi ayak seslerimiz daha fazla yaklaşıyor, nefesini ensemizde hissediyoruz ve uzaklaşmak için koşuyoruz, koşuyoruz. Koştukça göğüs kafemizi zorlayan kalbimizin sesini duyuyoruz. Kulaklarımızda zonkluyor atışları. Hemen bir adım arkamızda kendi ellerimiz ve o elleri hep kıllı, iri ve uzamış tırnaklarıyla hayal ediyoruz. Gerçek ve hayal arasında içimiz bulanık bir med-cezir vesselam.

Ağlayanı kınayan, isyan edeni damgalayan, itiraz edeni bastıran, sorgulayanı azarlayan o zapturapt kişiliklerimizin kaç kurbanı var kim bilir.  Kaç mezar kazdık her öldürdüğümüz duygumuz için? İçimizin arka bahçesinde isimsiz mezarlarla yaşıyoruz ve belki de bu yüzden hepimiz birer korkağız. Belki de yaşayan biz değil, sadece korkularımızdır. Onları yaşatmak için her gün yeni mezarlar kazıyoruzdur.

Belki de o şıkıdım, rengârenk giysilerimiz, öldürüp, derisini yüzdüğümüz gerçek hikâyelerimizden dikilmiştir.

Ve

Bize öldürdüklerimizi hatırlattığı içindir bunca acımasız şiddet dolu oluşumuz.

Duygularını kaçamaksız yaşayanların varlığı biraz olsun su serpiyor içimize. Gerçek olana dokunmamızı sağlıyor. Yüreğini çıkarıp orta yere koyabilenlerin cesareti, bir an yaşadığımızı hissettiriyor.

His varsa umut var demektir.

 

 

 

 

 

Yaşıyorsan; Hala UMUT Vardır! (VİDEO)

Bir basketbol maçı.. Maçın son saniyelerinde, maçın kaderi 3 kez değişiyor, seyircilerin "işte kazanan/kaybeden belli" diye sevindikleri/üzüldükleri anda her şey yeniden ve yeniden seyir değiştiriyor. Ve sonunda şunu dedirtiyor; Yaşıyorsan; Hala UMUT Vardır!

Kaynak: Network Marketing

28 Ocak 2014 Salı

Misak Tunçboyacı/ Mühletsiz Tanıklık

“Ne yapılmalı, şimdi?”  Soru herkesin dudaklarında, ve bir şekilde, bu, mürur eden herhangi bir filozofu bekleyen, insanların hep sorduğu soru.  Ne düşünülmeli? değil: Ne yapılmalı? Soru (filozoflarınki de dahil) herkesin dudaklarında, ama alıkoyulmuş, nadiren dile geliyor, çünkü bizler onu sormak için hala hakkımız, ya da araçlarımız olup olmadığını bilmiyoruz. Muhtemelen, öyle ya da böyle, ihtiyatlı bir şekilde kendimiz için düşünüyoruz, muhtemelen ‘Ne yapılmalı?’nın belirsizliği bugün o kadar büyük, o kadar dalgalı, o kadar meçhul ki, şunu bile yapmaya ihtiyaç duymuyoruz: soruyu sormak.

Özellikle de soru, kişinin neyi düşünmesinin doğru olduğunu bildiğini, ve meselenin sadece, eyleme nasıl geçileceği olduğunu varsayıyorsa. Arkamızda teori, önümüzde uygulama – anahtar şey, neyin tam vaktinde, özgül eylemde işe koymak için seçileceği. Ama bu, soruca, en sıradan şekilde varsayılandır. Ve bu durumda ‘ne yapılmalı?’, çoktan verili bir hedefi gerçekleştirmek için “nasıl eylemeli” anlamındadır. Öyleyse “dünyayı dönüştürmek”, dünyanın çoktan verili bir yorumunu gerçekleştirmek, bir umudu gerçekleştirmek, demek.

Ama bizler, neyi düşünmemizin doğru olduğunu bilmiyoruz ve hatta uygun bir şekilde ümit etmeyi dahi. Muhtemelen artık düşünmek nediri de bilmiyoruz, bunun sonucu olarak, mutlak biçimde, ne ‘yapmayı’ düşünmek nediri, ne de ‘yapmak’ nediri biliyoruz.

Muhtemelen, en azından, bir şey biliyoruz: ‘Ne yapılmalı’ bizim için, nasıl, herşeyin çoktan yapılmadığı (oynanmış, bitmiş, kutsal bir kadere terkedilmiş), ve aynı zamanda, tamamen yapılmayacağı (gelecekte hep gelecek yarınlar için) bir dünyayı meydana getirebiliriz, demek.

Bu, sorunun bize eşzamanlı olarak buyruksal, çifte bir yanıtlama sunması demektir. Dünyadaki hiçbir şeyin, hiçbir yerleşik yasanın, hiçbir geri döndürülemez sürecin, hiçbir tahminin, hiçbir hesaplanabilir uzamın ölçemeyeceğine mukabil olunmak zorunda –mutlak adalet, kısıtsız nitelik, mükemmel şeref- ve dünyanın kendisi, burada ve şimdi, her an, geçmişe ya da geleceğe atıfsız, yaratılmak zorunda. Bu demektir ki, dünyayı olduğu haliyle, aynı anda hem olumlamak hem de aleyhinde olmak – eşit miktarda boyuneğiş ve devrimi ölçüp biçip, hep reformla uzlaşma arasında yarıyolda kalmak değil; hiçbir zaman durağan olmayan, her zaman daimi şekilde, kendi çelişkisine yeniden-açılan dünyayı meydana getirmek; bu bizi ne yapılmalıyı peşinen bilmekten alıkoyar, dünya olmayan hiçbir şeyi, hiçbir zaman yapmamayı dayatır.

Dünyamıza ne olacağı bizim bilemeyeceğimiz bir şey ve artık tahmin edebileceğimiz ya da yönetebileceğimize de inanamayız. Ama öyle bir şekilde eyleriz ki, bu dünya kendini, olduğu haliyle kendi belirsizliğine açabilecek bir dünya [olur].

Bunlar muğlak genellemeler değil. Bu satırları Ocak 1996’da yazıyorum. ‘Ne yapılmalı?’da varolan tüm zorluğu –aporia değil- Fransa’daki Aralık grevleri açıkça; tüm teminatlar askıya alınıp, tüm modeller işlevdışı kalınca, ortaya koydu. İktisadi Realpolitikin gaddarlıkları karşısındaki çekilme, tam olarak ne yapılmalıyı söyleme riskini pek az alan, hararetli ve hevesli kelimelerle çarpıştı. Bu ikisinin arasında bir şey algılanabilirdi: dünyayı icat etmek; bir dünyaya tâbi olmaktansa, bir başkasını düşlemektense, kaçınılmaz. İcad her zaman için modelsiz ve garantisizdir. Ve bu, kargaşayla, endişeyle ve hatta perişanlıkla yüzleşmek demek. Kesinlikler parçalara ayrıldığında, hiçbir kesinliğin tekabül edemeyeceği tâkat cem olur.” *

Mühletsiz bir tanıklık şimdinin her gününü kapsayan, her gününde ayrı bir vaka halinde başımıza örülenleri, birimizden birisinin hedef tahtasına oturtulduğu bizatihi buna çalışıldığı bir yerde yeni gerçekliğimizin her ne olduğu meydana çıkartan bir sağaltımdır. Sınırları belirsiz her gününün bir öncesinden bir sonrasına ulaşıncaya kadar her nasıl / hangi şartlarda yıkıma ve tahrifata uğratıldığı meydana çıkartan bir edimin de ta kendisidir mühletsiz tanıklık. Bilindik ezberlerin yüzlerde gram kızarma olmaksızın tekrar edildiği, herkesin en iyi bildiği şeyi yapmaya devam ettiğinin ilan olunduğu bir yerde yaşamın aslında nasıl da bilip isteyip, göstere göstere rehin edildiğini anlamlı kıldırandır mühletsiz tanıklık. Zamanın ayrışmazı karanlık dört yanımızı, her bir yönümüzü çepeçevre sarmalarken yağmanın adının ileri demokrasi olarak bahşedildiği anlamı ile yüz yüze kalakaldığımızdır bu mühletsiz tanıklık. Düne dair olanın çoktan unutturulduğu hep öyle varsayıldığı bu ülkede dünün yanlışları ve hatalarının istisnasız tekrar edildiği bir mefhum karşılaştığımızdır. Her gün yeniden çıkarken yola, bir nefes alabilmek gailesiyle; yine yeniden duvara çarpmamız boşuna değildir. Bütünlüklü, her tahlilde başka bir okumaya girişilen ülke siyasasının (siyaset-piyasa) kepazelikleri nasıl da utanmazlıkla sahiplendiğini, üzerini örttüğünü anlamamıza vesile teşkil edendir mühletsiz tanıklık. Dünümüz başka yargılara kurban, rehin edilirken oralarda eylenenlerin bugün tamamlanmasına girişildiği adının sanının dosdoğru konulmasına girişildiği bir tahrifat dönüşüm adı altında gerçek kılınmaktadır. Unuttuğumuz varsayılanlar birbiri ardına gündemin al takke ver külah, iki villa havuzu, bir kaç küçük gemicik bayağı milyon dolarlardan memleket mi batarmış düzeyinde karşılaştırmalara girişilirken halkın, esas söz sahibinin canına kast edilmesidir düşündürücülüğünü koruyan.

Farkında olsa bile tek başına, yalnızlaştırıldıkça bu erkler arası savaşın her iki yüzünden de hesap sormaktan gayrısını düşünmeyen insanlara yapılmayan fenalığın konulmamasıdır dikkatlerinize paylaşmak istediğimiz. Dün dündür bugün bugündür cümle kalıbını ta ilk günden bu yana içselleştirmiş yeni ülke mimarlarının, -pardon- yöneten erkanının dilinin altında, yaptıkları işlerin arasında kendini göstere gelen bir mefhumdur tanıklık ettiğimiz o zulümler. Her yerde herkese bol keseden akıl fikir paylaştırılmaktayken bu ülkenin, bu sınırların her defasında yinelenen misak-ı milli hudutlarının içeriğinin / içerisinin göz ardı edildiği bir kere daha karşılaştığımızdır. Bilal oğlanın, beyzadelerin bir dolu muteber / önemli şahsiyetin(!) el birliğiyle yaptıklarının adı bir türlü konulamamaktadır. Biçimsiz, tanımsız bırakılan yağmanın bölüşümün niceliği değildir sadece a’sından z’sine uzanan bir dolu kepazeliğin de üzerinin alelacele örtülmesi gayretidir. Onun içindir ki dinsel çıkarsamalar bu ülkenin başbakanının dilinden düşmemektedir. Günahı işleyip duranlardan hesap sorulmasının önünü alabilmek için bir nizamda, belli bir düzlemde yine din karşımıza çıkartılmaktadır bu mühletsiz tanıklıkta. Bildiğimizi, gördüğümüzü unutabilmemiz için ayakkabı kutularının, ses kayıtlarının üzeri sansürle boşuna kapatılmamaktadır. Hiç kimse bir numaradan, ülkenin sahibinden hesap sormaya yetkisi, haceti kalmayasıya kadar sürecek bir dolu önlemdir o yüzümüze çarpıp duran. Başbakan atarını, dilinde saklamaktan hiçbir zaman kaçınmadığı öfkesi ile hem onu hem bunu hem de şunu şunu diyerek eliyle, koluyla, yazı akardan geçen herkesin ismine, cismine bildiğini okuyup tahakkümünü yinelemekten başkasını yapmamaktadır. Sahte peygamber ilan ettiğiyse, kendi mevzisinden kendi doğrusunu anlatabilmenin başka yollarını yine ona benzeşerek, çirkefleşerek göstermeye devam etmektedir. Sorun birisinin ya da birilerinin tek başlarına koca bir ülke için de basbayağı önemli sayılabilecek bir meblağın iç edilmesi, rant adına, kendi istikballeri adına iç edilmesi değildir sadece. Bu hep bildiğimiz aşina olduğumuz devletlu ekolünün hiç ayrışamadığı muktedirleştikçe ve güçlendikçe daha fazlası diyerek oburlaştığı iç etme meselesinden daha derin bir fecaattir. Her defasında ortaya dökülen rakamlardan, biçilen yaparız ederiz inşaallah, maşaallahların arasında koca bir ülkenin hem dünü, hem günü hem de yarını ipotek altına alınmaktadır. Geçmişte başkalarına (!) ait olanların kamulaştırılmasında olduğu gibi, bugün de sözüm ona sandıktan sandığa hatırlansa da “halk”a ait olanın yeniden erkana, onun belirlediği zümrenin elinde bir pasta gibi pay edilmesinde zerre terredüt edilmemesidir mesele.

Mühletsiz tanıklığın göstere geldiği bunca hazinliğin ve bir dolu fecaat eylenirken handiyse on iki yıldır susulabilmesi, üzerinin örtülebilmesidir mesele. Şimdiye varana kadar birbirini takip eden bir özen birbirinin yoluna güller dökenlerin, ağızlarında dökülenler akçeli işlerin altından bir türlü kendilerini eksik etmediklerini, dünyevi şeylerle aslında hepimizden çok fazla o en azami biçimde uyduklarını söyledikleri buyrukları çiğneyerek istikrarla sürdürmelerinin kepazeliğidir söz konusu edilmesi gereken. Dini bir siyasi zemin olarak el altında bulunduranların çıkarları dışındaki her şeyi gözden çıkartıp keselerinden başkasını düşünmedikleri aleniyken, “Hepimiz Bilal’iz” pankartını açabilecek kadar kendilerini erke teslim ettiklerini gösteren ak partililerin suretinde karşılaştıklarımızdır mesele. Bugünlere gelene kadar her yerde ve her şekilde zulümle abad olunduğunun, istikbalin her bulunan fırsatta götürmelerle sağlama alındığının gösterildiği bir yerde hayatta, bu siyasa ikliminde söz hakları handiyse hiç olmayanların hedef tahtasına konulmasıdır esas meselemiz. Düzenin bir başka partisine ayar veriyorum derken yerin dibine sokup çıkarttığımız Yorgo olurdunuz, Dimitri olurdunuz tasvirinin devamlılığında Konstantiniyye ya da Konstantinopolis örneklemiyle pot değil gaf hiç değil hıncın büyüğünün yinelenmesidir üzerine düşünmemiz gereken esas mesel. Yadsınan, yok sayılan ve bir biçimde buraya olan aidiyetleri lobicilikten türlü fobilerle bağdaşık tutulan hainler işte ekmeğimizi yiyip suyumuzu içip hançerleyenler diye atfedilenlerin bu gümbürtü, telaşeli mevzi kapma savaşında tekrardan yem edilmeleridir. Siyasanın hesap vermesi zorunlu olduğu konuları değil, bambaşka konu dışı şeylerle zihinlere iyice tahakküm kurma gayretidir düşündürücülüğünü korumakta olan, derde dönüşen. Bu ülkenin hiçbir zaman asli unsuru olarak bellenmemiş insanlarının kendilerini seyrettiklerini bile bile, ezberden konuşmanın bildiğini okumanın adını dümdüz koyalım paralelinden normaline devlet erkanının çok iyi hatta en iyi bildikleri olan bir mihrak olarak Hıristiyan nüfusun, kılıç artıklarının üzerine oynanmasıdır yine yeniden öfkelenmemize neden olan.

Doksan yıllık cumhuriyet tarihinin sayısız yolsuzluk, hırsızlık ve bir dolusu aynı benzeşen kepazeliklerinde olduğu gibi kabak yeniden o az olanı da hedefe oturtarak normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Hırsızlığın üzerini neyle örterseniz örtün bir yerde muhakkak kendini ele verecek bir şekil ya da şemalda yapılanların aslında ne olduğunu idrak ettirecek onca emare varken kalkıp her şeyi birbirine karıştırmanın bunu da bile isteye yapmanın bu ülkede kalma iradesi gösteren, hayata karışmak isteyen insanlara ( hala kendi vatandaşlarıdır!) karşı bir suç teşkil etmesidir mesele. Şeklen, kitabına uyduğu için değil basbayağı ırkçılığın yinelenmesidir üzerine uzun uzun konuşulması gereken. Sadece “başbakan” değil aynı zaman fikri mühim sayılan yazarların da diline pelesenk ettikleri bir ayrıştırmadır. Yetmemiş midir onca şey hala inatla sürdürülmektedir hazin betimlemeler ve had bildirimleri diye sorgulanasıdır. Her karede dönüşürken içimizdeki ötekiler bahsinin ısıtılıp arasız yinelenmesi bütün kepazeliklerden sonra faturanın esas kesilecek olanın halk olduğunu göstermekteyken ne yapmalıdır? Nasıl içinden çıkılmalıdır? Yergilerin, hakaretlerin, bir dolu söylemin bir dolu tenkitin, alabildiği kadar hakaretin tam da dibinde hesap verilmesi gereken onca yolsuzluk varken bir kez daha sormalı sırası mıdır Rum’un, Ermeni’nin siyasetin güncelliğine yem edilmesinin, sırası mıdır? Rehin edilmeye hala inatla devam edilen Kürd hareketinin ( ya barışamazsak) onca baskıya rağmen özgün dilinde anlatmaya çalıştıkları bir özenle sunmaya devam ettiği tam da bu hedeflenen, köşeye kıstırılmak istenen bir ülkeden nihayetinde demokrasinin bir tabela tanımından daha “mühim” yaşanılır bir mesele olması değil midir? Hala gıybetle, her defasında olduğu gibi yinelenen benzeş söylemlerle kendiliğinden çözülmeyecek, yüzleşmeden aşılmayacak kaskatı ve bildiğiniz balçıktan mamul bu karaşınlık, düzensizliğin duvarı aşılabilir mi? Adını dümdüz koyalım faşizm’in resmiyette bu ülkenin en ayrışmaz yenisi olarak zikredildiği otokrasinin başbakan ve kurmayları ve hukuktan gazetecisine uzanan bir skalada destekçisi olan, kendine taraftar bulan bu belagatlerden ibaret bir ülke düze çıkabilir mi? Hala var mıdır böyle bir seçenek yahut ihtimal?

Dönüşüm devam ederken, her yerden akmaya devam eden bilgilerin paralelinde bir çoğu manipülasyon olsun varsaydığımızda bile sadece yaşadığımız kentlere karşı o en hassas olduklarını söyleyip durdukları çevreye duyarlılığın ne hallerde olduğunu bildikten sonra kime neyi nasıl ispatlayacaklardır. Gerçekten ve dosdoğru bu ülkenin adil, eşit, özgür olduğunun bir emaresi ya da geleceği söz konusu edilebilir mi bu gayya kuyusu halinden az biraz uzaklaştığınızda gördüğümüz vesikadan sonra. Utanç vesikaları birbiri ardına yinelenirken, yeniden türetilirken olan bitenin gümbürtünün de ardından fiiliyatta köşeye kıstırılmışlığımız meydandadır. Sandık ve seçim söylemlerinin artık bir teferruat olduğu, ümidin başımızdakilerden hiçbirisi olduğu artık aleni olandır. Erkanın, devletlunun, ana akıma ait her şeyin gösterdiği yegane sonuç budur. Yaşam dönüştürülürken insana dair olan hiçbir şeyin önemsenmediği yinelenmelidir. Yaşıyoruz ama nefesimizi kesecek olanların gözetiminde, yaşıyoruz mamafih yürek hep ağızda. Yaşıyoruz amma velakin kentlerimiz delik deşik, doğamız üç kuruşa, bir villaya bir kol saatine rehin!. Yaşıyoruz aynısının laciverti olanların ben en temizim dediklerinde bile ağızlarının kenarlarındaki kirin, irinin göründüğü bir yerde. Yaşıyoruz sesimiz soluğumuz engellenebilir, gerektiğinde kıstırılabilir olduğunu bilerek. Yaşıyoruz siyasetin belagatinin, rantın kepazeliğinin, geleceğimiz söz konusu olduğunda bir biçimde önemsiz bir şeymişçesine sunulmasına bağışıklık kazandırılıyoruz. Yaşıyoruz, “Elinizde belge varsa, açıklamazsanız şudur budur!” diye yüksek perdeden en namuslunun tiradını dinliyoruz. Oysa ne ufukta ne de yakınlarda hiç ses eden çıkmıyor. Bunca rezalet artık kendi sınırlarını aşarak dört bir yanda dört bir yönde kendini geliştirirken, devam ederken sistem hepimizi öğütmeye, müesses nizamın içerisindeki “biat” edecekler er ya da geç olarak etiketlemeye devam ediyor. Mühletsiz tanıklığımız hayatlarımızın bu kaydıdır. Gördüğümüz, ayan beyan ortada olanın aleniyetidir işte bu kadar kesin ve kesintisiz. Birbirlerini yiye duran erkanın hiçbir surette bahsetmeyecekleridir asıl içimize dert olan. Roboski’nin, Reyhanlı’nın, Gezi Direnişi’nde, Lice’de, Gever’de katledilenlerin hesaplarının hep Ankara’nın karanlık dehlizlerine terk edilip unutturulacak meseller haline dönüştürülme çabasıdır dert olan.

Biliyoruz ve farkındayız ki bu ülke hiçbir surette esas derdin değil, günübirlik makamların akıbeti için her türlü kumpasın, pisliğin üzerinde ilerleyen bir ülke. Açıktaki yaraların, kapatılmayacak olduğunu bildiren bir ülke. Demokrasinin herhangi bir ön takıdan bağımsız işlevinin amasız fakatsız gerçekliğinin olmadığı bir ülke. Siz söyleyin, burası nasıl bir ülkedir? Dünde, geçmişte ardımızda bırakıldığı varsayılan, dile getirilen hemen her nutuk benzeri söylevde kurtarıcı bir bağlaç vazifesi gösteren oysa onca çabaya rağmen ne unutulan, ne unutturulabilen ne de yüzleşmeye çabalanılan, mesellerin tözünde kaskatı durmaya devam eden bir sağırlık ile hemhalız. Kestirmeden doğruların anlatılması gereken nice şeyin bir aradalığında sığınılacak bir liman gibi addedilen daraltımın insafına terk edilmişiz. Kendi doğru savının mütedeyyin, muteber, müesses nizamın bekası için eğip bükmekten çekinmeyenlerin anlata geldiklerinin tastamam duyulmadan dile getirilen önyargılar olduğunu bildiğimizden   bu yana o daraltımın hangi mesnetsizlikleri oldu bildirdiğinin farkındayız. Çoktan kalıba dökülmüş, yekpareleştirilip, bir örnekleştirilmiş ötesinin berisinin bırakın sorgulanmasını toz almasının bile önüne geçilmiş bir yerde asıl dertler bizlerle beraber hayatımızda soluk almaya devam etmektedir. Evirilen, büyüyen, gelişmeye devam eden, intizam gösterilen devlet aklının fecaatidir çoğu zaman. Körü körüne bağımlılığın daimi bir biçimde her meseli şiddet kullanarak bertaraf etmenin, sol gösterip sağdan çakmaların, arsızlığı yüceltmenin dayanılmaz hafifliğinin sofrasındaki birlikteliğinde sağırlık esasın hiçbir türlü konu edilmemesine yol açmaktadır. Yaşamın böylesine sığ bir akla rehin edilmesi, hemen her şeyin o vahim algı ile dönüştürülmesi uğraşı, didinişi bugünümüzün dünden ala değil ve en az onun kadar zorlayıcı sınanışlardan mürekkep olduğunu yinelemektedir.

Hayatlarımız gündelik siyaset dilinin ezberleriyle terbiye edilmeye, her sıkıştırıldığı köşede muktedirin insafına ya da tersi terk edilmektedir. Oysa sağırlık akıldan uzaklaşmaktır. Devlet dediğimiz mekanizma ise tastamam bu akıl tutulmalarının izinde şekillendirilen, atılan her adımın milimi milimine hesaplandığı bir mekanizmadır. Tüm diğerlerinde olduğu gibi bizim devletin de aynı tornadan çıkma hezeyanları sahiplenişi sağırlığı çoğaltmak içindir. Kendi eylediği fecaatlerin, kıyametlerin hepsine birden tek seferde müdahale edebilme gayreti, önemsizleştirme, gündem alaşağı etme uğraşı bu sınırların tek ve yegâne gerçekliğidir. Suskunlaştırabildikçe devletler vardır. Sağırlaştırdıkça sorgusuzluğun yolu sağlama alındıkça defaatle kendini yenileyen bir mefhumdur. Şartlanmışlıkların önyargıların bağında birlikteliğinde görünen köy yapılması gereken tanım bunca şeyden sonra afakîdir. Devletin tam karşılığı zulümdür nokta. Basitçe kestirilip kısadan atfedilebilecek bir mesele değildir. Her anlamda her şekilde yapılan edilenlerin toplamı ve tam karşılığı zulümdür. Durmaksızın bu hengâme düzeninde biteviye karşılaştığımız o sıfatın pek çok farklı tezahürüdür. İçinde kalakaldığımız kuyu derin ve dipsiz bir haldeyken bu artık aleniyken her umudun karşısında dikiliverendir zulüm. Sağırlaştırılan, mekanik bir yapının evet-hayır seçenekleri dışında hiçbir yön belirlemediği, iletmediği yerin gerçekliği zulümü göstermektedir. İktidar söyleminin biyopolitik bir baskılama uzamı üzerinden yılmaksızın kotarıldığı, kalıcılaştırıldığı bir menzilin her ne hallere sürüklendiği lüzumsuz teferruatlar atıldığında tastamam böylesi bir vesikayı tanımlandırmaktadır. Biçimsizleştirilen bir form ya da yapı değil her tarafı yama barındırmasına karşın sisten denilene itimat beklentisinin yinelenmesidir zulüm. Sorgusuzluğun yükseltildiği, derinleştirildiği böyle bir ülkede hayatın her anın da her Allahın günü denetim altına alınma gayretidir zulüm. Hemen her yere istisnasız bol keseden akıl fikir verilirken van minüt çekilirken biz deneyim sahibiyiz biz tecrübeliyiz derken rantın talanın, yalanın, hilenin ve daha nice bedbinliğin takipçiliğidir bu sınırların dolaylarında bunca kepazeliği, zulmü manidar kılan(!). Gittiğimiz yol ulaştırılmaya çalıştığımız zemin hepi topu bu kaderden mürekkep bir muhteviyat değil sathı mahalimizde.

Her günün bir öncesinden farklı bir öncesinde yarım bırakılanlardan daha büyük yıkımlara yol ve yön tayinidir hep ama hep düşündürücü olan. Başlangıçların hep mümkünatsız belletildiği asgari müşterekin kırılıp  döküldüğü ve tam anlamıyla sağırlığı kotarabilmek için her şeyin yapıla geldiği ön ayak olunduğu bir yerdir karşılaştığımız. İçinde yaşamaya mecbur kılındığımız hep o oluyor. Muktedir aklın bu bilinçli tahrifatı ne düşünselliği ne de hayatın geri kalanını bize bırakıyor. Olmaması gereken her ne varsa ona olur bildirimi, körlerin sağırlığa uyumu, hazin olan tabloyu daha keskin bir yıkıma eviriyor. Kalakalıyoruz altında işte bu göçüğün hep çıkmak istesek de nereden başlamamız gerektiğini bir türlü bulamadığımız sorgularda buluyoruz kendimizi. Ya oncusun, ya buncu, ya şunlardan ya da berikisinden hep bir kalıp / kamplaştırma inat ve ısrarı. Her yer sayelerinde tastamam yekpare bir mermer oysa. Sorgulattırılmayan, yedirilmeyen hep insana dair meseller olduğu gözden kaçırılıyor alelacele. Küçük detaylar halinde kıyısından ve köşesinden vakıf olduğumuz hamlelerin hep akıbeti bunu gösteriyor. Her gün birbiri ardına yapılan her hamle, atak, tavır bu birbirine bağdaşık duran tedbir görünümlü çıkışların hepimizin geleceğine kasıt olduğu anlaşılacak, bir ihtimal anlamlandırılacaktır. Sağırlaştırıldıkça duyamadığımız dertlerin afakında her şey yağmalanmaktadır. İpotek altına alınmaya, rehin edilmeye (ç)alınmaya devam etmektedir. Basit çekincesiz, amasız ve fakatsız görünen budur. Erk tarafından bildirilmek istenmedikçe medyanın ketumluğunu elden bırakmadığı, ses çıkartmak değil çıtın bile çıkmadığı itirazların hep örtbas ettirmemek için olduğunun göz ardı edilip durulduğu bir görünümdür karşı karşıya olduğumuz. Demokrasi pratiği dogmatik olan ve akla zorla kazılmış dini motifler, yasalar, hadisler üzerinden şekli şemalı dönüştürülürken hemen hiç referans verilmeden, duyurulmadan ortalığı kapsayanın kesifliğini, hazinliğini örtebilecek herhangi bir edim söz konusu değildir. Kastedilen bunca hınçla girişilen, bozulan, yıkılan, tahrip edilen onarılmaz kılınan  her defasında olduğu gibi tahayyüllerdir. Karanlığın boyutu derinleştirildikçe her mekanizma kurcalana kurcalana en sonunda tanımsızlaştırıldıkça, ümitsiz kılındıkça hakkı ve hukuku dile getirmek bir nevi ütopya kalmaya devam edecektir. Bozgunun tarihi, erkin gözettiği menfaatlerinin hemen hemen hiçbirimizin hayrına olmadığı meclis çatısından sokağın bir türlü duyulmayan sesinde yankılanmaktadır, paylaşılmaktadır görebilene. Erkan kendisi gibi düşünmeyen, sorgulayan herkesi yaftalama gayreti içerisinde hemen her anında diline pelesenk ettiği ithamlarla karşılaşmaya, çözümsüzlüğü derinleştirmeye devam ve ısrar etmektedir. Gördüğümüz kepazelikler gemiyi azıya almışken halen her şeyin üzerinin örtülebilir bir mesele olarak değerlendirilmesidir dert. Örtülebilir unutturulabilir sineye çekilebilir de nereye kadar?

Yurtseverliğin kıstaslığının bilinçli bir biçimde faşizan olan bağıntılar ile atfedilmesinin partili (reyini teslim eden) olmayan herkesin hain ilan edilmesine kadar uzanan bir şeceredir gün aşırı duymakta olduğumuz. Geçmişi, olanı değiştiremeyeceğimiz bir gerçekliktir. Her göz yumacaksınız denildiğinde arkasının nasıl bir bezirgânlık, hayal kırıklığı, tahribat ve sağırlık olduğunu yinelenesidir tek elden. Erkânın başının, temsiliyet nam çıkarsamasında göz ardı edip durduğu vahameti sürdürebilmek adına ezberlerini tekrar ededurmasıdır. Bir an olsun düşünmeden, tahakkümüne halel getirmeden yoluna devam ısrarıdır. Gezi Direnişi’nden bu günümüze varan, iktidar olmanın belagat ile yan yanalığıdır ve bu teyit olunmaktadır. Muktedirleştikçe, dünün mağdurunun hep o bahisten yola çıkanın yoldan çıkmasıdır. Yaşamı şartlandırılmışlıklarla hemhal ettire ettire şimdinin muktediri bu olanların ulaştığı menzil karşımıza çıkmaktadır. İte çeke, döke saça, vura kıra tahrip ederek, kriz kaos ve kavga ile meşruiyet edinmesidir, bunun çabasıdır. Yıllar yılıdır bir türlü tanzim edilmeyen hakların, kırk bin takla atılıp sonunda yalan edilen süreçlerin, anayasa yazamama teşebbüslerinin, müştereki lağvedip tek adamın tek sözün otoriteryenliğin çabasıdır.

Sürümcemesiz, ikiletmeksizin devlet dediğin yapı, düzenek bu istikamette fecaati kervana düzmektedir. Zulüm ile abad olunmayacağı defaatle yinelenirken zulümden, tek ses ve söze biattan mürekkep yadsınarak nasıl olsa alışırlar denilen bir müesses nizam yaratılmakta, şekillendirilmektedir. Ana akım siyasetin, mecliste gırtlak gırtlağa düşenlerin hakaretin bini bir kuruş edenlerin hepsinin çabası bunadır. Rıza üretimi biat edeceksin noktasından bu yurdun bireyisin ya da hainsin arasındaki seyrüseferinde bunca rezillik, ala kepazelik, doksan yıllık ezberlerin en ezber bozduğunu iddia edeni bile rehin aldığını göstermektedir. Demokrasi bariz bir ucubeye dönüştürülürken, yıllar yılıdır bildik çözümsüzlük yeniden kurgulanmaktadır. Figürler değişse de daimiliği beklentilenen bu devamlılıktır. Jean Luc-Nancy’nin dediği gibi “Ne yapmalı?” sorusunun tam yeri, tam zamanıdır. Derinlemesine düşünmenin ve müesses nizamın hizasından ayrışmamın tam vaktidir. Hayat için…

 

*Jean LUC-NANCY (Retreating the Political [Siyasalın Ricatı, Routledge '97] kitabından alıntı..) kaynak: http://isyananarsi.blogspot.com.tr/2011/01/ne-yaplmal.html

24 Ocak 2014 Cuma

Misak Tunçboyacı / Hırsız var…

Söylemin, seslendirilenin, yazılı olanın, yazılıp çizilenin, neşredilmişin, yeniden yazılanın ve daha pek çok ayrıntının yamaçlarından tekrar katara eklemlenen edimin göstere geldiği yüzsüzlüğün bugün gemiyi azıya almış olmasıdır yüzsüzlük. Devlet dediğimiz mekanizmanın bu neoliberalizm düzeneğinin şimdi takipçisi olan sürümünde onca kepazelik bir dolu rezalet, meşum bir el yordamı, sihrinden çok el çabukluğu ile yok edilen ve yeniden tanımlanan bir yerde yüzsüzlük, şimdiyi  tanımlandıracak olandır. Kapsamın durmadan geliştiği bir iktidar savaşında dün yan yana gelmeyecek olanların bugün halka karşı o zevk-ü sefa ve rant adına  yollarını kesiştirmelerinin düpedüz karşılığıdır yüzsüzlük. Tekilleşmeyi, uzun zaman önce atılan hamlelerin ve temellerin üzerinden yükselten, tekil söze sahip çıkılan,  tek adamın insafına terk-i diyar edilmiş bir yurt tahayyülünün tamamlayıcısıdır yüzsüzlük. Erk muktedirin, iktidarın gasp ettiği hemen her durumda kendinin / kendine karşı bir mağduriyet arayışının kılıfının seslendirildiği, bulunup üzerine çöreklenildiği bu ülkede söze ve eyleme vurulan kettir.

Çokluğun, eleştirilebilirliğin, adaletin,  özgürlüğün, demokrasi nam edimin hiçleştirilmesine çabalanılan bir uzamda bu telaşeyi, tedbiri yekten anlamdırandır yüzsüzleşmek. Ortada olanın, göz önünde vuku bulanın, kimin ne haddine, değil ki eleştirmek, aksi sözünün bile edilemeyeceğinin tebliği edildiği bir uzamda yaşatılanlara karşı kayıtsızlığın ta kendisidir yüzsüzlük. Çoğunlukla fasaryadan, sıradan ve olağanın aralıksız zikredildiği, sanki her Allah’ın günü yapılan eza, çektirilen cefalar azmış gibi üzerine azar azar ilave olunan, yükseltilen yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık vakalarının ayyuka çıktığı, dipsiz karanlığın suretlerini o da gizlilik kararı getirilinceye kadar öğrenebildiğimiz bu siyasal iklimde hesaplı, kitaplı ama hep akçeli işlerin bekaasının korunup kollanmasıdır yüzsüzlük. Topyekün darma duman olan bir düzenin ambalaj çalışmasıdır. Vitrin derli toplu gösterilirken asıl kıyamet detaylarda, özenle saklanan ayrıntılarda cereyan etmektedir çünkü. Yüzsüzlük gemiyi azıya alırken suçlu tastamam halktır ilan olunan her saniye. Bilindikliğin, şeffaflığın, hesap verilebilirliğin değil ölümüne biatın, günah da olsa hırsızlığa arka çıkılması için tek ve bir sağlam iradeye nefes aldıracak bu bok çukurunun halen kokmadığını ispat çabasıdır. Oysa yıkım çoktan belirginleşmiş, her gün güncellenen bir neticedir bu sathı mahalde.

Ses kasetli, görsel kayıtlı, bol belgeli bir dolu tapeli ifşaatın güncesinde bu erk savaşının her iki tarafı en büyük hırsızlığın envanterini çıkartmakla meşguller.  Sağlam iradenin gözetiminde, basbayağı bilgisi dâhilinde bir dolu kepazelik, hayır hayır, adını düzgün koyalım; yağmanın, devletin malı denilen, aslında halkın olanın çalındığı ortaya çıkmaktadır. Her şeyi akçe hesabıyla yapanların deşifre oldukları, kimin nasıl neyi önemsediğinin özeti olan yüzsüzlük silsilesi, zamane fecaati insanı hayret ne hacet afallatmakta ve yağmanın derinliğinin en ufak mübalağa olmaksızın paylaşmaktadır. Her yerde ve her zaman önemsenenin insan değil bu rantın akçeleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Yarınsızlaştırılan bir ülkenin nasıl kademe kademe özgürlüklerinden, haklarından gasplar söz konusuysa, bu adı belli hırsızlık düzeneğinin eylediği yekün de odur. Söz hakkının hemen hiçbir konuda halka bıraktırılmadığı bu yerde hırsızlığın da alasını en iyi bilen ve yapanlar, çok ala belleyenler cebimizdekilerden başlayıp komple bir ülkeyi soyup soğana çevirmeleridir ezcümlesi. Yadsınan akıl tutulmasına çoktan tutulanların; “Benim paramı iç ediyorlar, size ne?” yaklaşımı, bu yüzsüzlüğün, çivisi çıkmışlığın yegane gurur tablosudur. Fiili hırsızlığın dehşetengizliği akçeli işlerin bunca rahat eylenebilmesini ve ancak iki gücün birbiriyle basbayağı güç savaşı yahut da münakaşası sonrasında öğrenilebilmesidir. Onca şey eylenirken tıpkı benim param size ne diyenler gibi mutlak biatın doruklarında gezinilmesidir dehşet olan. Hesap verilecek tek bir makam bıraktırılmayıncaya kadar domino taşlarının usta gözetiminde yeniden düzülmesidir dehşetengiz olan, koruyan. Behemehal devreye sokulan tedbir nam kararnamelerin bir ifşaat yolunu değil tam tersine örtbas etme gayretkeşliği için olduğu artık aleni, artık bilinesidir. Yüzsüzlük çoğaltılırken halkın sözünün tavrının değil önenmesenmesi duyulmamasıdır asıl çaba, maksat. Topyekün karar hükmünde kararnamelerin ve düzenleme adıyla meclisten geçirilen tasarıların, kanunların peşi, arkası sansür, denetlenemez bir erk, yargılanamaz bir muktedir ve otokratik tek sesin çıktığı bir devlet tahayyülü içindir. Erkanın temsiliyetinin daha çok ve daha fazla sessizleştirme gayreti için olduğu bir kez daha yinlenmesi gerekendir. Ekonomik dengelerin alt üst, sosyopolitik veçhenin yarım yamalak, olağanın tam tersi istikamette ilerletildiği her şeyin güllük gülistanlık diye atfedilirken aslolanın yıkımın kamufle edildiğinin teyitlenmesidir. Nice kirli vakada olduğu gibi bu hırsızlıklar düzeninde yapılan edilenler tastamam o yüzsüzlüğü sahiplenmek adınadır / içindir. İddiaların bir kademe ötesi dökülen yazışma, dinleme kayıtları dökümleri, tape detaylarında kendini yeniden kanıtlamakta gerçeğin ne mihrak işi, ne çapulcu işi, ne lobici vd. ile uzun uzadıya tirad çekilip hedefe konulan herhangi birilerinin değil değil bizatihi adları, sanlarıyla anılanlar, görünenler, yönetenler olduğu ortaya çıkmaktadır. Ağırlaşan zemin falan değil işte bu balçığa gömüldükçe hiçbir şey olmadı ki denilen ülkenin eksiği gediği olmaksızın çürüdüğüdür. Kendini kamufle etme çabasına karşın hırsızlığı eyleyenler her oradadır, hep bir arada. Giriş, gelişme, yürütme(!) otuz iki kısım tekmili birden. Her sahnede, bugünün ülkesinde hadsizliğin beyler, beyzadeler elinden çıkması bunca dezenformasyona, onca mani olma gayretine karşı durumun vahametini özetleyen bir utanç vesikasını meydana çıkartmaktadır. Hırsız var (!). Ülkenin hemen her anının baskın olan erkin gözetiminde, denetiminde soyulduğu kısadan özetlenmektedir işte bu ve bir dolu utanç vesikasında. Nasıl olsa hesap sorulmazlık bahsi bir gerçek olarak tasavvur edilmeye devam edildiği müddetçe bunun okumasını da yinelemek elzem olacaktır. Bütün bütün iç edilen, çalınan milyon dolarlar boyutundaki teşebbüsler, pay çıkartmalar, bölüşümler değildir sadece ve sadece yaşadığımız ülkenin üzerindeki söz hakkımızın gasp edilmesidir. Kent suçunun ranta göre yeniden durmaksızın şekillendirildiğini, atfedilenler ile yapılanların hep o suçu daha da derinleştirmek adına olduğu artık aleniyettedir.

Gördüğümüz vesika tastamam kılavuza hiç ihtiyaç duymayandır. Hegemenonya, bütün bu pejmürdelik içerisinde konumunu güçlendirmekte, hasılı üzerinden yükseldiği statükonun kuvvetlenmesi için / sabık, sabit ayrışmazımızın olduğunun ilanı, teyidi için kendini güncellemektedir. Sıradanın sözü, sıradanın derdi, sıradanın adalet beklentisi bir masal tam eksiği gediği olmaksızın dönüştürülmektedir. Sıradan olanların yaşama dair seslenişi, nefes alma çabası, hayatta varım diyebilme gayreti, her türlüsünde yok sayılmalarına karşı daha çok derdin ne olduğunu anlatma direnci ve istenci bu ülkenin şimdisindeki gümbürtüde farkına varılmayan tahayyüller dizisinden birisidir. Hemen her an davaların açıkta konulmasından, sorulara kayıtsızlıktan, had bildirimi çabasından, gerek erkler arasındaki kavga sırasında, gerek meclis çatısı altında seçilmişlerin tablet bilgisayardan, kung-fu’ya geçişlerinin gümbürtüsünde bile asıl faturanın kimlere kestirileceği artık bellidir. Bugünün ülkesinde sözü adalet için, hakkaniyet için, özgürlük için, yalansız, talansız, afrasız, tafrasız bir düzenin yapılandırılması için, umut için, hayat için ve adına her ne hallerde olduğumuz bu tarafta çok bellidir. Yaşıyoruz diyebilmek rutinleri tekrar edip, her olan açığa çıkan yüzsüzlüğü sineye çekmekten fazlasıdır çünkü. O manasızlığın iklimindeki heyuladan biraz daha farklı ve dikkatle sorgulanası olandır farz olan.

Yaşamın üzerine kurulan tahakkümden alacağımız, ne akçeli ne de çok karmaşık ne de iptidaidir. Yüzsüzlüğün gani gani eylendiği, fecaatin sınırsızlığına karşı birlikte bir arada hesap sorabilme iradesidir hepimize lazım olan. Unuttuğumuz, çoktan sineye çektiğimiz var sayılan her söze karışma gayretine mani olunmasına karşı yegane çıkış, mücadelenin her yerde öznesi olmaktır. Bu bir roman, tarihsel bir metin değil, önemli bir veciz değil, bu rezil düzenin şimdisinde ayakta kalabilmek gerçeğin kral çıplak ve hırsız olduğunu duyurabilmek tek çıkışımızdır. Değerlendirebileceğimiz belki de son şansımızdır.

 

23 Ocak 2014 Perşembe

I am Bruce Lee (VİDEO)

Mınçıka ile masa tenisi oynayan, kibrit yakan bu adamın dünyası da, kendisi de bir başka. Ve bence işini iyi yapmak deyince aklıma gelen ilk isimlerden; Bruce Lee!

Kaynak: Network Marketing

21 Ocak 2014 Salı

Akın OLGUN/ Good Morning Türkiye

Her sabah yeni bir operasyon, gizli belgeler, ses kayıtları ile uyanıyoruz. Taraflar kendi istedikleri algıyı yönetmek için psikolojik harp yöntemlerini dibine kadar kullanıyorlar. Pespayelik yarışını kim önde götürürse savaşı o kazanacakmış gibi bir halleri var. Her sabah daha da kirlenen bir ülke ile uyanıyoruz. Siyasi fotosentez çalışmıyor çok uzun zamandır. Nefes alamıyoruz. Oysa demokrasi bir siyasal fotosentez olayıdır. Toplumun nefes alabileceği özgür ve güvenli bir havanın oluşturulup korunmasıdır. Böyle bir dert var mı? Hayır.

Oysa Gezi ile patlayan “boğuluyoruz” isyanı bu mesajı veriyordu. İçinde derdi olan herkes vardı. Dünyaya taşınan etkisi doğru okunmak yerine, “faiz lobisi” buluşu ile eli sopalı seçmen göreve çağrıldı. Londra’da patlayan siyah isyanına karşı “eli sopalı Türkler” manşetiyle “kahramanlar” çıkaran o manşetleri hatırlayın. “Dükkânlarını korumak” için Türkler sopaları eline almış ve objektiflere pozlar vermiş ve daha da önemlisi İngiliz basınının bir kısmı bu duruma alkış tutmuştu. Oysa bu durum Negrofobik ortaklıktan başka bir şey değildi. Eli sopalı Türkler İngiliz toplumuna örnek olarak sunuluyor, Türkiye’de ise bu durum şaşalanıyordu. Siyahların hakkından Türkler geliyor böbürlenmesi Londra’ya ulaşıyordu.

Gezi isyanı patladığında eli sopalı “Türkler” yine sahnedeydi. İktidar tarafından sokağa çağrılmış ve hadlerinin bildirilme emri en tepeden aşağıya talimat olarak indirilmişti. Ali İsmail Korkmaz bu talimat ile eli sopalılar tarafından linç edilerek katledildi. Her yerde eli sopalılar polis ile birlikte gösterici avına çıkmıştı. Korkunç bir “iç düşman” propagandası işlemeye başladı. Antisemitik göndermeler konuşmaların arasına yerleştirilerek aşağıya boca edildi. Bu işin arkasında “ İsrail var, Yahudi lobisi var, Batı ajanı kışkırtıcılar var” imaları dörtnala koşturdu. İngiltere’de yaşanan siyah isyanına karşı Negrofobik cephe ile bizim topraklarımızda Antisemittik refleks arasındaki bağ hiç de birbirine uzak değildi.

Neden?

Davutoğlu büyükelçileri toplamış “derin” konuşma yapıyor. “Ermeni Terör örgütü ASALA” diyor, “bayrağımızı her yerde dalgalandırmaya devam edeceğiz” diyor ve ekliyor “şerefsizler ne yaparlarsa yapsınlar bu milletin şerefini ayakta tutacağız” Ne kadar tanıdık şişkin cümleler değil mi? İçinde ne ararsanız var. Öncesinde üzerinden bilerek atlanan bir haber ise sonradan düştü önümüze. Paris’te Suriye’nin dostları toplantısına katılan Davutoğlu ile ABD Dış İşleri Bakanı Kerry basının karşısına çıktılar. “Türkiye, ABD ve iç siyasete dair birkaç şey söylemek ister misin bilemiyorum yoksa ben mi söyleyeyim?” sözünün arkasındaki o huzursuz edici zorlama ve Davutoğlu’nun “sen bahset, gerek olursa ben de anlatırım” yanıtı arasındaki üçüncü sınıf eziklik…“Şeref” üzerine neden bu kadar vurgu yaptığını anlıyor insan. Arkasından büyükelçiler toplantısı ve en önemlisi ise konuşmasındaki “Ermeni Terör örgütü ASALA” vurgusu. Ermeni ile ASALA’yı yan yana kullanarak düşman algısına yapılan gönderme. El-Kaide ve İHH baskını ve Hakan Albayrak’ın “bu işin arkasında İsrail var” imasını ve benzerlerini de yan yana koyun ve toplayın, karşınıza Antisemitik kafalar çıkar. Bu kafalardan da bir demokrasi çıkmaz.

Şimdi aynı dil ve refleks iktidar ile cemaat arasındaki kavgada da kendini gösteriyor. Birbirlerine karşı kullandıkları dil, saldırı yöntemleri ve kullandıkları araçlar daha düne kadar Gezi’yi bastırmak için kullandıkları dil ile aynı. Ergenekon, Balyoz ve Oda Tv davasında kullandıkları manşetler ile birbirlerini vurdukları manşetler aynı. KCK operasyonlarında “paralel bir yapıya izin verilemez” diyerek başlattıkları siyasi kıyım ile bugün yaptıkları iç kıyım aynı. 28 Şubat medyasını kara bir leke olarak konuşanlar ile bugün onları aratmayacak manşetler atanlar yine aynı. “inlerine gireceğiz” açıklamasını genelde asker yapardı, şimdi başbakan yapıyor. “Terörle mücadele” adı altında kullanılan ezberler şimdi kendi iç savaşlarının en önemli ayağını oluşturuyor. Dünün sevgi böcükleri , bugün birbirlerini sokmak için kuyruklarında sakladıkları zehir torbalarını çıkarıyorlar. Dün Cemaat ile iktidar arasında çatışma var diyenlere “ne alakası var canım, nereden uyduruyorsunuz” diyerek çıkışanlar, “Gelin bugün özeleştiri yapalım. Samimi olarak yanlış yaptık diyelim” diyerek, ‘’tükürdüğün nasıl yalanır’’ın muhteşem örneğini sunuyorlar. “Che katildi” diyen zekâ pırıltısının özeleştiri mantığı böyle olur tabi ve dil düşerç “Cemaatin kucağına oturmuşsunuz” derkenki belaltı “oturtmalar”, bol kucaklı göndermeler iktidar- cemaat çatışmasının ahlakını ele verir.

O kadar çok insanı ve çevreyi kırıp döküp, ezdiler ki yanlarına kendilerinden başka kimse yaklaşmıyor.

Mesele şu ki “yetmez ama evet” diyecek kimse kalmadı ortalıkta. Onlar da birbirlerine “Let’s Go Cengiz, Ali, Murat’ diyerek hızla uzaklaşıyorlar.

Akın OLGUN/ BirGün Gaazetesi

20 Ocak 2014 Pazartesi

Tembellik

Şimdi yapmazsanız, başka zaman asla yapmayacaksınız!Kış olunca köpek bir kenara büzülerek der ki, ‘Şu yaz bir gelsin, dişimi tırnağıma takıp çalışacağım ve kendime bir sığınak yapacağım’Yaz gelince de canlanır, güçlenir ve: ‘Benim gibi güçlü bir köpeğin sığınağa ne ihtiyacı var, hangi eve sığarım ben?’ der.Hadi hareket zamanı!

18 Ocak 2014 Cumartesi

Gezi sonuç aldı mı ? / Ruhi Uzunhasanoğlu

Adına kısaca ” Gezi” dediğimiz bu toprakların en kitlesel direnişi yaşandı.Milyonlarca insan haftalarca kentlerin meydanlarına aktı.Sokağa çıkmayanlar evlerinde tencere tava çaldı.İnsanlar işlerinden çıkıp eylem alanlarına koştu.Sanat dünyasını birebir etkilendi.İlk kez çok sayıda sanatçı bir sokak eylemine destek verdi.Katıldı.Hatta kimi yerlerde önderlik yaptı.Gazeteciler ağır sansür , yok sayma,patron baskısına rağmen direnişi haberleştirme konusunda inanılmaz özveriyle çalıştı.Mizah, güçsüzün güçlüden öç almasıdır ,tespiti gerçek anlamda kendini gösterdi.Dünyanın en yaratıcı mizahı yapıldı.Normalde evde oturması beklenen yaşlı insanlar dahi sokağa çıktı.Çocuklar belki de ilk kez bilgisayarlarından ayrıldı.Sanal oyunlarından vazgeçti.Anne babalarıyla birlikte eyleme çıktılar.Cinsel kimliği baskı altında olanlar direnişin en ön safındaydı.Çevreciler zeten heryerdeydi.Hayvanseverler insana dair olanla yetinmeyip bütün canlı türleri için direnişe koştular.Sokak çocukları belki de en mutlu günlerini günlerini yaşadılar.Direniş tüm dünyada yankısını buldu.Yedi kıtadan dayanışma mesajları yağdı.Çok uzak diyarlardan selamlar gönderildi.Deniz altından,ulaşılması zor dağlardan direnişe seslenildi.Gökyüzüne “Diren Gezi” yazıldı.Bir deri bir kemik Afrikalı çocuklar daha adil bir dünya umudunu gördüler.Kızılderililer “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak”derken nasıl da haklı olduklarının gururunu yaşadılar.Demokrasi mücadelesinin beşiği olarak bilenen yaşlı kıta Avrupa halkları şaşkınlıkla Geziyi izledi.Gıpta ettiler.Ve elbette Solcular,Demokratlar,Sosyalistler,Devrimciler.Demokratik kitle örgütleri.Onlar zaten her daim sokaktaydılar.Bu büyük kalabalığın sokağa çıkması on yıllardır ödenen bedellerin,direnişlerin bir toplamıydı zaten.Taksim ilk kez halkın eline geçti.Devasa kitlesellik,kararlılık ve cesaret iktidarı adım atamaz hale getirdi.İnsanlar  kararları kendi aldı.Uyguladı.Direniş boyunca bir ütopya gerçek oldu, Gezi parkında para tedavülden kaldırıldı.Kimse parası olmadığı için aç kalmadı.

Ve,Çok insan yaralandı.Çok insan gözaltına alında.Tutuklandı.Çok insan işinden atıldı.Çok güzel çocuklarımız öldürüldü.Zaman geçti,direniş enerjisini tüketti.Kendiliğinden başlayan hareket .Yine Kendiliğinden sönümlendi.

Uzun zamandır Gezi o görkemli ruhundan uzakta.O günlerde sokağa çıkan milyonların önemli kısmı “eski hayatlarına ” geri döndü.Direnişe katılan bir kısım insan duyarlılığını sosyal medyada devam ettiririyor. O kadarla yetiniyor.Hatırı sayılır insan sanki o günleri yaşamamış gibi.En önemlisi koca bir direniş çok az sayıda insanı örgütlediği görüldü.

Elbette böylesine büyük toplumsal direnişin geriye önemli bir deneyim bırakacağını biliyoruz.İnsanların ve toplumun belleğinde artık “Gezi”diye bir olgu olarak var.Silinmesi mümkün de değil.Bütün bunların ötesinde bir somut gerçek var.Bu büyük direniş nasıl oldu da bırakın iktidarın temsilcilerini , tek bir Bekçiyi bile neden yerinden edemedi ?Şimdi iktidar ve Cemaat birbirleriyle  savaşırken (Bu savaşta Gezi etkisi mutlaka var) yüzlerce polis görevden alınıyor.Adalet denilen kurum yerlerde sürünüyor,Bu olup biten rezilliğe rağmen Gezi direnişi kendini savunmak zorunda kalıyor.Gezi tutsakları hapishanelerde çürüyor.Onlarca Gezi soruşturması,yargılaması devam ediyor.Berkin hala komada.Onu vuranlar belli bile değil.Gencecik çocukları öldürenler görevlerinin başında.Bu işte bir yanlışlık yok mu acaba ?

17 Ocak 2014 Cuma

Vaz mı geçeceksin? (VİDEO)

Siz, karşınıza engeller çıkınca, yolunuzdan vazgeçiyor musunuz? Yoksa yolunuza hangi engel çıkarsa çıksın devam edecek kadar kararlı mısınız?

Derek Redmond'un başından geçen çok etkileyici ve ders alınması gereken bir olay. Mutlaka izleyiniz.

Kaynak: Network Marketing

Gonca Çelik/ Sorgusuz ve sualsiz

birbaykusuneskizi.blogspot.com

Hiç tutku yok. Öyle tutkusuz yaşıyoruz ki, öyle sığ ki hayatlarımız, neredeyse sığlıktan boğulup öleceğiz. Bir korku imparatorluğunda, temeli korkuya dayalı dayatma, itelenmiş, mecbur kılınmış hayatları yaşıyoruz; sorgusuz ve sualsiz.

Hepimiz için seçilmiş birer hayat… ”Sen! Al bakalım bu paketi, içinde senin için tasarladığımız hayat var. Asma yüzünü hemen, bak ideal bir hayat tasarladık sana. Şükret, çoğuna göre şanslısın: Memur olacak, cumadan cumaya namazına gidecek, haftanın iki günü -sırf sevişmek olsun diye- eşinle sevişecek üstelik bir de erkek çocuğa sahip olacaksın. Çocuğunuza bile tasarladığımız bir hayat paketimiz var, hele bir doğsun da…” ”Sen..!”

Ama ile, ya ile, fakat ile, belki ile başlayan, bize dayatılanın dışında başka daha iyi olasılıkları içeren hiçbir cümleye de yer yok hayatlarımızda. Pakettekiler neyse o. Kurmaya cesaretimiz dahi yok, yasak ve her daim yasak olanı çiğnemek zor…

Ne kitap okurken, ne ders çalışırken, ne müzik dinlerken, ne çene çalarken, ne içerken, ne de severken… Hiçbir şeyi tutkuyla yapmıyoruz, hiçbir şeyi tutkuyla istemiyoruz. İkinci bir olasılığa/olasılıklara yer yok hayatlarımızda. Nasıl olsun ki? Aza kanaat etmenin <aferin> aldığı, başarı sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. <Olmayacak duaya amin denmez> felsefesini bebeklikten itibaren benimsiyor, buna göre hayatlarımızı ve fikirlerimizi şekillendiriyoruz. Bir keresinde rüyamda Londra’da yaşadığımı görmüştüm. Rüyamı anneme anlattığımda bana ”aç tavuk kendini darı ambarında görür çocuğum” demişti. İşte bu cümle de ikinci felsefemiz…

Hayallerimiz ölü! En iyi ihtimalle bir hücrede tutsak ve müebbete çarptırılmışlar. Suçları: Ademoğullarını galeyena getirmek ve toplum huzurunu bozmak. İşin kötüsü hücrelerin anahtarları bizde, kullanmak aklımızın ucundan dahi geçmiyor. Bize dayatılan hayalleri kuruyor ve o dayatma hayalleri gerçek kılmak adına kendimizi paralıyoruz. Gerçekleştirilebilecek hayaller… Oysa adı üzerinde: <hayal>. Uçlarda olmalı hayaller, insanın ayağını yerden kesmeli, <vay anasını!> dedirtmeli insana ve ulaşılmaz olmalı ki, ulaşabilmek adına çaba harcanılmalı, <ya olursa, ya gerçek kılabilirsem?> denebilmeli. <Ya> ile başlayan her cümle umudu da barındırıyor içinde. Ummayı bile bilmiyoruz dolayısıyla.

Törpülenmiş hayallerimiz. Öyle güzel törpülenmiş ki, üzerine bir de cila sürülmüş, bakımlı hale getirilmiş. Bakınca ”Aa ne hoş” dedirtiyor insana, yadırganmıyor. Hayallerin o sivriliği törpülenmiş ustaca. En sonunda -ideal- diye dayatılan ve bizimde sorgusuz kabul ettiğimiz, kendimizi kandırdığımız ve bir de çevremize nispet yaparcasına anlattığımız, özendirmeye çalıştığımız, örnek alındığımız hayatları yaşıyoruz. Gerçekleştirilemeyecek hayallerimiz tutsak, işkenceyle sindiriliyor ve yok ediliyorlar; gerçek kılınmayı bekleyerek… Ne elem!

 

16 Ocak 2014 Perşembe

Modern Zamanların Yıkıcı Tahakkümünde Hayat Nedir/ Misak Tunçboyacı

“Siyasal alana doğrudan saldırı

 

Terör örgütlerinin yanlış yorumlanan mantığını ele almaktansa, terörle karşı karşıya kalmış bir toplumun, bir iktidarın tavırlarını ele almak, bu olguyu daha iyi aydınlatır.

 

Terör, yalnızca kendini ifade edecek siyasal alan bulamayanların, alan bulamamaktan doğan bir sapması değil, varolan siyasal alanın kendisine yöneltilen bir protestodur.

 

Amaç her zaman gizli, fark edilmez olmaktır. Modern dünyanın “açıklık”, “saydamlık” etiğinin ta kendisine doğrudan bir saldırıdır. Zira bu etik Gorbaçov’un Glasnost politikasından bu yana salt kendi içinde bir değermiş gibi benimsenmekteydi.

 

Yüzeyde kal!

 

Modern siyaset alanı, her şeyin yüzeyde yer almasını istiyor. Herhangi bir derinlik, gizlilik, herkesin anlayabileceği bir şekilde basitleştirilmeyen, vülgarize edilmeyen her şey katlanılmaz görülüyor. İşte bu gün siyaset, bu derin düşünce, ahlak ve anlayışlardan sakınma pratiğine dönüştü.

 

Terörü bir sahte siyaset biçimi olarak dışlamak, modern rejimlerin ikiyüzlülüğüdür. Bu ikiyüzlülüğe modern rejimler tarafından güdülen halkların, terör karşısındaki şaşkınlığı ve sessizliği de karıştı. Bugün kendisinden iktisadi ve siyasi alanda hiçbir şey beklenmeyen devlet, yalnızca terörü ortadan kaldırma rolüyle meşrulaştırmaya çalışıyor kendini.

 

Üç kutup

 

Masumiyeti temsil eden halk, iyiliği temsil eden devlet ve kötülüğün kendisi olan terör örgütü… Bu üçleme, modern siyasal alanın üç kutbunu oluşturuyor. Ama devlet, iyiliği yalnızca “temsil eder”, iyilik kendine ait değildir.

 

Halk ise kendinden masum değildir. İktidar tarafından kendisine hizmet edilecek bir amaç olarak ilan edilmiş varlıktır. İnsanların üzerine bu masumiyet, ancak suça ve teröre karışarak atabilecekleri bir yüklem olarak yapışmıştır.

 

İşte terör bu “masum” etiketini vuran faaliyet biçimidir. Terörist eylem her zaman doğrudandır; “anlamsız” olduğu düşünülebilir ama herhangi bir etkiye yol açmadığı söylenemez. Bir itirazı, bir adaletsizliği işaretler ama açıklama ve ortadan kaldırma gayreti değildir.

 

Kadim devlet

 

Doğrudan olumsuz eylem, maruz kalanın gözünde yalnızca olumsuzluğu görülen, lanetlenmiş bir eylem türüdür. Doğrudan mı yoksa dolaylı mı olduğuna ilgi gösterilmez. Çünkü modern dünyanın olumlu olumsuz her türlü eylemi, “doğrudan” olmalıdır.

 

Modern dünya, böylece dolaylı olanı dışlar. Tanrı insan sürülerinin sadece yaratıcısı değil, çobanı olmalı, onları her an ve her yerde gütmeli, kendini onlara adamalıdır. Hükümet, yalnızca halkı gütmekle kalmamalı, ona hizmet etmeli, güvenlik ve rahatlığını sağlamalıdır.

 

Asırlardır var olan kadim devlet, kendini meşrulaştırmak için “hizmet” ödününü verir. Terörizmin, doğrudan olumsuz eyleminin karşısında, devletin doğrudan olumlu eylemi meşru görülür.

 

Weberyenlerin, devletin tek meşru şiddet mirasçısı olduğunu söyleyip durmaları bundan. Şiddetin doğrudan mı yoksa dolaylı mı olduğu üstüne kafa yormamışlardır tabii.”

( Ulus Baker – “Devlet İyiliği Temsil Eder, İyilik Yapmaz” başlıklı makalesinden)

 

Her şeyin sıradan olağan bildirildiği bir yerde gün aşırı aklın sınırlarında pek ihtimal verilmeyecek şeylerin gerçekleştirildiği, gündem haline dönüştürüldüğü bir yapımın içerisindeyiz. Aklımıza gelmeyenlerin başımıza getirilmesinin, hemen her ne olup bitiyorsa bütün bunların artık gözümüzün önünde alenen yapıldığı bir tragedyanın tanıklığındayız. Aklın devlet nazarında, gözetiminde nasıl dönüştürülmeye çalışıldığı, nasıl tekinsiz ve umarsız bir biçimde yeni ülke tasvirinin bütün bu kaos ile şekillendirildiğini / dönüştürüldüğünü görebilmek mümkündür. Kanıksatılmaya çalışılan erkler arasındaki kavganın / didişmenin vesair anlamlarla bütün tenkitlerin / uyarıların nihayetinde faturasının kime kesileceği ortaya çıkmaktadır. Halkın tahayyülünün değil, halka rağmen bildiğini okumaktan hemen hiç sakınmayanların; her şeyi yaparken, ederken, biçimlerini yeniden dönüştürürken bu demokrasi mefhumunun esas sahiplerine karşı etmediklerini yarına koymamalarıdır görünen. Görünen köy kılavuz istemezse de karşılaştıklarımız birbirinin devamlılığını oluşturan epey bir süre sessiz sedasız kalmış olan erk olma aday adaylarının yahutta tek yetkili olmayan hükümranlık heveslilerinin eylediklerini yekten cismanileştirmektedir. Kalıcı bir hegemonya, suskunluğun arttırıldığı, daha fazla ses edenin geriye bırakılmadığı, her defasında hedefe konulacak yeni isimlerin bulunabileceği bir deney sahasının kendisidir. Bir ülkenin kolayca zapturapt altına alınabilmesinin hemen her gününün başkaca bir tahakküm ile donatılmasının ve hemen ertesi gün bütün bunların unutturularak yeniden yola koyulabilir olunmasının üzerimize biçtiği karamsarlıktır değinmeye çalıştığımız. Devlet dediğimiz mekanizmanın ipleri yahut da kontrolünü elinde tutanların açıklarını değil bilakis yaptıkları fenalıkları nasıl hevesle üzerini örtme gayretine düştükleri görünebilmektedir o aralıkta. Ortada henüz Gezi direnişi’nin kıvılcımı, esamesi bile olmadığı günlerden bu yana süregelen bir çabalanımdır. Her defasında yapıp etme kisvesi altında yıkıp yok etmenin yollarının arşınlandığı bir uzam karşımızda yapılandırılmaktadır. Karışan ve görüşenin olmadığı bir yerde her şeyin tastamam yöneten konumuna ulaşmış olanın(!) iki dudağından dökülecek olana göre şekillendirildiği bir kurgudur bu bahsini etmeye çalıştığımız. Her şey olur kısmı sağlamlığından kendince hiç şüphe etmeyen bir iradenin(!) bütün o tantana ile duyurulan sıfatının altında nasıl alttan alta kendi bildiğini eyleyebilmek için hinliğini kullandığını ortaya çıkartan karşılaşmaları muhteviyatında barındırmaktadır. İşte bu ülke böylesi bir sınırlara eskisinden de çok sahip çıkıp, olur olmadık kırmızı çizgiler icat eden yeni kurallar koyan, hırsızını bile kollayan, adaleti alt üst edip kendisine bağlı kılmaya gayret edinen bir yapı süre kısıtlaması olmaksızın durmadan yinelenmektedir. Ne de olsa durmak yok yola devam ve hedef ikibin yirmi üçtür sağlamlığına kendisinin bile körü körüne bağlandığı irade ve takipçilerinde. Sirayet edenleri her defasında parçalarına ayrıştırdığımızda, her meseleyi enikonu mercek altına aldığımızda devletin sahibi olarak konumlandıranların bugünümüzü nasıl şekillendirmekten bir adım öteye yarını da tastamam kilitleme konusuna çabalandığı anlaşılacaktır. Yerle bir edilen eskiye dair olan vesayetçiliğin haki yeşilinin bugün laci takım elbiseler içerisinde sözüm ona modernleşmiş ama zihniyeti de, uygulamaları da eskisinden hiçbir farkı ya da değişikliği barındırmayan bir tahayyül karşımıza çıkmaktadır. Aleniyette hırsızlar kollanmaya devam ederken devletin paralelinden düpedüzüne kadar birbirinden farklı yüzeylerinin kavgaya tutuştuğu zikredilip durulurken asıl kopan fırtına hala halka dair olan mesellerdedir. Erk kavgasının miadı da buraların büyük abisinin / doğal hamisinin sözlerine göre şekillendirilecekken kendiliğinden halkın sözcükleriyle zamansız Gezi Direnişi sırasında savunageldiği şeffaflık / açık seçik bir biçimde halka sorarak / sorgulayarak / işiterek ve anlayarak ilerlemenin pek de söz konusu edilmeyeceği hatırlatılmaktadır. Biçimlendirme halkın beklentisi / ses ettiği yanlışları bizatihi sahip çıkarak şekillendirilen bir zamanı göstermektedir. Bunca pespayelik bir kadrajda daimileştirilirken, bir yerde kalıcılaştırılırken “Dünün tabularını aşıyoruz artık.” lafı “Bugün yeniden o tabuları da yenilerini de eyleyeceğiz ve hiçbiriniz gık diyemeyeceksiniz”e çıkartılmaktadır.

 

Nihayetinde doksan yıllık cumhuriyet tarihinin handiyse tamamında savunulan ötekileştirmelerin, azınlığın haklarının savunulmasının (dinsel-etnik bir ayrım değil memleketin erki olamayan herkes) önüne set çekilmesinin, duyulmamasının devamlılığıdır karşılaştığımız. Bugünümüz dünden fena eylenirken sadece ortaya çıkanları üst üste dizdiğimizde lobilerden, fobilere, kutsiyet atfedilmiş iradelerin aslında neleri sakladığını ortaya çıkartan bir korunaklılık sahanlığının icad olunduğu meydana çıkmaktadır. Senin benim sokağımda ettiğim, eylediğim, yaşadığım, yahut da avare avare dolaştığım yerlerin birer ikişer rant için daha fazla maddiyat için peşkeş çekilmesinden okunabilir bunlar. Her yerin dönüştürülebilir olduğu yanılsamasında iyisini değil mutenalaştırma adı altında kentlerin kimliksiz beton bir ormana dönüşümünün yolları aranmaktadır. Bir yerde gerçekleştirilen bir başka yerde de eylenebilmesi için zamanlamalar kollanmakta o içeri alınıp da bir gün sonra salıverilen bacanaklar gibi ensesi kalın haramzadelerin rahatlarının devamlılığı için şartlar olgunlaştırılmaktadır. Bir darbe söyleme tutturulup gidilirken esas darbenin bunca hırsızın elbirliğiyle eylediği yaptığı şeylere sessizlik olduğu unutturulmaya çalışılmaktadır. Yediğimiz fırçaların, “Herkes haddini bilecek!’ şarlamalarının esas menzili buradadır. Herkesin hırsızı ayrıdır. Kimisi daha bir el üstünde tutulasıdır tabi ki yedirilmeyecek olandır, böyledir. Ol bahiste bunca hadsiz hayasızın eyledikleri meydana paldır küldür dökülürken gerek iktidar partisinin gerek cemaatin türlü pislikleri, el altında göz yumdukları göstere göstere ilan edilmekteyken, darbe kimedir farkında mısınız? “Küfürbazlık” diye bir meslek erbaplığı varsa onu da layığıyla en iyi şekilde ben icra ederimci vekilin meclis denilen yeri ahır zannetmesinin uçan tekmelerle bir yerde bağlılığını kanıtladığı salvolarının paralelinde yargının da hacamat edilmesinin söz konusu edildiğinin idrakına ulaşır mısınız? Her bahiste demokratikleşmenin on iki eylül artıkları ile rezilliğin mimarları olarak tescillenmiş olan katillerin adalet önünde hesap verecekleri anayasa referandumu döneminde bolca köpürtülüp dile dökülmüşken bugün en az onlar kadar fenalarının açıklarının örtülmesi gayretkeşliği, yasamayı yargıyı ve yürütmeyi bir arada tek elde, tek bedende, tek partide toplama heveskârlığının ardı karanlık değilse nedir, nasıl okunmalıdır? Adalet konusunda yedirilmeyecek olanların hep hırsızlar olduğu bahsinde ilerlenirken, devletlu gözünde hırsız oldukları zikredilen ne de olsa yiyecek bir lokma için kaçağa gitmek ülkede alenen gran’tuvalet çalmaktan daha ayıplanası bir şeydir! Roboski katliamanının nasıl Askeri yargı elinde aklandığının, takipsizlik kararı verildiğinden okuyabilmek mümkündür. Otuz dört insan öldürülürken / ölüme sevk edilirken pijamalarıyla evinde oturan kimyasal kod adlı genkurun kılını bile kıpırdatmadan katliam emrini tam ve eksiksiz yerine getirmesinin hesabı nasıl sorulacaktır. Dahası bu kararla birlikte Roboski, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde bırakılmayacaktır diye avaz avaz zikredenin gözetiminde hesapsız konulması en büyük, en çok yürek burkan hırsızlık değil midir? Vicdanın pespeye bir plastik duyarlılığa entegre edildiği, orada geriye bırakılan insanların başlarında zorbalığın hemen hiç eksik edilmediği ‘gerçek tastamam gerçekliğini muhafaza ederken alenen bunca kepazeliğin ardı her ne olacaktır, sorabilir miyiz? Yekten tutturulan düzenin bekaası adına iç edilecek, sümen altı eylenecek daha kaç dosya olacak dahası kaç yaranın akıbeti böyle belirsiz konacaktır. Süreçlerden süreç beğendirilirken her güne bir lobi faaliyeti bir kesimin lobiciliği ilam olunurken oradan buradan her yerden, bir şekilde kanamaya devam eden, işte Roboski gibi kıyamların akıbeti her ne olacaktır. Bir şekilde maddiyatın ötesinde gerçek birlikteliğin köküne kibrit suyu asıl bu mesellerde, asıl böylesi zaruri hesap vermelerin gerektiği yerlerde suskunlaşmalar değil midir? Hepsi birden hepsi bir arada ülkenin rotasını / şeklini şemalını demokrasi sınırlarından çok öteye onu ütopik bir merhaleye taşırlarken biz sıradan olan halklar / müesses nizama karşı ne yapacağız ne yapmalıyız? Düşünmek için çok vaktimizin kalmadığı artık meydandayken bir zahmet eder miyiz? Kelamımızı yergiler için kullanmak, tıpkı eleştirilen muktedirin ağzından örnekleri kendimize benzetmeden kelamı paylaşıp, derdi görünür kılabilecek miyiz? Hasılı kelam sadece bir örnek değil, sadece bir yeri vuran değil, sadece ucu dokunduğu zaman ah edilen değil, peşinde koşulan hiç değil adaletsizliğin her anına isyanın gereğini yerine getirip hesap sorabilecek miyiz? Mütemadiyen erkin jargonuna göre şekillendirilen / şekilden çok şemalsizleşen bir ülke tahayyülüne karşı unutmama direncini hatırlayabilecek miyiz?

 

Bugün, şimdi. Görünen, bilinen, zihne ulaşıp kaydedilen, aklın harici / dahili kıvrımlarına nakşolunan, bellendikçe bir sonrasının her nasıl olacağı beklentisini sorgular kılan buna yönlendiren daimi bir biçimde taaruz edilmesine rağmen bir çıkış vardır elbet umudunu çoğaltan bir zamane ruhunda tüm had bildirimlerine rağmen ayakta duruyoruz. Zaman ruhu plastik bir metaya evrilirken bununla sınırlandırılırken hep taciz edilmeye devam tahrif edilmeye aralıksız çabalanılırken hayatın oldurulmazlığını yasak hemşerimciliğini aşmaya bir yol / neden / gedik arıyoruz. Ayakta durmaya özen gösterirken düştüğümüz kaldırımları, içine çekildiğimiz o kör ve karanlık kuyuları, biteviye müesses nizam tefrikalarını, uyarılarını / tehditlerini görerek durarak, yaşayarak ayakta durmaya çalışıyoruz. Senim, benin, onun berikinin değil hepimize değen, değdiği yerde izini bırakan, yara açan aklın eylediklerine karşı sözün gerekliliğini hatırlıyoruz. Dönüp dolaşıp batıp çıkıp eskinin hallicesi bile olmayan bir şefaatsizliğe had bildirimciliğe zaman kaybetmeksizin uygulanan yaftalamalar vs. karşı sözün gerekliliğini hatırlıyoruz. Bildiren, anlatan ve yönlendirirken elini korkak alıştırmayanların şeklini şemalını dönüştürmeye çalıştıkları yapının biyopolitik bir taaruz silsilesinden gayrısı olmadığına artık uyanıyoruz. Ayakta kalmanın her türlü zorluğuna rağmen, dün yan yana duranların bugün birbirlerine demediklerini bırakmadıklarını işittiğimizden bu yana hayat için daha çok çabanın gerekliliğine tanık oluyoruz. Sözün laletayin gün kurtaran bir mesel, konuşulması elzem olmayana yol edilen bir mesel haline indirgenmesine isyan ediyoruz. Çokluğun derdest edildiği, hakkaniyetsizliğin at başı gittiği bu yerde 2014′ün her anında bütün bu taaruz sarmalında yaşanacağını artık idrak ediyoruz, teyitli bilgi. Erk-muktedir ya da iktidar olarak tanımlananların çoğaltageldiği belki de yegane tutunduğu edim olan korunaklılık zırhı bildiniz o mağduriyet ile karşılaştırılmaya, kıyasıya had bildirimine maruz kalmaya devam edeceğiz. Durmak yok yola devam bir slogan olmaktan öteye biyopolitik-biyoiktidar bir meselin başlangıç vuruşu olmaya devam ediyor. Yerle yeksan olunan zamanlarda dile pelesenk edilmiş olan sloganımsız her birimizin infazını bünyesinde taşıyor. Karar anlarının artık geçildiği varsa yoksa biat kültürünün yeni sınırlarını belirginleştirmeye çabalanılan tasarrufların paylaşıldığı bundan ötesinin ise düşünmek bir yana dışlanmak için bir sebep bellendiği bir yerde ayakta duruyoruz. Ahkâmların rezaletin daniskalarını, hırsızlığın dikalasını, muktedir olma ve kalmanın şartlanmışlığının gereği hıncını muhteviyatında barındıran, katık eden bir denetim-gözetim devleti içerisinde soluğumuz gözetlenirken yaşamaya çalışıyoruz. Paralel devletler, devlet sırları, işinize bakın sizler, barış görünümlü gemi yakma telaşesini barındıran mektuplar ve bir dolusunda / bütününde karşılaştığımız yegane şey yaşatmayacağız diskürüdür. Ayakta durma çabasına karşı hakir görmenin, had bildirip yola çekmek için vesile yaratılmasının, siyaset dilinin pejmürdeliğinde bütün hayatın kurban edilebilir bir mesele haline dönüştürülmesinin yeni eşikleri arşınlatılmaktadır. Her yıkım gayreti yeni bir soluk kesme bu devlet gözetimindeki deneklikte yeni bir evredir. Tüm mutlakiyet, meşruiyetin ayaklar altına alınabileceğini kanıtlayan birer utanç vesikası haline dönüşmektedir. İşinize bakın seslenişlerinin yegane gayesi budur. Biat etmekse ölene kadar, ölümüne biat edeceğiz lafazanlığının sıkça tekrar edilebilmesi bu utancı / ayakta durma çabasına vurulan keti gösteregelmektedir. Yerle yeksan edilen bilinç üzerine kurulan-kurulacak her tahakküm öznesi için aralıksız gayretkeşlik handiyse boşluk bırakılmayan bir dayatma dizini ve düzeni tertip edilmektedir. Normal alaşağı edilirken yeni norm olarak en akla hayale gelmeyecek, en izana asla sığmayacak, en bilinmez olarak zikredilenler birer ikişer ama az ama çok başımızda tıpkı bir giyotin gibi sallandırılmaktadır. Normatif bir ütopyaya dönüştürülürken her anormallik yeni doğrunun kendisi olarak tanımlandırılmaktadır. Bütün resin / bütün suret Picasso’nun resminde nakşettiği kadar karmaşık / sorgu açıkta kalırken sus! komutu yinelenmektedir. Tezatlıkların yinelenme sıklığı birine yasak belletilenlerin bir diğerine ehven sayılması, ikircikli hallerin kaskatılığı bir modern tahayyül ya da süret çıkartma çabası değildir. Tam tersine zıtlıkların kararlı karanlığının vesikasıdır. Tek tek beher karede görünür kılınmasıdır.

 

Ali İsmail Korkmaz’ın devlet nezdinde lincinin her nasıl eylendiğini, hesap sormak bir yana her şeyi altüst eden bir düzenekte tanık ifadelerinin öncelenmesinin bu parçalanmış gibi görünen kara yazgının dehşetengiz bir suretidir. Hesap vermek bir yana hesap sorulanlar canı yananlardır. Davanın seyrindeki her tertibat ucu devletluya değmesin diye birleştirilmiş birer kaskatı duvardır. Adaletin tarumar edilmesi bütün bu açık ve seçik disfonksiyonelin sıradanlaştırılması her nerede yaşadığımızı tıpkı Gezi Direnişi süresinde katledilenlerin davalarındaki aymazlıklarla beraber ikrar olunmaktadır. Protesto anayasal bir hak olarak yazılmış ve teminat altına alınmıştır ama her avazınız, her seslenişiniz yahut da sessizliğiniz sadece o eylem alanında görünmeniz bu devlet nezdinde öldürülmeniz için yeterli bir sebeptir. Var mıdır böyle bir dünya? Dava sürecinin dört farklı ilde sürdürülme gayreti necidir? Sorgusuzluğun olağan netice olarak bildirildiği, belletildiği bu ülkede adaletin sekiz on parçaya ayrıştırılmış şehir ve duruşmalarda gelmeyeceği artık apaçıktır. Belleksizleştirilen bireye yapılabileceklerden sadece küçük bir kesittir bu. İki koca yılın sonunda ortada sadece ödendiği ikide bir zikredilen tazminat bedeli (ki tek kuruş bile ailelere gitmemiş / kabul edilmemiş), yarım yamalak bir komisyon raporu, erkler savaşında gözden kaçan haliyle ortaya çıkan düğmeye basanın her kim olduğunu artık ilan olunan, takipsizlik kararını duyuran askeri mahkeme hükmünün ifşaatında Roboski’dir bir diğer yara. Değerkam, buraların eşit özgür yurttaşları olmalarına bir türlü yol verilmeyen her şeyleri / ekonomik sıkıntılarının çözüm yolu kaçağa gitmek olan insanlardan otuz dördüne reva görülen kıyamın kusursuz (!) bir biçimde tasdik olunmasıdır iç kıyıcı olan. Devletin ötekisi savı yıllar geçse de sürdürülmektedir nitekim. Bildiğini eylemekten bir an olsun geri durmayan, sınırlarına verdiği ehemmiyetin de onda birini yurttaşına reva görmeyen aklın, katliamı sıradan bir vaka olarak sayıklamaktadır hala. Takipsizlik kararı içinde yaşadığımız sathı mahalde yaşamın bombalarla zaptedilebilmesinin karşısında sorumsuz yönetenlerin teker teker katilliklerinin ifşaasıdır. Emri verenlerin evlerinden komuta ettiklerinin bir simülasyon değil katliam olduğunu göz önünde bulundurduğunuzda bu karar hazindir. Birbirinin içerisinde böyle sıkı sıkıya lehimlenmiş, birinin kaderinin yarın bir başkasına yazıldığı, yinelendiği bir hatırlatmadan çok hakiki bir yıkımı süreklileştirdiği bu güncellikte yaşayabilmek, ayakta kalabilmek sorgulamaktır. Yantısız bırakılanlara, yara edilenler karşısında direngenliği muhafaza etmektir. Sorgulayarak yaraların farkına varıp üzerine gitmektir yaşamak. Gördüğümüz sadece bir veya bir kaç meselde karşılaştıklarımız yaşamakla zorunlu kılındıklarımız değildir çünkü. Gezi Direnişi dâhilinde ayyuka çıkan şiddetin, amanvermezliğin, nefes aldırmazlığın yıllar yılıdır hiçbir haber alamadığımız Kürdistan’ın gerçeği meselesidir çünkü. Kah adının unutturulamayacağı Roboski kıyamında, kah Lice’de Medeni Yıldırım’ın katlinde, kah Gever’de Veysel ve Reşit İşbilirlerin hayatlarının zaptedilmesi kah sahipsiz / belleksiz / kimsesiz konulan kemiklerin ardına bıraktıkları hüzünden ibaret değildir tüm mesele.

 

Ama ve fakatların galebe çalıp durduğu, her sözün ifşaat ve tanıklığın, yüzleşme çabasının önünde yeni duvarların yükseltildiği bu yerde biz birbirimizin seslenişini duyabilecek miyiz? Son kertede ezcümle dert budur. Ayakta duruyoruz, tüm yenilgilerimiz, kıyamlarımız, kıyametlerimiz ve bütün önyargılara kurban edilişimize nazire edercesine kimi zaman tek kimi zaman da birbirimizle sessiz kalabalıkların içerisinde fark ederek. Bu sathı mahalde, bu sınırlarda bunca kırmızıçizginin üzerinde bugün başka bir sınırlandırılmışlığı, başka bir tahakküme özne, seçilmiş kurban bellenerek yaşıyoruz. Anlar, idrak eder miyiz? Şekilci, ezberci nutuklardan başkasını siyaseten doğrucu tahayyül ve tasvirlerin karşısında insani olanı işitebilecek miyiz? Galiba bütün düğümün çözümü buradadır. Tahrif edilip, tahribatın düzeyinin her geçen gün kademe kademe arttırıldığı bir deney sahası bu ülkenin gerçekliği yapılmıştır. Kasıt söz konusu olsa bile yedirilmeyecektir, evlere belalar salınmaktadır ama hakkaniyet halka hala karşı ve karşısında konumlandırılmaya devam etmektedir. Adalet söz konusudur çalana çırpana, yolunu yönünü her şeyi iç ederek yaşamakla mürekkep kılana gelgelelim hiç adı bahsi anılmayacaktır Ali İsmail, Berkin Elvan, Mehmet Reşit ve Veysel İşbilirlerde, ne de Roboski’de. Yaşamaktayız sözüm ona sırf bu bahiste bir yapayalnız, dımdızlak vicdansızların tahakkümünde. Cehennem uzaklarda değil tam dibimizde ve hep yanı başımızdadır. Bu bahisle artık uyanır mısınız (!)?

14 Ocak 2014 Salı

Network Marketing Neden Yanlış Anlaşılıyor?

Network Marketing, işleyiş mantalitesi basit olan bir iş modeli olmasına rağmen, çokça tartışılıyor ve yanlış anlaşılıyor. Bunun nedenlerine Network Marketing’i Kirletenler yazısında değinmiştik. Fakat bu yazıda özellikle bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Yaptığım gözlem şunu gösterdi; Network Marketing’e karşı antipati besleyen insanların çok büyük bir kısmı sistemi yanlış anlamış ya da ona yanlış anlatılmış da diyebiliriz..

network marketing yanlış anlaşılıyorNeyden mi bahsediyorum? Network Marketing’e antipati duyanlardan bu işi tanımlamalarını istediğimde her seferinde yanlış tanımladıklarını, daha çok titan mantalitesini anlattıklarını görüyorum.  Hadi bu normal bir durum, zaten titan sistemlerle boğuşuyoruz, birçok makale yazdık, yazmaya da devam edeceğiz. Fakat işin garibi sektördeki etik şirketlerde çalışan birçok insan da bu işi yanlış anlatıyor. Bu da birçok kez tanık olduğum bir olay. Şimdi durumu yakından inceleyelim..

Öncelikle Network Marketing bir iştir, bunu bir iş olarak görmek bile birçok şeyi farklılaştırıyor. Birçok kişi Network Marketingi bir oyun, bir kurgu gibi görüyor, “para yatır para kazan” tarzı bir şey anlıyor ve anlatıyor. Mesela yanlış tanımlama ve bakış açılarına, “Sisteme üye bularak para kazanıyorsun.”, “Para yatırarak işe giriyorsun, senin gibi X insanı işe dâhil edersen ve bunu onlar da yaparsa para kazanıyorsun.” gibi örnekler verilebilir. Bunlar gibi tanımlamalar doğru gibi gözüken, tamamen yanlış veya eksik tanımlamalardır. İşi bu şekilde görme ve tanımlamanın sebebi insanlara işi kolay göstermek olabileceği gibi, tam olarak ne yaptığını bilmemekten de ileri gelebilir.

İşin aslı; Network Marketing, bireylerden oluşan bir ağ üzerinden bir ürün grubunun pazarlanmasıdır. Kişiler açısından tanımlayacak olursak da, kişinin oluşturduğu distribütör ve müşteri ağı üzerinde oluşan cirodan, şirketin belirlediği kazanç planına göre prim kazanmasıdır. Yani şirket diyor ki; Benim ürünlerimin direk veya dolaylı olarak vesile olduğun satışlarından sana prim ödüyorum.

Örnek üzerinden gidecek olursak, dünyaca ünlü X içeceğinin ülke > il > ilçe distribütörleri aracılığı ile tüm bakkal ve kafelere dağıtılması ve X içeceğinin satışı oranında bu distribütörlerin para kazanması mantığı üzerinden gidecek olursak, Network Marketinginde bu mantığın gelişmiş şeklidir. Network Marketingde kurumlar yerine kişiler vardır, yapı çok daha derinliklidir, çalışma alanı serbesttir ve kendine özgü bir pazarlama usulü vardır. Bu mantığı örnek vermemin sebebi işin şeffaflık ve etikliğinin aslında ne kadar berrak olduğunu göstermektir, yoksa dediğim gibi Network Marketing kendine has yöntem ve işleyişlere sahiptir.

Yukarıda anlatılan iki farklı bakış açısının zihinde oluşturduğu anlam tamamen farklı değil mi? İşte bu çok önemli bir mesele; doğru anlatmak.

Not: Titan mantalitesiyle işleyen yapıları yanlış anlatma bahsinden ayrı tutuyorum, onların zaten bu sektörü yanlış anlattıkları ve bu sektöre zarar verdikleri aşikâr bir durum. Bu yapıları tanımayla ilgili Titan Sistemleri Tanımanın En Güvenilir Yolu! başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz.

Sonuç..

Bu gibi tanımlamaları kullanan kişiler, ya titan bir sistemin parçasıdır, ya da ne iş yaptığını bilmeyen biridir. Belki herkesi düzeltemeyiz fakat üstüne basa basa işimizi doğru anlatmayı benimsersek ve beraber çalıştığımız insanlara bunu aktarmayı başarırsak, zamanla sadece tanımlama farklarından bile iyi-kötü ayrımının daha iyi yapılabileceğini düşünüyorum. Çünkü bozuk mantaliteler kendilerini tanımlarken bile belli ediyor. Tabii bu bozukluk şirkette de olabilir, kişide de olabilir.

Son olarak, şunu unutmamak gerekiyor; Biz işimize önem gösterip saygı duymazsak -doğru öğrenip doğru anlatmazsak-, insanlar bize neden saygı duysunlar?

Kaynak: Network Marketing

Akın Olgun / Feyzioğlu ve Kriz fırsatçılığı üzerine

BirGün/ Akın Olgun

“Krizleri fırsata dönüştürmeliyiz” diyor TBB başkanı Feyzioğlu. Kimin için fırsat sorusuna elbette ki “hukuk” için diyecektir. İktidar içi çatışmadan hukuk ve adalet koparmaya çalışmak ve adaleti belli yargılamalar üzerinden kotarmak, fırsatçı formüller bulmak, bu formülleri mağduriyeti yaratanla “samimi” çalışma ortamı oluşturarak ortaklaştırmak ve nihayetinde montajlanmış bir adalet imar etmek gerçekten müthiş bir girişimci ruh istiyor ve bu ruh TBB başkanında var.

Büyük lafların, büyük sözlerin, büyük cümlelerin adamı olma dönemleri şimdi.

İngiliz politikasının en önemli yanı size birçok yol gösteriyormuş gibi yapıp, dönüp dolaştırıp aynı yola çıkartmasıdır. Bizdeki hukuk ve adalet anlayışı da böyle işliyor. Demokrasi, adalet, hukuk, eşitlik vb diyerek açılan yolların hepsi, bir bakıyorsunuz dönüp dolaşıp gücü elinde bulunduranın himayesine girmiş. 12 Eylül referandumunu hatırlayın. Memlekete özgürlük ve demokrasi getireceklerdi. Askeri vesayet dönemi bitecek ve hukukun üstünlüğü hâkim kılınacaktı. Artık geriye dönüş yoktu. Peki sonra? Sonrasını hepimiz biliyoruz. Bu süreci çılgınca alkışlayanlar, eleştirenleri darbeci, gerici ve vesayetçi olarak suçlayanlar, bir anda kendilerine dönen aynı argümanlar ile şok geçirdiler. Baskı ve tek adamlığı kurumlaştıran iktidar, artık onlara ihtiyaç duymuyordu. “Ama biz bunun için destek vermemiştik” sızlanmaları bile ağızlarına tıkandı.

Şimdi yeni bir iktidar krizi ve bu krizden adalet çıkarma oyunlarına tanıklık ediyoruz. Tek kanayan yara “Ergenekon ve Balyoz” davası olarak gündeme oturdu. Feyzioğlu işte bu kanayan yaraya pansuman yapmak için kolları sıvadı. Onlar çıkacak ve adalet yerini bulacak, toplum geniş bir nefes alacak vb…

KCK operasyonları ise laf arasına yerleştirilip geçiştirilen bir haksız(cık)lık olarak ifade ediliyor. Binlerce siyasi tutsağın DGM’ler tarafından yargılanıp mahkûm edildiği ve içeride hayatların söndürülmesi ise 2005 öncesi geçmiş hikâyeler. Biz ne yapalım 2005 sonrasına bakalım. 2005 sonrası davaları araya sıkıştıracağımız birkaç madde ile ele alıp “ateşi söndürelim”. Hukuka yine bir ayar, yine bir yama, yine bir “benim adamım” kollaması ve yine bir adalet tıraşlaması yapıp durumu kotaralım ve böylece Başbakan’ın iki dudağı arasına yerleştirdiği “olur” ile “samimi buldum kendisini” uzlaşmasında el sıkışıp tura çıkalım. Dışarıda büyük bir umut yeşeriyor haklı olarak. Tutuklu yakınları o umuda tutunuyor.

Bir de binlerce insan var içeride. DGM’lerin verdiği siyasi kararlarla hayatları çürütülenler var. İşkence altında alınmış ifadelerle, düzmece polis fezlekeleriyle, “ona 20 yıl ver, buna 30 yıl ver, ona müebbet yaz, hepsine örgüt üyeliğinden, hepsine yöneticilikten bas cezayı” talimatlarıyla söndürülmüş hayatlar. O kadar kolay, o kadar rahat cezalar kestiler ki, nasılsa kimsenin umurunda değildi onlar.

“Af, maf demiyelim şimdi ucu Sol’a ve Kürtlere dokunur” ideolojik hukukçuluğunun geldiği yer işte tam burası. Başbakanla ne konuştunuz? “Ergenekon, Balyoz” Güveniyor musun ona? “Ben profesyonel siyasetçilere güvenmem” Kime güvenirsin? “Ben sadece millete güvenirim.” Ne kadar tanıdık bir cevap değil mi? “Millet”

Türkiye’de hukuk, her gelenin kendi keyfine göre kurşuna dizip sonra o ölünün yüzünü makyajlayıp yaşıyormuş gibi halkın karşısına çıkartılmasından başka bir şey değil. Şimdi ellerinde boyalar, yeniden makyajlayıp dirilttikleri ölünün elinden “özgürlük” alıyorlar. Bu ölü, devletin tam ortasında korkunç bir koku yayıyor yukarıdan aşağıya. Aslında hepimiz burnumuzu kapatarak yürüyoruz.

Roboski katliamını askeri savcılık “kusursuz” buldu ve takipsizlik verdi. Şimdi hangi hukuk ve adaleti tartışacağız? Sahi Sayın Feyzioğlu bundan nasıl bir fırsat çıkarabiliriz söyleyebilir misiniz?

Bize “adam gibi adam” lazım değil. Adam siyasetinden sadece kof karizmalar çıkıyor görüyoruz. Herkes için eşit, adil ve evrensel bir hukuk mücadelesini yine herkes için savunacak ortak değerler gerek. O zaman ‘Adam’a değil, adalete güveniriz.

Yoksa 34 insanı paramparça eden bombaları ve o emri verenleri değil, kaçakçı denen çocukların kazandığı paranın hesabını utanmadan, hiçbir duygu hissetmeden, katır- eşek metaforu ile kendini “adam” yerine koyarak yazanları, tabi bir de onu alkışlayan binlerin “yaşa” seslerini duyarsınız.

“Yaşaaa” ne kadar tanıdık değil mi Millet?

akincanolgun@gmail.com

8 Ocak 2014 Çarşamba

İzmir’de ‘Yaşamın Hipnozunu Bozmak’

Geçen hafta İzmir’de Ege Üniversitesi Psikiyatri Profesörü Erhan Bayraktar ve Klinik Psikolog Zeynep Özmeydan ile birlikte ‘Yaşamın Hipnozunu Bozmak’ adlı ortak bir seminer yaptık.Dinleyenlerin katılımı ile birlikte çok verimli bir çalışma oldu.İnsanların aslında hipnoz olmaya değil hipnozlarını bozmaya ihtiyacı olduğunu anlattık.Ben özellikle uygulama yönüm ile oradaydım ve katılımcılarla bir çok deneyim yaşadık. Program sonrası çok güzel geri dönüşler aldık. Bundan böyle her ay İzmir’e seminer için geleceğim.

6 Ocak 2014 Pazartesi

St. James's Park ve Sincaplar

Geçenlerde bu yeşilliğin ortasına düştü yolum. Yanımda fotoğraf makinem yoktu, bu nedenle cep telefonuyla çekilmiş fotoğraflar gösterebiliyorum sadece size. Görüntü kalitesi pek de şahane olmayan bu fotoğraflar bile mekanın güzelliğine gölge düşüremez bence.Her ne kadar bahçe düzenlemesi, peyzaj gibi konular epey ilgimi çekse de pek bilgim yok. Yine de artık Londra'daki her parkın farklı bir düzeni, hatta karakteri olduğunu anlayabiliyorum. St. James's Park, Londra'da bulunan 8 büyük park arasında en eskisi. Her sene 5.5 milyon kişi bu parkta dolaşıyor. Elbette Avrupa'nın en popüler parkları arasında.Bu yer benim gezip gördüğüm ve en sevdiğim parklardan biri oldu. Düzenlemesi biraz dağınık, bu nedenle daha doğal. En üstteki fotoğrafta da gördüğünüz üzere içerisinde minik minik göletler bile var. Bu göletlerden birinin üstüne kurulmuş köprüden görülen London Eye ise manzarayı mükemmel kılıyor.Parkta çoğunlukla pek yaşlı çınar ağaçları var. Gövdeleri o kadar kocaman ki, kökleri tüm Londra'nın altını dolanıyordur diye düşündüm ben. Sincaplar ise benim favorim oldu. O kadar evcilleşmişler ki, parkın ziyaretçilerinin peşini bırakmıyorlar, eğer ellerinde yiyecek varsa tabii. Bizim yanımızda verebileceğimiz herhangi bir şey olmadığından pek yüz vermediler. İnternette okuduğuma göre tilki de yaşıyormuş parkta ama biz denk gelmedik. Tahminen geceleri ortalarda dolanıyorlar. Parkın en ünlü ev sahipleri ise yeşil başlı ördekler. Bildiğiniz üzere Londra'da hava hep kapalı, yağmurlu. Hatta garip bir şekilde bulutlar sanki yer yüzüne daha yakın gibi, ya da bana öyle geliyor artık. Bahar geldiğinde bu parklar daha da güzel olacak tahminen, merakla bekliyorum!

Misak Tunçboyacı / Normal

 

Normalin her ne olduğuna dair tespit tahayyül vurgu ve sair çıkarsamanın bile isteye handiyse olağanmış gibi tam tersinin olumlandığı öncelendiği bir sathı mahaldeyiz. Her çıkarımda bir öncesinde yaşadığımız kırılganlıkların daha da derinleştirmesine müsaade olunanların eyledikleriyle yüz yüzeyiz. Ortaya çıkan tespitlerin bir dolu defoya haiz olan görüntüsünün tastamam düzgün olduğuna dair çıkarsamalara da ev sahipliği yapılan, bundan hiçbir surette kaçınılmayan bir neticesiz döngünün bağrındayız. Yalnızlaştırılan, izole edildikçe bihaber konulan benliği ve düşünselliği bir kenarda tutarak mekanikleştirilen bir algının sürdürüle geldiği, anormalin normalleştirildiği bir yerdeyiz. Yekpare tek tipleştirilen ve ilaveten hiçbir itirazı kaile almayan varsa yoksa kendi bildiğini dayatan bir sistem, sahiplerinin ellerinde normal bugünlerin yoksunluğu haline dönüştürülmekte paldır küldür alelacele. Bir sorgunun yahut ta sorulması muhtemel olan şeylerin önünün alınabilmesi için durmaksızın yinelenen, başı kaçırıldığından artık eskisinden daha da yoğun yalanlara başvurulan ülkede hayatı ikame ediyoruz. Zorunluluklar, bunlara da daha fenalarına da elbette dayanacaklar bahsi etrafında erkin kendi bildiğini yinelediği, her defasında başka bir okumayı, başka bir görüşü zikretmek, işitmek veya anlamak bir yana tastamam dışladığı bir mefhum bugünlerimizin şeklini ve şemalını dönüştürmekte. Normal olanın ters yüz edildiği, ters yüz olan o sathı mahalde bu kısacık cümlelerin bahsinde geçmekte olanların apaçık belirgin kılındığı, zorunluluk hallerinde yeni ülkenin harcının karıldığı ve hemen her şeyin bir sınava dönüştürüldüğü bir yerdeyiz.

 

 

 

Körlüğün karanlığın kasvetin bir aradalığında daha fenasını eyleyebilmek için bekleyeduran aklın tezahürleri birbiri ardına irinler üretmeye devam ediyor. Her şeyin tam ve eksiksiz bir biçimde o rutin olarak değerlendirilen sınırlandırılmışlık çerçevesinde yenilip, yutulacağı, unutturulacağı bahse konu edilirken son kez değil yine yeni yeniden muktedirin dayatımı / tahakkümü kendini ele veriyor. Yaşamın dönüştürülmesi bu yerde, bu ülkede konuşabilmeyi, söz ve yazıya sahip çıkabilmeyi, akla mukayyet olmayı değil basbayağı tımarhaneden beter bir yaşamı ikame ettirmeyi söz konusu ediyor. Normaller bir biçimde sahanın dışına itilirken, bu kadarı da olmaz denilen şeyler olağan yeni normumuz, normatif gerçekliğimiz haline dönüştürülüyor. Ortalıkların ortaklıklardan, akçeli işlerden, yardım görünümlü silah sevkıyatlarından, kendileri içeride fikirleri iktidarda sözüm ona mahpus- devlet aklını onayan takipçilerinin izleğine paralel bir ülke bina olunuyor. Her olumsuzlamada bir paralel devlet bahsi atılıp tutulurken, her ifşaatta bir başka yerde vurgu kesinti için zikredilirken asıl büyük yara bu bahiste meydana geliyor. Devlet sözüm ona dönüşürken kendi eski kabuğundan kurtulduğu her an ama her an zikredilirken bildiğimiz / erdiğimiz o kabuğun çok daha sertleştirildiğidir. Eskisinden de korunaklı hale dönüştürüldüğü bir biyopolitik sahayı çağrıştırmaktadır. Hepimiz denek bellenirken, bizli sizli değil alayımızı kapsayan, dönüştüren, ezen ve normallerden uzaklaştıran düşünmekten illa ki alıkoyan, sorgulamaktan çekinir kılan bir korku silueti ortaya çıkartılmaktadır el birliğiyle. Yeni (T)ürkiye.

 

 

 

Basitçe değersizleştirilerek bahse konu edilmesi teferruat ya da zül addedilen her ne varsa bugünün ülkesinde bu yeni yılın ilk günlerinde bütünlüklü bir dönüşüm gerçeğe evirilmektedir. Yanlışlardan doğru üretilmesinin, her yanlışın bir başka yanlış ya da yalandan medet umularak aşılabileceği inat ve ısrarının paralelinde bugünlerimiz dünden daha da fena kılınmaktadır. Dünde kaldığını sandığımız gerçekliğimizin diplerinde yer alan can kırıkları artık yüreği kanatırken aklı da yerle yeksan etmektedir. Korunaksızlaştırıldıkça, dımdızlak ortalarda bırakıldıkça sade vatandaşın hali tarumar, işin aslı bu cümlede saklıdır. Kendi bildiğinden zerrece şaşmayan akıl her defasında feda / diyet / bedel diye zikrederken, millet millet diyerek ortalığı gerim gerim gererken, ayrıştırmayı olağan kılarken, herkesi etiketlerken, alayımızı yaftalarken, münferit diye bildirilenlerin altında yeni bit yeniklerini çoğaltırken her an ama her an bu unuttuğumuz mesellerden birisi olan normal hal yerle yeksan edilmektedir. Nasıl olmasın ki, yaşamayı birbirinden ısrarla korkarak sürdürmeyi amaç edinen, başkasının değil canının ciğerinin acısını duyumsamanı, önemsemeni bile hakir gören bir zihniyet toplamı karşımızda yükseltilirken aralıksız zikredilirken normal sıranın en dışına itilmektedir. Müesses nizam doğrularının sabık aklın eylediği hakirliği, hakaretamizliği, baskıların olağan neticelerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. Oysa yaşadığımız hal bu perişanlık bambaşka şeylerin izleri ile karşılaşmamızı kolaylaştırmaktadır. Her nerede yaşadığımızın özetlenişi o bir kaç cümlede sıkıştırılıp bırakılan, gerektiğinde ucu çoktan açık tutulan tehditlerin menzilinde şekillendirilmektedir bir kez daha.

 

 

 

Bir yardım bahsinde, onca bilgi ortaya çıktıktan sonra tastamam insani yardım o tırın yükü lafazanlığının yinelenmesinde saklı tutulan gizli öznedir. Silahlardan medet umulan, silahların kimlerin eline her neden yollandığının saklı tutulduğu, sorgu ve sual etmenin alenen olmasa bile sanal agoranın dışında pek de işitilmediğinin bilindiğinden resmen dökülüveren eski aklın yeni takipçilerinin söz, tespit ve tutturdukları belagatli söylemlerde tehdide dönüştüğü gün yüzü bulmaktadır. Başbakanlık müşaviri olan şahsın “-Devlet geleneğimizin kendini korumak için geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması”, bir muhabirin “Zaman zaman yaşanan faili meçhuller o ülkeye huzur getirir. Bu kadar konuşan olmaz. Ortalık zevzekle doldu”. Cümleleri sadece örneklerden ikisidir. Tüm sözler ortaya çıkan pejmürdeliğin, afakî üstünden atlanıp geçilebilir bir meselmiş gibi yıllardır çektirilmeye sebep olunan o savaş halinin devamlılığı için nasıl bir kazanımsa kan dökülmesinin hala ala sayılıp, ehven kılınabildiğini okumaya yol veren birer ibret vesikası olarak değerlendirilebilir.

 

 

 

Yıllardır süre giden sivilleştikçe daha iyi ülke, yaşatan bir yere erişileceğinin duyumsatıldığı, yüzleşmek için zamane şartlarının değil, iradenin ortaya konulacağının bildirildiği bir yerde aklın tutukluğudur bir kez daha karşılaştığımız. Gizlisi saklısı olmadan devlet aklının bütün rutinlerden üstün, her türlü ezberden aşina olunan kaygıları tüm dizginleri elde tutabilmek, kaybettiği itibarını(!) geri kazanabilmek tahakkümünü koruyabilmek için eyleyebileceklerinin bir başka örneğidir. Yerle bir edilen aklın karşısında cismanileştirilen devletin yüceltilmesi ve bir kez daha kutsallaştırılmasıdır.

 

 

 

Ezberden okunan sonradan düzeltilmeye gayret edilen ama her defasında aynı sonuca götüren, normali tahrif eden bir algının standart olarak bildirilmesinden gayrisi değildir şu bir kaç ayda ve günde karşılaştıklarımız. Dahası karşılaşacağımız pek çok yeni vakıada tastamam eksiksiz bir devlet zihni yine kendi diktesini dayatmayı sürdürecek sıradan bir rutin olarak anlatmaya devam edecektir bugünkü gibi heyulaları. Yerseniz. Aynı gün içerisinde küçük tefek bir kaç detay dışında, kısaltılmış bir bahisten ötesi hiç vurgulanmayan bir haber düşer ekranlarımıza. “Roboski katliamının yapıldığı bölgede askerler tarafından yol çalışması başlandığı belirtildi. Güvenlik yolu olarak bilinen yapım çalışmasına tepki gösteren Roboski’li gençlerin üzerine askerler tarafından ateş açıldı.” Yol / Duvar yapımının çekincesiz sürekliliğine karşı süreç içinde belki de en anlamlı dışavurumlardan birisidir. Halkların arasına kurulmak istenen yol ve duvarlara karşı bir çığlık silahla / tehditle yanıt bulur. Bütün bu sirayet edip duran her defasında hadsizlik, arsızlık diye belletilmeye çalışılan aslında tuzun kokmuşluğunu, devletin gerçek yüzünü bir kez daha ortaya çıkartan bir hal bir kez daha önümüze serilmektedir.

 

 

 

Üzerinden ancak saatler geçtikten sonra (onaylar alındıktan sonra ) haber edilebilen bir kıyamdan, saatler geçtikten sonra yardım malzemesi taşındığı bildirilen (onaylamalar bir kez daha ana akım haber merkezlerinin iradesini ele geçirir) tıra kadar kocaman dipsiz bir kara delik normalimiz diye sunuluyor. Güvencesini, bekasını ancak had bildirip, göz korkutarak, kandan medet umup, her yerde ol bahisten bir kıyam için daha ön ayak olmaya çalışan bir mekanizma, bir süreklilik daha arz olunur. Gilles Deleuze’ün cümleleri ile bağlantılarsak  “Bir Devlet aygıtı, toplumu üst kodlama makinesini gerçekleştiren somut bir düzenlemedir (…) Bu makine, bu nedenle Devletin kendisi değildir, bu makine, baskın ifadeleri örgütleyen ve yerleşik düzeni kuran, baskın dilleri ve bilgiyi, yerleşik değerlere uyan eylemleri ve duyguları, diğerlerine baskın çıkan parçaları örgütleyen soyut bir makinedir.” Şimdi yüksek sesle sormak lazım gelendir; Normal midir bütün bu yaşadığımız? Yüzde doksan dokuzun (dinsel yüzde değildir.)üzerinde kurulmaya çalışılan bu yüzde birin tahakküm / tehdit / tenkit / tecrit / tehcir vb. bil cümlesi artık çok değil midir? Fazla değil midir? Ezcümlesi doksanlı yılların trajik / fecaatinin tıpkısına teşne bir tekrar çabası şimdi layığımız mıdır?