31 Mart 2014 Pazartesi
Siz kimi oynuyorsunuz?
29 Mart 2014 Cumartesi
Misak Tunçboyacı/Altında imzası devlet olan bir uyarı…
Eksik gediğin çok olduğu, her şeyin açık seçik talana terk edildiği, riya ile terbiye edildiği, hızar gibi hakaretlerin havalarda uçuştuğu hedefin çarkıfelek gibi durmaksızın değiştiği bir yer burası. Sorumluların sorumluluklarını pek kaile almadan, günlerini gün ettikleri bir yer burası. İşitmek bir yana sessizliği daha da yaygınlaştırabilmek için neredeyse otuz iki kısım tekmili birden muktedirin seferber olduğu bir menzilin ta kendisi burası. Öylesine kesin, öylesine keskin bir ayrıştırma rutini içerisinde buluyor ki akıl verenler, yönlendirenler geriye zift karasını çağrıştıran bir menzil kalıyor hepimizin hanesine. Aşina, tanıdık olanın tahakkümün koca bir karanlığı artık daha da fazla belirginleştirdiği, resmen ayrıştırmazımız kıldığı bir zamandan geçiyoruz. Önümüz ve arkamız, sağımız ve solumuz her baktığımız ve her gördüğümüz yerde tahakküm kendini belli ediyor açıkça. Eski usul sinsice, usulca değil artık gümbür gümbür göstere göstere birbirine lehimlenen hınç, linç, yağma sacayaklarıyla yek vücut tahakküm keskinleştiriliyor. Kesintisizleştirilen hak gasplarıyla dünden yarına bugün üzerine konulanlarla artıyor tahakküm. Zulüm ile abadı olunmaz derken zalimlik sıradanlaştırılıyor. Her gün fark ettiğimiz istikbalimiz, eğilmez, yenilmez olanın bu kaskatı kop koyusunun ayrışmaz milli mutabakat olduğu gün yüzü buluyor. Dert az değil, dert bir değil, binlerceyken üzerine eklenen sıfır sorunlu politik tahayyül sırf soruna eviriliyor. Tahakküm bendini yıkıp da ilerlemeye devam ederken olan biten sıradana oluyor. Her şeyi gören ve bilenin siyaset lügatinde ağza sakız edilmiş olanın doğruluğun tek belki de yegane sahibi, otokontrol mekanizmasının üzerini çizerek, bilerek isteyerek, her yer tahakkümün doymak bilmeyen oburluğuna kurban ettiriyor. Korkusu en azından çekincesi olduğu hep dillendirilirken o gözetenin, bakışlarından kaçabilirmiş gibi yeni felaketlere yol ve zemin oluşturuluyor. Gözler perdeli, kulaklar sağır, zihin çoktandır rehin tutuluyor. Durmaksızın süre giden bir karabasan döngü nihayetinde bugün gerçek kılınıyor. Politik dille tavır, hepsi ve her şey bunun teminatı için olduğu artık aleniyete kavuşuyor.
Süregiden heyula bir sandık ile kararın alınacağı netleştirileceği bir sınava çoktan dönüşmüştür. Sığdırılan, sıkış tıkış şehirlerin geleceği başta olmak üzere her şeyin muallâk, muamma konulduğu bir yerde süreç tıkır tıkır işlemektedir. Süreç dediğimiz bu düzenin devamlılığı için daha büyük zorbalıkların modernlik, yeni takısıyla beraber anıldığı yaralardır bir eksik bir fazla cümle budur. Gördüğümüz ile yaşadığımız, söylenenler ile gerçeklik kendi içlerinde çarpışmaya devam ederken tahakküm bulduğu her boşluktan istifade ederek hem dünü, hem günü, hem de yarını alaşağı etmektedir. Bildiğimizi sandığımız sözcükler ile çokluk üzerine bahisler açmak ikinci bir emre kadar çizginin dışına ötelenmiştir. Tek adamın dilinden dökülenlere göre hayatta ya varız yahut da yokuzdur, yok sayılanlardanız. Bildiğini okumaktan kaçınmayan bir erkân için elinde ekmek almaya gidiyordu sanki ile başlayıp kadın mı kız mıdır bilmemlere uzanan bir nefret sarmalıdır ol tahakküm dizininin elebaşının sözleri. Bugünün ülkesi masalların değil hakkaniyeti bir biçimde bölük pörçük eyleyebilmiş olanın sınırlandırdığı bir kâbusun ta kendisidir. Hiçbir şeye açıklık getirilmezken her şey ortalıkta yani açıkmış gibi sözcükler bütün bu kepazeliğin devamlılığı için kaldığı yerden sündürülmeye devam etmektedir. Böyledir müesses nizam için bu ülkenin şimdisi. Tıkır tıkır işleyen, devlet aklının kendini aklama konusunda ataleti ve hantallığı çoktan tarumar ettiğidir. Hızlandırılmış olan salt akla değil hayata kastediyor behemehal. Dünün tutarsızlıklarına el verip medet umup yeni biçarelikler kotarılıyor. Korku bugün öylesine derinden ve sık yineleniyor ki akla kazınıyor. Ya o ya bu seçeneksizliği asıl dertleri değil konuşmayı, cümlesini bile kuramamayı gerçek kılıyor.
Öfkenin satın alındığı, kimin ne olduğunun ilanının, akıbetinin her ne olacağının hedef göstermelerle şekillendirildiği, sözün tam karşılığı ucube bir süreçtir şu içinde cinnete ramak kalan yaşadığımız. Nefreti körükleyen, harını yükselten ve yeni hedefler gösteren, işaretleyen, dışlayan bir akıl silsilesidir bahsettiğimiz. Akıl tutulmasından siyaset devşirilmesidir netice itibariyle. Ezberlenmiş olan sözlerle beraber her şeyi birbirine kırdırabildikten sonra hala kuyruğun dik olabileceğinin yumurtlanabildiği bir sahnedir. Soy kodu uygulamasının ardından çıka gelen düzenlemeler ile bu tertibatın fişlemenin süreklileştirilmesidir. Bir pazar günü Kazlıçeşme’deki Rum, Agia Paraskevi Ayazması’na saldırıya dönüşmesidir. Sözüm ona münferittir, saldıranlar kolektiftir ve hazır o gün de oralarda bulunanlara ihale kesilebilir onlara atfedilebilir diye bildik provokasyonun tekrarlanmasıdır işte bahsettiğimiz. Newroz kutlamasında halkların kardeşliğine bizatihi en kuvvetli vurgunun yinelendiği bir yerden ayrılan bir güruhun saldırdıklarına inanmamız yinelenmektedir. Oysa hakikat bile isyan etmekte, bu kadarına da pes artık demektedir. Yok sayılan zümrelerin, orada bulunan insanların zaten başlarından eksik olmayan hıncı başkaları için reva bulacaklarını düşünmenin kendisi abesken, bunu devlet aklıyla yutturabileceklerini sananların varlığıdır canlı provokasyonun taa kendisi. Devletin teşviki ile Vakıflı Köyü’nün akrabası, karşı köşesi olan Kessab’da saldırıya dönüşmesidir. Eli kanlıların beslendikleri ve destek buldukları bir yerden karşıya, Suriye’ye geçmeleri, bir yerde gözetim altında bulunan, savaşın her yanı kapsadığı bir ülkede belki en sakin olan sığınaklardan birisi olan bir kent bir günde yağma edilir. Binlerce insan yerlerinden yurtlarından edilir, kiliseler tıpkı ayazma baskınındaki gibi dini motiflerin tahrip edildiği, kutsal olarak değer bulmuş her şeye karşı bir hakaretin, iki tahrifatın gerçekleştirildiği bir başka kıyıma sahne olur. Yüz yıl aradan sonra korkulan, bu topraklarda hissetmiş oldukları buraya ait değilsiniz sözünün yinelenmesinin hazin izdüşümü, tekrar gösterimidir karşılaştığımız. El koyma ve yıkım bir kez daha cismanileşendir.
Bir başka tape dökümünde devletin dışişleri mensuplarının milli istihbaratçılarının sahne gerisinden nasıl oyun kurmaya çalıştıklarını, pardon onun adı oyun değil adı ve sanıyla kıyam için kılıf aradıklarının dökümü karşımıza çıkmaktadır. Öyledir, böyledir büyük ihtimalle dinlemeler suçtur. Çağımız dâhilinde ihanet ya da hainlik dolayımlarında pek çok şey atfedilebilir. Gel gelelim elenmiş, didik didik edilmiş olan kayıtlardan sadece ortaya salınan bir kısmında bile bu kadar açık ve seçik bir biçimde hedefin insanlık olduğu kendini göstermektedir. Eee nereye kadar bu zulüm diye inatla sorgulanansıdır. Bu mudur büyük devlet dediğimiz, yeni Türkiye diye böbürlenip durulan. Sıfır sorun politikasından sırf sorun politik iklimi içerisine yatay geçişin bunca hızlandırılmışlığı da mı esef vermemektedir. Sadece Ermenilere ait değil Alevilere, Süryani, Türkmenlerin de yaşadıkları bir kente karşı basbayağı hıncın kıyama dönüşmesine ramak kalmasının hesabı ne olacaktır. Sınırın dışı böyleyken sınırın bu tarafında da Başbakan’ın dilinde hedef tahtasına her gün birilerinin konulduğu bu menzilde Barış’ın bugün adının giderek daha silik anılıp, konuşulduğu bir ülkeye meyil etmemiz düşündürücü değil midir? “Kardeşlerim Barış ve Demokrasi Partisi’nin derdi başka. Adlarındaki barışa bakmayın, bunların barışla alakası yok. Demokrasiye bakmayın demokrasi ile alakaları yok. Bakıyorsunuz 15-16 yaşındaki çocukları dağlara çıkarıyorlar. Bizim dağlarda ne işimiz var.” cümleleriyle bunu bir kere daha fark etmek, asıl vahametin nerelerde, nasıl kotarıldığı görebilmek bu kadar zor mudur? Otuz beş yıla yaklaşan bir türlü çıkış yolu bulunamayan sorunun ulaştığı, çözüm sürecinin de başlı başına yok edilmesi gayretinin, diğer adıyla barış sürecinin bir kez daha nihayetlenmesi kime ne fayda getirecektir? Genç, yoksulları bedenleri toprağa düşürecek olan savaş çağrısının, hedef göstermekten bir adım öte, barışa dair özleme kulağı kapalı tutmanın hazanlığı, kötülüğünü ne yana koymalıyız nasıl okumalıyız? Daha geçtiğimiz salı günü Silvan’da düzenlenen Barış ve Demokrasi Partisi’nin mitinginin ardından polis saldırısı sonucu 10 (yazıyla on) yaşındaki Mehmet Ezer’in başına isabet eden gaz fişeği ile bir kez daha yüreğimiz ağzımıza gelmişken üstelik. Bir başka Berkin’i kaybetmeye ramak kalmışken, yakacak ağıtımız kalmamışken bunca kolay dile dolanıp, sille tokat girişilebilen bir çağrının karşılığı bir kez daha silah olursa geleceğimiz hepten kaybedecektir, farkında mıyız, önemser miyiz?
İçerisi dışarısı fark etmeden hemen her günün başka bir zulmün davet edildiği bir tragedyaya ulaşmış olması bundan sonrası için de karanlığın daimi olacağını ihbar ederken biz halklar olarak sesimizi gerçekten birleştirebilecek miyiz? Seçim diye bir sürecin, sandık diye bir makamın adı demokrasi olanın zikredilip durulduğu bu yerde bütün bunların artık aleni bir biçimde detaya dönüştüğü, esas önemsenenin çok daha fena şeyler olduğu gün yüzü bulmuşken ciddi ciddi ne yapmalıyız? Siyasetsizler, ana akımın göstermediklerine haiz olanlar, yasakları delenler, söz hakkının peşinde koşanlar, kimisi partili kimisi sempatizanlar, flamalılar, öngörülüler, vicdan sahipleri, Cumartesi Anneleri, Beyaz Yemenililer, savaşın çocukları, yetimler hepsi bir arada hepimiz aynı gemide ne yöne koşturulduğumuzu, nasıl bir hazanın kıyısına itildiğimizi fark edebilecek miyiz? Müştereklerimiz hayatı bu başkalarının, bugünün siyaset erkânının çemkirip, sündürüp, üzerinde tepinebileceği bir makamdan çok daha aleniyette önemli, hakikat sahibi ve nesnel ve gerçek bir meseledir. Yaşayabileceksek yinelemekten kaçınmadığımız, kimisi teferruat olarak değerlendirilenlerin aslında güvercin tedirginliğinin hepimizin kapısını yokladığının özetlenişidir. Altında imzası devlet olan bir uyarı… Farkında mıyız?
Fotoğraf: Güvercin ve Özgürlük – Ozan Ozan via Flickr
27 Mart 2014 Perşembe
Murat Duran / Sevincin böylesi pasif bir direniş midir?
Zor durumdan kurtaran, cüzdanın en olmadık yerinden çıkan para- ev sahibinizin duvar titizliği karşısında rast gele sahip olduğunuz şahane bir tablonun nereye asılacağı konusunda düşünürken rast gele duvarda rastladığınız bir çivi deliği- önemli bir halı saha maçı için arkadaşta fazla bulunan uygun numara granpon- çakmaktaki gazın bittiği düşünülürken ağızlığının çıkarmasıyla yaktığınız son sigaranın ilk yudum keyfinde alt edilebileceğinizi düşündüğünüz aksiliklerle başa çıkma hissiyatı- bit pazarında karşılaştığınız koleksiyonunuzun son ürünü- metrobüste yer vermek için uygun gördüğünüz kişinin henüz gelmemiş olması- kuyruk olmadan herhangi bir fatura ödeme- melike’nizin tripsiz balıkları kavurması- karnınızı doyurmak için değil martıları doyurmak için alabildiğiniz simit- simidi martılara atarken vicdanınızın sızlamayacağı kadar ekmeğin simitten daha pahalı olması- son paranızı yatırdığınız idaa kuponunun gelmesi- şampiyonluğa beraberlik bile yetiyorken tuttuğunuz takımın rakibini yenmesi- dili sürçerek yanlışlıkla doğru söyleyen siyasetçinin tekini son anda değiştirmekten vazgeçtiğiniz kanalda izlemek- zamanında biten tüp- omlet için kırdığınız yumurtanın çift sarılı çıkması- dökülen saçlarınız için aldığınız şampuanın işe yarıyor olduğunu görmek- ıslanmaktan korktuğunuz yağmurun tam eve yetişince bastırması- ve yüzünüz kızarmadan biraz önce kaçtığınız yağmurun toprakla temasını koklamak için dışarı çıkmanız- siz yolda yürürken hala uzaktayken çalınan korna sesi- kırkbeş yaşından sonra huzur evinde bulunan iş- çektiğinizde hırsla çoğalmayan saçınızın beyaz teli- çoraplarınızın kokmadığını gururla söylediğiniz bir dost muhabbeti- dürümle eş zamanlı biten ayran- psikolojik sorunuzu bilemeyen bir psikolog veya tek seansta halledilebileceğini söylemesi- kibar bir yunus polisi ile dövüşmeden halettiğiniz bir mevzu- nakil için zamanında bulunan ilik- “evet evet” demeyi kendisine yasaklayan bir radyo sunucusuyla karşılaşmanız- sevdiğiniz programın bitiş jeneriğinde elektriklerin kesilmesi- vidoyu açabilecek uygun alternatif program- sabah uyandığınızda güzel rüyanızı ayrıntılarıyla hatırlamanız- kahvaltı sonrasında bittiğini sandığınız dünkü sigara paketinizde köşeye sıkışmış sigarayı tesadüfen bulmanız- dişleri çarpık olmasına rağmen ağzını yamultmadan cesurca gülebilen bir kadınla tanışmanız- Cuma akşamları- uyandıktan sonra gerçekliğinizden memnun kaldığınız kötü rüyalar- mecburen oynamak zorunda kaldığınız uzun eşek oyununda şansa en sağlam pantolonunuzu giymiş olmanız- açlıktan kıvranırken çalınan kapıda elinde yemek kasesiyle gülümseyen komşu- dalgalı altın fiyatlarına karşın “bana ne altınım mı var” diyebilmek- odaya gizlice girmiş güvercinin aniden “pırrrr” demeyip önce tatlı tatlı ötmesi- trafik memurunun bu kez sizi görmezden gelmesi- acil bir durumdayken kırmızı ışığa tam dururken aniden yeşilin yanması- bir öğrencinin dibi tutmayan bir tencereye sahip olması- şemsiyeniz varken yağmurun yan yan değil de dik yağması- simitlerin saraylarda yenilmediğini gördüğünüz bir şehre taşınmak- tek bavula sığan elbiseler… velhasıl bunlar başımıza her an gelebilecek sürpriz tatlı küçük mutluluklar ve elbette sevinmek ve şanlı hissetmek kendini “normal”
. Lakin,
Karşılaşılması normal ve beklenen olan bu örneklere maalesef ülkemizde karşılaşması normal ve beklenilen olmayan şeyler ekleniyor. Bunları da yaşandığımız için seviniyoruz, şükür ediyoruz. Bir ara nasıl bu hale gelmişiz işte…
Ekmek almaya yollanan çocuğun sağ salim eve dönebilmesi- “orada ne işi vardı?” diyen zihniyetin artık büyük bir kitle tarafından kınanabilmesi- polislerce komaya düşürülen 10 yaşındaki çocukların iyileşmesi- muhtemel bir Pazar sabahı yoğun biber gazı etkisinde kalacak olan gözler için unutulmayıp çantaya atılan iki parça limon- saçı ve sakalı için bugün de GBT sorgusundan yırtmak- zafer işaretinin suç sayılmadığı yasanın muhtemel onayı- cumhurbaşkanın bu kez onaylamadığı herhangi bir yasa(ne olduğu önemli değil)- insanca bir yaşam talep etmenin düşünce özgürlüğü kapsamına muhtemel girecek olması- her yerde “sosyal devlet” diye bas bas bağırıp dağıtılan birkaç torba ucuz kömür- kafaya değil de sırta alınan cop darbeleri- aylar sonra tamir edilen “koster”- yaşananlar yetmiyormuş gibi umulan ve merak edilen yeni tapeler – Yol yapacağım, okul yapacağım, tıraşlı kalem, keskin açacak, donsuza don, donluya pijama dağıtacağım diyene, falanı işe alıp filanı kovacağım diyene- Dersim’de, kurt değil kürt olduğunu haykıran genel başkana- Rahşanlı ecevite- Naim’siz bir partiye vs…ayılana gazoz bayılana limon bulduğumuza sevinir gibi seviniyoruz.
Neredeyse kurşuna dizilmeyip müebbette çarptırıldığımız için sevinecek duruma geldik. Tüm bunlar yaşanırken yine de aklıma iki seçenek geliyor. Bunlar ya duyarsızlığın son demlerinde yaşananlara biraz olsun vicdanımızı tepretebilmek ama yine de toplumsal reaksiyonun uyuştuğu zamanlar ya da tüm bu küçük sevinçlerin pasif bir direniş olduğu gerçeği…
Murat Duran
25 Mart 2014 Salı
Misak Tunçboyacı/ Vesikalar, Suretler, Sözcükler… Bir Soru: Yaşayacak Mıyız?
“Ne olduğunuz, sizi oluşturan sayısız öğeyi, bu öğelerin kendi içlerindeki güçlü iletişimlerine bağlayan etkinlikten çıkar… Yaşam hiçbir zaman tek bir noktada bulunmaz: Hızla bir noktadan öbürüne geçer.” (Georges Bataille)
Vesikalar biriktiriyoruz. Heyula öylesine hızlı öylesine aralıksız bir biçimde sürüp gidiyor, geçip gidiyor ki söze karşılık bulamadığımızı, tatava yapmayın denilenleri ancak ve ancak biriktirebiliyoruz gün be gün an be an. Karanlığın hangi ellerde nasıl yükseltildiğini idrak ettiğimizden bu yana delirmemek adına çoğaltıyoruz vesikaları. Kimisinde utancı, kimisinde yası, kimisinde kederi kimisinde haksızlıkları ama hepsinde ve hepsi ile apayrı bir adaletsizliği sabitliyoruz. Bilmemiz gerekenlerden haberdar olabildiklerimizi o vesikalarla istifliyoruz. Zamandan mekândan bağımsız, ilaveten sözlerden uzak, bir keskin ayrıştırıcı olan; ama ve fakatlardan arınmış düpedüz arda kalanın özeti esas derdi ancak vesikalarla sırtlayabiliyoruz. Okuyoruz duyuyoruz ve görüyoruz basıyoruz beğen ya da beğenme tuşlarına hep bir biçimde yokluyoruz. Vesikalar boylu boyunca dizilirken unuttuklarımızın ne kadar çok olduğunu fark ediyoruz. Gümbürtü, heyula deyip durduğumuz şeyin nasıl kör karanlık olduğunu nihayetinde anlıyoruz. Ya ağlıyoruz ya öfkeleniyoruz ya da ikisi birden hiç ara vermeden doğrucu davut! olduğunu ilan edip duran devletlunun kara propagandası karşısında hiçbir şans yok denilirken işte o kalbimizin üzerine taşıdığımız vesikalara sığınıyoruz. O vesikalar ile birlikte hayatın her ne hallere konulduğunu anlamaya çalışıyoruz. Hala anlaşılmayan yanları da varmış diye şaşkınlığımız bundandır az biraz da. Salak yerine konuluşumuz, gün aşırı hedef tahtasına konulmaları, birbiri ardına laf ebelikleriyle dolduruşa getirilen duyar! sahibi münferit kitlelerin göremediği, görmek istemediğini o vesikalar ile kurduğumuz sessiz bağlarda arşınlıyoruz. Onlar hayatı gasp ederken, yağmalamak için fırsat kollarken, dört dönerken her yerde biz sadece hayatlarımızdan çaldıklarının hesabının, akıbetinin peşinde ilerliyoruz. Birileri aranırken durmaksızın ‘alo fatih’ hatlarından işin doğrusu sandığınız gibi değil diye yinelerken, aralıksız ezberden konuşurken muktedir, kimilerinin görmediği vesikalar ile hayatın şimdisinde ayakta kalmaya çalışıyoruz. Bundan sonrası ne olacak bahsi hep canlı. Doğrunun, eğilip bükülebilir bir mesele haline dönüştürülmesinin karşıtlığın halka dair, ona ait olan her şeyde alenileştiği bunca uluorta sergilendiği bir yerde oyunu, trajediyi, vahameti her dakika, he an daha kolay anlıyoruz. Kumpasların ve tezgâhların sınırlarında al gülüm ver gülümlerin çok daha büyük baskılar için ‘sebep’ olarak bellendiği bu yerde zalimliğin nasıl kotarıldığını, neden hangi isnatla ve bir o kadar da hevesle sahip çıkıldığını anlamaya çalışıyoruz.
Vesikalar, donuk kareler, sabitlenmiş anlar sepyalaşmış belki az biraz silik ama kaybolmayan ve bir dolu bakışın resmedildiği suretler pek çok sözcükten artık çok daha anlamlı geliyor. Evlerin tavan aralarında, sandıkların dibinde, bir yerlerde saklı duran insana dair olanlarla yeniden buluşmaya çabalanıyoruz. Her şey bir sicim koca bir mızrap gibi tam da böğrümüze saplanırken, hayat esasında ne demekmiş iktidardan bağımsız onu arıyoruz daima. İktidar dediğimiz kurumsalın bütün bu hatıratı, kadraja sığdırılmış olanı nasıl olsa unutacaksınız tavrına karşı hiçte unutmadığımızı yineleyebilmeye çalışıyoruz. Her an ezber akıl, yok sayıp hakir görürken hayır buradayız işte derken buluyoruz sessizlik içerisinde. Hala dün olmuş gibi olup bitenleri hatırlamaya devam ediyoruz yediğimiz içtiğimiz kadar eminiz ve farkındayız diye sözlere dökülüyoruz. Vesikalar biriktiriyoruz, sol yanımız komple çocuk resimleri ağırlıkla on beşinden yukarıya doğru hiç büyümeyen, büyütülmelerine asla müsaade edilmeyen resimlerle donatılmış haldeyiz bu ahvalde. Hayır, ağlak bir edebiyat, romantize edilmiş bir söz değil tam aksine nasıl bir ülkede yaşadığımızı zihne kazıtan vesikalar, o sol yanımızda koca bir cenahı oluşturuyor. Her gün, bir başka zulme tanık yazıldığımız bu yerde sadece isimleri, bir kaçının cümleleri ya da kulak verdikleri bir kaç müzik kalıyor geriye elimize, belleğimize. Bir yanımız komple donatılırken vesikalarla toplumun yüzeyinden değil artık çok derininden kırılmalara yol verilmesin, ayrıştırmaları ve ahlaki savunuşu bir yana hoyratça devletlû ağzında yeni felaketlere çabalanışını görüyoruz artık. Her hamle mutlak doğru olarak zikredilenlerin nasıl büyük birer yanlış olduğunu serimliyor. Car car car miting meydanlarında amigolara yuhalatılan, ithamlar, yaftalamalar ve hakir görmelerin için illa onay beklenen ya bizdensiniz, ya da onlardansınız sınaması ve seçeneksizliği günü dar ediyor. Kolay olmayan yaşam büyük biraderlik sınavında birbirlerini alaşağı etmeye çalışanlar eliyle her gün daha bir zora koşuluyor. Biyopolitika sıradan olanın ruhunu siyasi denklik, güç kudret bulma ya da olma güncesinde heder ettirenin ta kendisi oluyor. Nevi şahsına münhasıran her şeyin olağan rutinde ilerleyen bir ülkede olmadığımız handiyse her şeyin ölçülüp biçildiği bir uzamda her şekilde yapılanların da kasten yıkım adına olduğunu göstere gelen bir güncelliktir karşılaştığımız. Sözün detay bildirilmesi, ezberlerin çokluğu bundandır hep. Düzayak bir ‘faşizm’ edimi kendiliğinden ortaya çıkmış olan değil, bir sonuç kabilinden bu ülkenin kucağına bırakılan bir ayrıştırıcının ta kendisidir. Kullanılan -elek- öylesine esnek ki herkesi o potaya dâhil etmek için hiçbir çıkarsama ve yaftadan kaçınılmıyor. Gel de yaşa! dediğimiz şey tam da bunun üzerinden yükselmektedir. Her şeyin üzerinde, üstünde kendini konumlandıran aklın fecaati, kıyamı bu bahisten başlamaktadır. Savunulan cümleleri, kurulan karşıtlıkları mazeretlerin hepsi bu iklimi kalıcı kılmak içindir. Statüko kendini yenilerken on iki yılda, ambalajın içi de içeriği de, geleceğe kastı da meydandadır artık. Hiçbir şey sonuçsuz, sonsuz kalmayacaktır denilirken her şeyin karanlığa emanetidir, rehin edilmesindeki aceleciliktir karşılaştığımız tablo budur.
Topyekun zıvanadan çıkan engellemeler, yasak hemşerimcilik bir ontolojik kanıt olarak ‘demosun’ nihai halinin çözümlemesini yapacaktır. Hedeflenen, ileriye doğru denilen, yıkılmazlığı zikredilip durulurken muktedirin, iktidar oyunlarının sahnesinde boğuntuya koydukları kepazelikleri konuşanların, dillendirenlerin, ortaya çıkan rezaletlerin boyutunun sıfırlanması, eksilere düşürülmesidir. Atfedilen şeylerin devletin şimdisine sahip olanın yapabildikleri olarak değerlendirmek mümkündür. İsmi geçtiğinde kutsala saygısızlık ediliyor mu edilmiyor mu bahsinin açılmasıdır mesele. Mesele, yasama yürütme ve yargı eksiksiz bir biçimde tek adama bağlanmasını talep etmenin normal karşılanması gayretidir. Her yer her şey, her yer çok fena bir şey olmuş, varmış, eksik kalan kısımları için de tamamen teyakkuza geçilmişken reklâmdaki gibi tahayyülün rehin edilmesi, istisnasız teslim olunması zikrolunmaktadır bayrak, şiir sözleri bir detaydır bu bahiste işte bu güncellikte. Eleştiri sınırının çok ama çok geriye düşürüldüğü, alarm zillerinin eskisinden de erken devreye sokulduğu bir uzamdır işte ustanın güncesindeki ülke. Tastamam hayallerini tanımlandıran ülke. Kolektif belleğe ve sorgulayan akıla, dahası ne oluyoruz bahsini aklında diri tutanlar için, onlara karşı mücadele sınırsızdır böyledir bu uzamda. Bugün gördüğümüz ülke vesikası oluşturulan suret milli mücadele, istiklal savaşı, kutsal addedilenin korunması, tek bayrak, tek dil ve tek devlet söylemi bütünüyle rezaletin dik alası olarak olan bitenleri unutturmak içindir. Elden ele alttan alta dolaşıma sokulan listeler, miting alanlarına çağrılan isimlerin yanlarında taşıdıkları bir sonraki torba soruşturmaya konu edilebilecek isimlerin çokluğudur mesele. Rant, yağma al takke ver külah soygun devam ederken, halkın hiçe sayılması, korku dağlarının yeniden yükseltilmesidir asıl gaile. Gün bunu gösterip aynalayandır. Zıvanadan çıkan devlet sahipliliği bu sefer tek adam üzerinden şekillendirilmektedir. Mütedeyyin olanın müesses nizamı gerçek bir yıkım için yapılabileceklerin, takınılacak tavır, ifşa ve yok etmelerin, bir dolu hak gaspının henüz çok ama çok başında olduğumuzu göstere gelmektedir. Kökünü kazıyacağız bahsinde rezilliğin, yağmanın, kıyamın değil, onu yapanlardan hesap sorulmasının değil bunun bahsedildiği sosyal medyanın engellenmesinden bu bahis açıkça okunabilir. Takibat ortaya çıkanların hesaplarını vermek adına değil bütünüyle her şeyi örtbas içindir. Yedi gün yirmi dört saat mitinglerden ve televizyon ile gazetelerden ve reklâm panolarından iktidara ait olan her mekanizma ile oluşturulup paylaşılan görüşler hep bunu sağlayabilmek içindir. Hemen hiçbir şeyi sorgulatmayıp yağma düzenini bu güncesini sıfır zayiatla atlatarak yola devam etmek içindir yapılan edilenler. Her şeyin, karabasan gibi bir döngü dâhilinde savunulup her savunma çabasında önüne milli takısı getirilen oysa halkın önemli bir kesiminin halen bilmediği bir biçimde işitmiş olsa da günaha girerim gibi! ara kurtarıcılarla kulaklarını kapalı tutmayı normal saydığı, bunca şeyden sonra halen böyle gördüğü bir yerde utançtır bu tablo. Efelenmeleriyle, toptancı yaftalamalarındaki kabadayılıklarıyla milletin hizmetkârlığı konusunda beyaz değiliz zenciyiz sözünü ön plana çıkartırken, her şeyi dış mihrakların kumpası olarak değerlendirirken “muktedir” olan bitenin, fecaatin karanlığı bunca engellemeye rağmen görülmektedir. Koşulsuz ve şartsız hesap vermek bahsi çoktan ötelenmiştir bu menzilde, işte bu ülkede. Doğrunun nasıl kolay eğilip büküldüğü, eğrinin nasıl düz belletilmeye çalışıldığı artık aleniyettedir. Her şeyi montaj bildirilirken erk eliyle işte bütün bu savunuşlar gerçeğin ta kendisi, erk eliyle ortaya dökülenlerin onanması ve sahip çıkılmasıdır kepazelik güncesi. Bugün yaşadığımız güncelliğin elbet literatürde bir karşılığı mevcuttur. Demokrasi dediğimizin lafta kalmış, hakikatte işlevsiz bir uydur kaydır dostlar alış verişte görsün hale dönüştürüldüğü mahkûm edildiği artık ortaya çıkmaktadır.
Yaşatmayan bu da yetmezmiş gibi sorgulattırmayan, düşündürmeyen, sual olunana hep kayıtsız, ses çıkartılmasına öfkeli daha pek çok evrede artık bileylenmiş çok daha kötü yakıştırmaların zikredildiği bir iklim gerçeğimiz kılınmaktadır. Düzen hakkında söz söyleyeni öteki’den başlayıp affedersin Ermeni’sinden, biliyorsunuz bunlar Zerdüşt’e, bir kısım Alevi’ye, barışın altına dinamit koyan Kürtler’e ve daha pek çok kez hep birlikte işiteceğimiz Dhkp-c’li çocuk! gibi çıkarsamalarla lime lime edip, serbest vezin ırkçılığı, linç teşvikini fark etmek mümkündür. Kan dökülmesini hınç için yeni hedeflerin ortaya çıkartılmasını içte yetmez dışta düşman unsurların çoğaltımını millet eğilmez Türkiye ise yıkılmaz aforizmasından özetlemeye çalışan savunuşun aslında daha başa ne işler açabileceğinin arifesindeyiz. Teslimiyet için hemen her şey erk eliyle yönlendirilirken bizatihi sürdürülmek istenen bu tahayyüldür bugünlerde ötesi yok. Faşizm bir tavır, edim olmaktan o sınırların içinde kalakalan bir olgudan kare kare hakikatle örülen geliştirilen halka karşı halka rağmen savunulan korunan kollanan bir dönüşümle ayrıştırılmazımız kılınmaktadır artık. Habis bir ur gibi, bünyede yayılmaya devam eden bir kist gibi artarak ve çoğalarak, bendini ve sınırlarını yıkarak ilerleyen faşizm sarmalındayız. İhtimallerin yarına dair sözün ve umudun sıfırlandığı argümanların yermek, yıkmak, yok etmek, şamar indirmek, üzerinden şekillendirildiği nihayetinde gerçek kılındığı bir mevzii dâhilindeyiz. Dört yanımız değişmez bir sağlam iradenin mutlak doğruları olarak ilan olduklarıyla sarılıp sarmalanmış. Sıkış tepiş, tıka basa bu doğru diye bildirilen yanlışların uzamında ve düzeninde günün tahliliyse zift karasını imlemektedir. Belirginleşen karanlık özümüzü işgal ediyor. Durmak yok yola devam şiarı az biraz da bunun içindir zaten. Barkodlanıp numaralandırılmış, zihnine ipotek koyulmuş ve her şeyi, vatan millet sakarya ile sınayan bir yapım! gündelikliğin tüm sathında kendini konumlandırıyor. Dört yanımızı sarıyor. Siyasanın, bugünün ülkesinde ben ben! diye söze başlayanların konu ilhak, yıkım, zulüm, savaş olunca birbirlerine benzeştiğini hala anlamamak bu kuşatmanın varlığını kalıcılaştırıyor. Düzen olarak gösterilen düzensizliğin bizatihi kendisiyken bu kaostan kurtuluşun reçetesiyse daha fazla teslimiyetten geçtiği yineleniyor.
Biat et itaat et, itimat et, vatan, millet, bayrak sevgisi derken, halen bu dile dolanıp durulurken her şey olup biterken bütün o söz nutuklar, büyük sözler, reklâm panolarından yansıyanlar vd asıl kamufle edici ya da örtbas için kullanılan tavrın kendisi haline dönüştürülüyor. Oysa yıkımın tam ortasındayız. Oysa fecaatin bir küçük kıyametten çok daha derinliklisi olduğunun idrakindeyiz. Oysa mevzu sadece rant, yağma değil, adları hep beyefendi olarak anılanların, asgari ücretle geçinen bir halkın gözünün içine baka baka yola devam şıkkını dayatmasıdır. Oy verin, biz çalalım size de ekmek çeyrek altın, üç yüz beş yüz lira takdim edelim lahzası ile hakaretin cismanileştirilmesidir mesele. Oysa fark etmeseler de yasın içerisindeyiz hala bu ülkede hala. Sırtlandığımız vesikalar biriktirdiklerimiz, hep yanı başımızda yolunda gitmeyen bir şeyler var demek için bin tane şey geçiyor içimizden eksiğimiz var!. Eksik konulduklarımız, ayrı düşürüldüklerimiz var. Birlikte güzelken bir arada zoraki bu devlet hıncıyla, linçiyle apayrı düşürüldüklerimiz var. Kimisini uçurtmasından kimisini çubuklu formasından, kimisini duvara kazıdığı iki satırlık hayallerimizi satmadık ya bahsinden, kimisini ufkundan bu koca şehirdekilerden çok daha büyük tahayyüllerinden bildiklerimiz var. İnsan olmanın bunca zulme rağmen halen sessiz çığlıklarıyla, vakur duruşlarıyla koruyanların hatıratı var. “Özgürlük adı altında kimse bizim mahremimize giremez.” bahsiyle kendini yasakları, engellemeleri ve kıyamları savunup dururken zevat! için hiçbir zaman anlayamayacakları yaramız var. Adaletin tecelli etmediği, kimsenin onlar için ön ayak olmadığı, haklarını savunmadığı bir ülkede yaşadığımız idraki var. Acı sabitlenirken bu bir dolu vesika bize kestirmeden bir okuma imkânı sağlıyor. Yaşayabilecek miyiz, sandık bahsinde sözümüzü eyleyip, sandık sonrasında acımızla, vesikalarımızla bir başımıza kala kalacağımızı bilerek
Akın OLGUN/ Dur bir dinle
Ölüyor gençler, çocuklar, anneler, babalar ve bir yerlerde iktidar savaşınız için kefenler giyip çıkıyor sokaklara insanlar ve “öl de ölelim” diyerek karşılıyorlar seni. Gülüyorsunuz, tebessüm ediyorsunuz ama bu ruh hali eline önce sopa, sonra bıçak, pala ve sonra hasım belirlediklerini katletmek, ezmek, linç etmek için fırlayacak sokağa, mahalleye, meydana.
Dur bir dinle. Seslendiğin kitleler çocuğunu kaybetmiş anneleri yuhalıyor. Bir başkasının acısı üzerine sevinç, mutluluk, huzur inşa edemezsiniz. Buradan sadece daha fazla öfke, daha fazla acı ve daha fazla ölüm çıkar sadece. Omuzlara alınan her tabut öfke ile ağırlaşır, can almak, can vermek sıradanlaşır ve tüm toplum aklıselim ne varsa karşısına intikam koyar.
Dur bir dinle ve anla ki öfkenin bir sonraki halidir intikam. Kendi ellerinizle kutuplaştırıp, hiçleştirdiğiniz, ezdiğiniz, yok saydığınız, hakaret ettiğiniz, küfredip, aşağıladığınız ne varsa gelip kapınıza dayanır. “Öl de ölelim” sloganları, pankartları, kefen gösterileri sokakta kendini kanıtlamak için önce en zayıf olanı bulur.
Sanmayın ki siz ses tonunuzu yükseltir en azgın cümleleri arka arkaya sıralar, en ağır ithamları kusar ve secim bittikten sonra hepsi unutulur. Yüklediğiniz her nefret bir gün çıkar içerilerden ve en ufak olayda patlar. Birilerini paramparça eder. Birilerini sürükleyip bir karanlık köşede boğar, birileri büyür kitleselleşir ve kan yükselip herkesi boğacak hale gelmeden dinmez.
Dur bir dinle. Yolsuzluğun, yozluğun üstünü sandıkla, hukuksuzlukla, adaletsizlikle örtebilir ama çok büyük bir kesim nezdinde meşruluğunuzu yitirmiş iseniz asla yönetemezsiniz. Her şey unutulur sanıyorsunuz, oysa hafızalarda ve yüreklerde yara kurumaz. Her görüntü, her ses, her ima, her konuşmanız yarayı kanatır. Sokak susmaz, meydanlar susmaz, şehirler susmaz. Siz korkuya güveniyorsunuz lakin cesaret de korku gibi bulaşıcıdır unutuyorsunuz. Yıkılan diktatörler, sistemlerin hepsi bu cesaretin sonucudur. Tıpkı korkunun sonucu diktatörlük ve zulüm olduğu gibi. Sarsılırsınız, dağılırsınız, yıkılırsınız ve en önemlisi biriktirdiğiniz o öfke kapınıza dayanır.
Dur bir dinle. Bu devletin kodlarında çiftleştiğini yemek vardır. Devranın dönmesini bekler ve ansızın bugün yaptıklarınızı önünüze koyarak kendi fermanlarınıza imza attırırlar. Siz tarihi soy, sop, ced sanıyor yanılıyorsunuz. Sadece tarih bilinci olmayanlar kendini mutlak ve vazgeçilmez zanneder. Oysa tarihin çöplüğü vazgeçilmişlerle doludur.
Dur bir dinle. Seni rakibine, rakibini sana ve her ikinizi aslolan’a kıydırır, sonra üstünüze çıkıp zıplarlar. Siz ne olduğunu anlamadan, geçmişinizde bıraktıklarınızı ülkenin dört bir tarafına dağıtıp lanet okuturlar. Sizi kefenle karşılayanlar, kefeni size giydirmek için gönüllü sırasına girerler.
Dur bir dinle. Elindeki gücü mutlak saydıkça ve o gücü zayıf olanı ezmek, yok etmek için kullandıkça daha çok düşeceksin aşağıya. Ağzından çıkan her sözü alkışlayıp “efendim” hizasına girenler, elini göbeğine bağlayıp karşında hazır ola geçenler sana, size asla gerçeği söylemeyecek elbette. Sadece duymak istediklerini salacaklar ortalığa. Egonuzu okşayıp ceketlerini, eteklerini çekiştire çekiştire “başbaganım, başbaganım” diye dolanmaya devam edecek ama arkandan “bu ne ya” söylevleri çekip satışın alt yapısını yapacaklar.
Dur bir dinle. Arkandan sadece yaşayanlar değil, ölüler de konuşacak. Öldürdüklerinizin, yok ettiklerinizin, canına kıydıklarınızın da sesini duyacaksınız. Nereye gitseniz peşinizden gelecekler. Hiç unutmayacaksınız, hatırlayacaksınız her zaman ve en yakınlarınızı kaybettiğinizde, geçmişten “çocukların ahı” fısıltılarını duyacaksınız.
Dur bir dinle. Bu kadar gücü, bu kadar desteği, bu kadar olanağı kendi çıkarların için heba edişine “ahmaklık” hastalığına tutuldu yok etti diyecekler. AVM’ler, duble yollar, köprülerle değil, yalan dolan, vahşet ve yolsuzluklarla hatırlayacaklar sizi.
Artık ağzınızla kuş tutsanız inanmayacak milyonlar size. Kendinizi hiçbir zaman güvende hissetmeyeceksiniz.
Dur bir dinle lakin artık çok geç.
Kaybettiniz.
24 Mart 2014 Pazartesi
Akın OLGUN/ Dur bir dinle
Ölüyor gençler, çocuklar, anneler, babalar ve bir yerlerde iktidar savaşınız için kefenler giyip çıkıyor sokaklara insanlar ve “öl de ölelim” diyerek karşılıyorlar seni. Gülüyorsunuz, tebessüm ediyorsunuz ama bu ruh hali eline önce sopa, sonra bıçak, pala ve sonra hasım belirlediklerini katletmek, ezmek, linç etmek için fırlayacak sokağa, mahalleye, meydana.
Dur bir dinle. Seslendiğin kitleler çocuğunu kaybetmiş anneleri yuhalıyor. Bir başkasının acısı üzerine sevinç, mutluluk, huzur inşa edemezsiniz. Buradan sadece daha fazla öfke, daha fazla acı ve daha fazla ölüm çıkar sadece. Omuzlara alınan her tabut öfke ile ağırlaşır, can almak, can vermek sıradanlaşır ve tüm toplum aklıselim ne varsa karşısına intikam koyar.
Dur bir dinle ve anla ki öfkenin bir sonraki halidir intikam. Kendi ellerinizle kutuplaştırıp, hiçleştirdiğiniz, ezdiğiniz, yok saydığınız, hakaret ettiğiniz, küfredip, aşağıladığınız ne varsa gelip kapınıza dayanır. “Öl de ölelim” sloganları, pankartları, kefen gösterileri sokakta kendini kanıtlamak için önce en zayıf olanı bulur.
Sanmayın ki siz ses tonunuzu yükseltir en azgın cümleleri arka arkaya sıralar, en ağır ithamları kusar ve secim bittikten sonra hepsi unutulur. Yüklediğiniz her nefret bir gün çıkar içerilerden ve en ufak olayda patlar. Birilerini paramparça eder. Birilerini sürükleyip bir karanlık köşede boğar, birileri büyür kitleselleşir ve kan yükselip herkesi boğacak hale gelmeden dinmez.
Dur bir dinle. Yolsuzluğun, yozluğun üstünü sandıkla, hukuksuzlukla, adaletsizlikle örtebilir ama çok büyük bir kesim nezdinde meşruluğunuzu yitirmiş iseniz asla yönetemezsiniz. Her şey unutulur sanıyorsunuz, oysa hafızalarda ve yüreklerde yara kurumaz. Her görüntü, her ses, her ima, her konuşmanız yarayı kanatır. Sokak susmaz, meydanlar susmaz, şehirler susmaz. Siz korkuya güveniyorsunuz lakin cesaret de korku gibi bulaşıcıdır unutuyorsunuz. Yıkılan diktatörler, sistemlerin hepsi bu cesaretin sonucudur. Tıpkı korkunun sonucu diktatörlük ve zulüm olduğu gibi. Sarsılırsınız, dağılırsınız, yıkılırsınız ve en önemlisi biriktirdiğiniz o öfke kapınıza dayanır.
Dur bir dinle. Bu devletin kodlarında çiftleştiğini yemek vardır. Devranın dönmesini bekler ve ansızın bugün yaptıklarınızı önünüze koyarak kendi fermanlarınıza imza attırırlar. Siz tarihi soy, sop, ced sanıyor yanılıyorsunuz. Sadece tarih bilinci olmayanlar kendini mutlak ve vazgeçilmez zanneder. Oysa tarihin çöplüğü vazgeçilmişlerle doludur.
Dur bir dinle. Seni rakibine, rakibini sana ve her ikinizi aslolan’a kıydırır, sonra üstünüze çıkıp zıplarlar. Siz ne olduğunu anlamadan, geçmişinizde bıraktıklarınızı ülkenin dört bir tarafına dağıtıp lanet okuturlar. Sizi kefenle karşılayanlar, kefeni size giydirmek için gönüllü sırasına girerler.
Dur bir dinle. Elindeki gücü mutlak saydıkça ve o gücü zayıf olanı ezmek, yok etmek için kullandıkça daha çok düşeceksin aşağıya. Ağzından çıkan her sözü alkışlayıp “efendim” hizasına girenler, elini göbeğine bağlayıp karşında hazır ola geçenler sana, size asla gerçeği söylemeyecek elbette. Sadece duymak istediklerini salacaklar ortalığa. Egonuzu okşayıp ceketlerini, eteklerini çekiştire çekiştire “başbaganım, başbaganım” diye dolanmaya devam edecek ama arkandan “bu ne ya” söylevleri çekip satışın alt yapısını yapacaklar.
Dur bir dinle. Arkandan sadece yaşayanlar değil, ölüler de konuşacak. Öldürdüklerinizin, yok ettiklerinizin, canına kıydıklarınızın da sesini duyacaksınız. Nereye gitseniz peşinizden gelecekler. Hiç unutmayacaksınız, hatırlayacaksınız her zaman ve en yakınlarınızı kaybettiğinizde, geçmişten “çocukların ahı” fısıltılarını duyacaksınız.
Dur bir dinle. Bu kadar gücü, bu kadar desteği, bu kadar olanağı kendi çıkarların için heba edişine “ahmaklık” hastalığına tutuldu yok etti diyecekler. AVM’ler, duble yollar, köprülerle değil, yalan dolan, vahşet ve yolsuzluklarla hatırlayacaklar sizi.
Artık ağzınızla kuş tutsanız inanmayacak milyonlar size. Kendinizi hiçbir zaman güvende hissetmeyeceksiniz.
Dur bir dinle lakin artık çok geç.
Kaybettiniz.
20 Mart 2014 Perşembe
Akın Olgun Yazdı /Başbakan neden kaybedecek
Çünkü kendisine soru sorulmasını sevmiyor. Bu yüzden hesap veren değil, hesap soran bir sistemi kurumlaştırıyor. O kendisinin verdiği her cevabın doğru kabul edilmesini istiyor. Keskin, katı ve çatık kaşlı konuşmayı ve herkesin karşısında “efendimci” bir hizaya girmesini liderliğinin gerekliliği olarak kabul ediyor. Başbakan, kendisine sallabaş olanların çevresinde kümelenip “emredersiniz efendim” riyakârlığı ile pervane olmalarını vefa sanıyor. Düşüncelerini koşulsuz, şartsız kabul eden amigoları, “haklısınız, en iyi siz bilirsiniz” diyerek, ellerini göbeğinde bağlayarak hazır ola geçenlerin duruşunu particilik sanıyor.
Başbakan demokrasiye uymayı değil, demokrasinin kendisine uyması gerektiğine inanıyor. Onu küçülttükçe, işlevsiz hale getirdikçe kendisinin her şey olacağına inanıyor. Demokrasi mücadelesi kavramının içine tükürüp, her itirazı eline aldığı güce gözünü dikenlerin oyunu olarak kabul ediyor. Demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesinden hiç geçmediği için başına gelenleri en büyük acı, en büyük haksızlık, en büyük mağdurluk sanıyor ve buna inanıyor. Demokrasinin olmazsa olmazlarını değil, kendisinin olmazsa olmazlarını dayatıp “uyacaksınız” emirleri veriyor.
Herkes ona uysun, herkes ona tapsın, herkes onu övsün, herkes onu beğensin, herkes ağzından çıkanı doğru kabul edip uygulasın istiyor. İçinde ördüğü korkunç egoya herkes su taşısın istiyor. Ayaklarının dibine eğilip vicdanlarını, ahlaklarını, namuslarını, kimliklerini, düşüncelerini serip ”istediğin gibi çiğneyebilirsin” diyerek bu egoya başını uzatanların sırtına oturup “ne kadar güçlü” olduğunu düşünüp, içi içine sığmayan egosunu herkese okşatıyor.
Başbakan kaybedecek çünkü dünyayı okuyamıyor. Dünya onu okusun, anlasın ve hak versin istiyor ve daha da acıklısı arkasında halk desteği oldukça kendisine mahkûm olduklarını düşünerek sallıyor parmağını. Dünyadaki bütün kıskançlıkların kendi üzerinde olduğunu düşünecek kadar korku ile yaşıyor. Bu korku ile büyütüyor hezeyanlarını. Her itirazı, her hak ve özgürlük talebini bu yüzden kendisine karşı açılmış bir savaş olarak algılıyor.
Başbakan kaybedecek. O sokakları tanımıyor. Sokağa temizlenecek çöp var mı diye bakıyor. Onlara her hizmeti veriyorum ama “özgürlük isteruk” diye bağırıyor nankörler diyerek, soğuk savaş döneminin dondurulmuş ruhuyla talepleri kendisine tehdit olarak kabul ediyor.
Başbakan kaybedecek çünkü tarih bilinci yok. O tarihi ced ve soy sanıyor. Bu yüzden hiçbir şeyden ders çıkarmıyor.
Başbakan kaybedecek. Çünkü kültürden, sanattan anlamıyor. “Tükürüyor sanatın, sanatçının içine” O sanatı yükselen gökdelenler, AVM’ler ve kültürü küçük olanın, büyüklerinin elini öpmesi sanıyor. Bütün görgüsüzler gibi her şeyin büyüğünü, parlağını, şaşalı olanını seviyor Başbakan. Estetik anlayışı bunun üzerine kurulduğu için “ucube” dediği heykelleri yıktırıyor. Ayıp denince aklına sadece çıplaklık, açıklık geldiği için göz önünden kaldırtıp yapıtları ayıptan “kurtuluyor”.
“Millet” kavramından itaat çıkaran bir kafa yapısı var Başbakan’ın. Bu yüzden sandığa gidip kendisine oy veren çoğunluğun yine kendisine her şeyi yapabilme yetkisi verdiğine iman ediyor. “Bana her şeyi yapabilme yetkisi verdiler” şeklindeki yorumlama kabiliyeti ile adaleti, hukuku ayağının altına doğru çekiyor.
Kaybedecek Başbakan, para denen o nesnenin önünde eğilip, bükülüp, küçülenlerle kurduğu çıkar tezgâhının üstünde yükseldiği için.
Başbakan kaybedecek çünkü o barışı tek millet, tek vatan, tek dil içine sokup “ya sev, ya terk et” kaba milliyetçiliği ile karşılıyor. Algıları kör Başbakanın. Eline teslim edilen gücü başka hiç kimse bu derece hoyratça kullanıp yok edemezdi çünkü. O strateji ve taktiği, başını salladığında dünyada deprem olacağını zanneden bir ahmaklıkla belirliyor.
Başbakan “sicili zaten lekeli” diyerek genç kızı gözaltına aldırıp alkışlattığı gün çizdi bugünleri ve o günlerden bugüne gelindiğinde çocuklarını kaybeden anneleri yuhalatıyor, bombalanarak paramparça edilen Kürt çocuklarını “kaçakçı onlar” diyerek vicdansızlığını eli kalem tutan yancılarına alkışlattırıyor.
Kazanmak için artık çok geç.
Uzaktan tarihin acı gülümsemesi var.
Çöplüğüne adını yazdıranları gösterip “kaybedeceksin” diyor.
18 Mart 2014 Salı
Gonca Çelik/ Berkin’e
BERKİN’E…
Kışı da yazı da bir başkadır Doğu’nun. Görebilirseniz, gerçekten görebilirseniz öyle harika güzellikleri vardır ki…
Yolculukları her daim sevmişimdir, özellikle tek başıma yaptıklarımı. Yolculuklarım gerçekliklerim arasındadır ve zihnimi zorlamamı, düşüncelerimi nizama sokmama yardımcı olurlar her daim. Yoldayım, kulağımda en sevdiğim şarkılar. Berkin düştü yine aklıma. Şu sıralar zaten hep aklımda. Özellikle gözleri, çoğumuzun kaybettiği veya hiç sahip olamadığı gözlerindeki o umut dolu ışığı ve gülüşü aklımdan hiç çıkmıyor. Tıpkı şu an olduğu gibi, aklıma her düşüşünde burnumun direği sızlıyor. Ağlamak bir yetenektir benim için, beceremediğim için bir yetenek olarak görürüm ve özenirim ağlayabilenlere. Berkin’i düşündüğümde doluyor gözlerim, görüşümün bulanıklaştığı gibi zihnimde bulanıklaşıyor, iç içe geçiyor duygularım. Her şey kaosa dönüşüyor. Yine de ağlayamıyorum. Bir yanım kızıyor bana: ‘’Ağlama! Senin için ağlamak zayıflıktır. Hele ki söz konusu o çocuksa ağlama! En kolayıdır ağlamak. Kolay olanı yapma, başka bir şey yap. Yaz mesela.’’ Diyor. Hak veriyorum o yanıma. Araç her tümsekten veya çukurdan geçerken kızıyorum şoföre içimden, yine de inatla devam ediyorum yazmaya.
Havalar da ülkenin durumu gibi bir garip. Mart ayında bademler, kayısılar çiçeklenmiş. Çok güzeller. Yaşasaydı da Berkin’ de görebilseydi bu güzelliği. Düşünüyorum. Berkin’in geçen zamanı az, kalan zamanı ne çoktu. Geride ne çok <yapılamamışlıkları> kaldı. İzin vermediler ki… Hiç âşık olmuş muydu acaba? Tatmış mıydı bu duyguyu. Kız arkadaşıyla sinemaya gittiğinde, heyecandan henüz çıkmış tüyleri terlemiş miydi? Tutabilmiş miydi sevdiği kızın elini? Ya olmadıysa diye düşünüyorum, içim cız ediyor. Bırakmadılar ki aşkı tatsın. Bırakmadılar üniversite sınavlarına hazırlansın, üniversite okusun, yeni arkadaşlıklar edinsin. Çocuktu daha, <terörist> değil, çocuktu o! Hatta belki annesi kahve içmesine izin vermiyordu henüz. Küçüktü çünkü. Hiç kahvenin tadına bakamadı belki. Sakalları bile çıkmamıştı, çocuktu. Eline traş bıçağını alıp ilk traşını olduğunda yardım edemeyecek babası. Hissedemeyecek büyüdüğünü, hissedemeyecek babası oğlunun büyüdüğünü.
Belki doktor olmak istiyordu Berkin. Belki mühendis olmak. Olamayacak, bırakmadılar ki olsun.
Annesiyle babası kavga ettiğinde babasının önüne atlayıp annesini korumaya çalışamayacak. Babası artık oğlunun büyüdüğünü hatta kendisinin artık yaşlandığını fark edemeyecek. Büyüyemedi Berkin…
Farklı ülkeler, şehirler göremeyecek. Farklı insanlarla tanışamayacak. Para kazanamayacak, yuva kuramayacak, eş olamayacak, baba olamayacak, dede olamayacak. Yaşlılıktan, yaşlanıp hasta olmaktan dolayı ölemeyecek… Hiç evlatlarına kızıp ‘’baba oğluna koca bir bağ vermiş, oğlu babasına bir salkım üzüm vermemiş’’ diye sitem edemeyecek.
Hiç tatmadığı, henüz tanımadığı duyguları vardı onun. Çocuktu o. Nereden tanışmış olsun öfkeyle, acıyla, hüzünle, korkuyla hatta kinle. Bırakmadılar ki bu duyguları öğrensin, kafası karışsın, sorgulasın…
Onun yapamadıklarını daha doğrusu artık hiç yapamayacaklarını düşündükçe kendi yaptıklarımdan ve yapmak istediklerimden utanıyorum. Onun hissedemediklerini hissettiğim için kendimden utanıyorum. Yemekten, içmekten, konuşmaktan, düşünüp hissetmekten utanç duyuyorum. Yaşamaktan dahi utanç duyuyorum.
Annesini düşünüyorum, haykırışlarını, feryadını… Nefes alamayacak kadar sıkıştırıyor kalbimi o ananın acısı. Sırf gördüğüm görüntü bile canımı yakmaya yetiyor. Anlamak ne mümkün, empati dahi kuramam. Anne değilim, nasıl anlayabilirim ki onu? Anlayamadığım, tahmin edemediğim için kızıyorum kendime.
Komşumuz, rahmetli Nevriye teyzemle bir diyaloğumuz geliverdi aklıma. Ortaokuldaydım. Anahtarımı evde unuttuğum ve annem işten henüz dönmediği için kapıda kalmıştım. Ben de Nevriye teyzemin kapısını çaldım. Oradayken aramızda bir sohbet geçmişti. Ona ‘’Nevriye teyze, ben annemin öldüğünü görmek istemiyorum, yaşayamam ki. Ben ondan önce ölsem keşke’’ demiştim. O da bana ‘’ayy! Sakın bir daha bunu dileme. Bak yavrum, sen küçüksün, bir gün anne olduğunda bu dediğimi daha iyi anlayacaksın. Evlatlar ana babalarının ölüm acısına dayanabilirler, ama analar evlatlarının ölüm acısına dayanamazlar. O yüzden sakın bir daha bunu dileme. Allah korusun, sen çocuksun, Allah vermesin dileğin kabul oluverir.’’ Demişti. Ben de o günden itibaren, bana bir şey olursa annem dayanamazmış diye vazgeçtim o isteğimden. Berkin’in annesini düşünüyorum…
Büyüklerin kirli oyunlarına hep mi çocuklar, bebeler alet olur? Bir yandan Berkinler, Ali İsmailler, Ceylanlar, uğurlar, diğer yandan Halepçe’li çocuklar.
Efendiler! Yapmayın! Etmeyin, eylemeyin! Kirli savaş ve oyunlarınıza çocukları, bebeleri dâhil etmeyin! O kirli, kanlı ellerinizi uzak tutun onlardan, o saflık ve temizlik timsallerinden. Bakın onlara, bakın! Görene kadar, görebilene kadar bakın. Gözlerine, hiçbir kötülüğü içinde barındırmayan o saf bakışlara bakın. Gözlerinizi ayırmaksızın bakın. Sonra bir aynada kendi bakışlarınıza ve özünüze bakın. Utanacaksınız kendinizden, hatta tiksineceksiniz. Bir zamanlar kendinizin de o çocuklardan farksız olmadığınızı fark edeceksiniz. Kıyaslayın kendinizi çocuklarla. İstendiğinde öyle çok şey öğrenilir ki onlardan. Özellikle şu sıralar, kaybedip bulamadığınız insanlığınızı, insan olmanın gerektirdiği tüm o erdemleri çocuklarda bulursunuz. Ve sarılın onlara, pisliğinizden arınmak adına sarılın. Sevin onları. Onların sizden de dünyadan da tek <çıkarları> sevilmek, sevildiklerini hissetmektir, hepsi bu. Fazlası değil…
17 Mart 2014 Pazartesi
Manisa’da Seminer’deydik.
14 Mart 2014 Cuma
Murat Duran/ Delilik üzerine…
Biliyorum ki sonsuz uzunluktaki asfaltların onları takip eden sonsuz uzunluktaki şeritlerden gözlerimi kaldırsam, oradan yolumu değiştirsem bana sövecekler ve yoldan çıkmış sapkın damgası yiyeceğim. Ben yine de onlara ve bazen zihnimden bağımsız hareket eden bedenime inat şarampollerde dans ede ede yürüyeceğim. Yorgunluktan bezmiş zihnimin molasını vermek için kısa süreliğine kayıtsız, umursamaz bedenime yerleşeceğim. Ve yine biliyorum ki bedenim yerleşmek için değil konaklamak için bir araç olsa da beni yavaşlatmasına izin vermeyeceğim. Aklın tutkulu isteklerine karşı Erasmus’u ve onun deliliğini öveceğim. Artaud’un psikiyatrlara haykırışını ezbere yolun sarkıklarından aşağılara itilmiş dostlarıma ileteceğim. Tiyatral havamızdan korkup yolları kapatacaklar belki de sarkıklara asfaltlar dökecekler ama yine de onların istedikleri yollarda yürümeyeceğim. İstedikleri şarkıları söylemeyeceğim, istedikleri kadınlarla sevişmeyeceğim, istedikleri tanrılara inanmayacağım ve diledikleri cehennemde de yanmayacağım. Çaresiz ve perişan akılları deliliğim karşısında belki pes etmeyecek ama onlara zaten ait olanı, etlerimi ve kemiklerimi cezalandıracaklar.
Akıllı olan onlar, aynalara baktıklarında deliliklerini cezalandıracaklar. Korkakça susturacaklar. İyilikte, normalde, güzelde, mutluluk da ve daha yüzlercesi sayılabilecek kavramların elerinde ayna tutturduğu, karşıtlarının aynı hoşnutsuzluk içinde kümelendiği diğer bir kavram da aklın karşısındaki delilik değil mi?. O da en az diğerleri kadar tümelin tacizinden nasibini almış ama aynı zamanda da kişinin içindeki muazzam gücü temsil eden içi aslan dışı kedi suretli, organizmanın tekinde saklanmış gerekli zamanlarda açığa çıkmayı bekleyen, sürekli tatminsizlikle midesi guruldayan telkinsiz güdü. .
Ben ve benim gibiler yani bütün ben olan bizler düşlerimizde kendi dünyamızın üstüne şeker serpiyoruz. Şekerimizi odamızda dört bir yandan bizi saran karıncalara ödünç veriyoruz. İster kendi dünyamızda ister rasyonel gerçekliğin dünyasında olalım tek egemen sürekli kontrol altına alınabilen muhakemiz oluyor.
Bu ülkede binlerce insan düşlediği dünyasından ya zorla uyandırılıyor ya da ağır yaşam koşulları nedeniyle muktedirin düşünü oynamaktan başka bir seçenek tanınmıyor. Hayallerimizi 2 bin liralık memur maaşına satmak zorunda kalıyoruz. Red edenlere deli gözü ile bakılıyor. Baş rolünde de aileler var. Başka bir seçeneğin varlığı sürekli yok edildiği için çoğumuzun rüyalarını ve hülyalarını süsleyen 2 bin liralık memur maaşı oluyor.
Bir insan en az iki kişidir. 8 saat boyunca adliye merdivenlerine koşuşturan bir memur odasına çekildiğinde, bütün o yüklerinde kurtulduğunda başka bir dünyanın sınırları içine çekiliyor. Bizden ve o adliye memurundan istenen şey geçişlerde dünyaların gömlek değiştirir gibi kolay değiştirilmesi. İstenilen ya şarampollerde düşmemiz ya da asfaltta birilerinin emriyle diğerleri ile beraber yürümemiz. Bazen öyle bir noktaya varıyor ki herkes bizden farklı bir form olmamızı bekliyor.. ve böyle başlıyor kişilik bölünmeleri, şizofrenik tutulmalar. Ama yine de bazıları ayağını, yorganına inat uzatmayacak. Masmavi göğün altında sere serpe uzanacak, onlar için örnek insan olamayacak kadar çok sarhoş olup, küfürlü şarkılar dinleyecek. Tımarhanelerin yolları aşınıp, gardiyan baş hekimler tiye alınacak.
“Delilik çok nadir ulaşılabilen bir mertebedir.” der Dersim’in insanı. Çünkü egemenlerin eliyle tutuşturulmuş bir akla güven olmaz. Kuşku ise ön yargıların hakimiyetinde. Böylelikle Osho’nun dediği gibi ya rasyonel zihnin altına düşeriz ki bu psikiyatristlerin kabul ettiği bir durumdur. Diğeri ise rasyonel zihnin üstüne çıkmaktır. İşte burada bütün toplumsal ahlakların, toplumsal kuralların ve köhnemiş zihniyetlerin askıda kaldığı, boşa düştüğü durumu yansıtmakla beraber kişinin işte o zaman özgürlüğünü kesinkez yakaladığı durumdur. Rasyonel dünyanın tutarsızlığı karşısında artık delilik öznel bir kaçış olacaktır. Kendisine artık ait olan öznel dünyanın yaratılması, zaten başka bir “şeyin” düşü içinde kendi düşü yaratılır. Bu durumda gerçeklik, bir ilizyon olmaktan çıkar. İlizyon artık gerçekliğin kendisi olmaktadır.
Rasyonel mantığın altında kalanlar, rasyonel mantıktaki gibi ikililikte bulunmaktan kurtulur. Farklı dünyalar arasında yolculuk yapılmadığı gibi bilinç artık en saf halini oluşturur. İşte o zaman insan tek kişidir. Çıkarları ve kurnazlığı olmadığı gibi saftır, sevecendir. İşte bu sebeple buralarda delilik bir mertebedir. Bu yüzden bu kadar kutsanır ve ermişlik makamı ile yüceltilir.
Murat Duran
13 Mart 2014 Perşembe
Akın OLGUN/ Ne oluyor
Her kesim öfkeli. Her kesim öfkesini en kötü senaryolarla besliyor. ‘Ne oluyor?’ sorusuna aşağıdan bakanlar tutundukları yerden cevaplar vermeye çalışıyor. Meselelerin neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Büyük kaotik bir atmosfer hâkim. Ne zaman ne olacağı, nereye savrulacağı ve nereye varacağı belli olmayan bir dönemin içindeyiz. Siyasetin birçok oyun kurucusu var. İttifaklar stratejisi sürekli el değiştiriyor. İktidar cemaate karşı devletin eski sahipleri ile kol kola giriyor, ana muhalefet partisi kavgadan önüne düşen fırsata sarılıyor, cemaat hem muhalefetin elini güçlendirmeye çalışıyor hem de iktidar içinde kurumlaşmış yapısını kontrol altına alarak varlığını idame ettirmeye çaba harcıyor.
Bu tür kaotik dönemlerden çıkacak fırsatların kokusunu alan sus puslar birden cesarete gelip ortaya karışık yazmanın bir kazanç getirmeyeceğinin farkına varırlar. Medyanın yeni “Spartaları” rolünü elden bırakmayıp bir sonraki döneme adlarını muhalif ve cesur gazeteciler olarak geçirmenin peşine düşerler. Öyle cümleler kurarlar ki siz muhalif duruşunuzdan şüphe edersiniz. Kendi arkadaşlarının işine son verip, sonra onu kurtarmaya çalıştım, bunu tutmaya çalıştım falan filanla dolu bir öykü yazarlar. Demirören için yaşlı, baskı altında kalmış, ne yapacağını bilmeyen bir ezik iş adamı masumiyetine dayayıp sırtlarını “direndik”, “gazetemizi korumaya çalıştık” besmelesi ile yeniden şekillenecek siyasi atmosferi içlerine doldururlar. Yaşarlar yani…
Nagehan ile Ruhat Mengi karışımı bir tuhaf kabın içine biraz cesaret, biraz muhaliflik, biraz etik otu atıp atarlanırlar. Herkes gidici kendileri kalıcı olmaya iman etmiş egolarının zaferine yaslanmanın keyfini çıkarmakta pek hünerlidirler.
Siz,’ aşağıda ne oluyor?’ sorusuyla boğuşa durun, tepenize binmeye ve size parmaklarını sallamaya hazır yeni bindirmeciler görev yerlerine koşup “emredersiniz komutanım” selamını çakıyorlar bile. “Bir kümesin önünde tilki ile kurt kavgasını seyredip, kim kazanacak acaba diyerek izliyoruz. Hangisi kazanırsa kazansın yenilecek olan biziz” diyen arkadaşın sözleri cuk oturuyor buraya.
Kontrgerillaya af çıkardılar.
Katillerin arkasından su dökmüşlerdi. Şimdi geri dönüşlerine bayram ediyorlar. Bizi, yani kurbanlarını yeniden arkadan vuruyorlar, boğazımızı kesiyorlar, kurşunları dolduruyorlar, bedenlerimizi paramparça edip ailelerimize teslim ediyorlar yetmiyor hep birlikte toplanıp linç ediyorlar. Ne değişti? Hiçbir şey. Devlet aynı devlet, katiller aynı katil, onları kurtaran, aklayan hukuk aynı hukuk. Önümüze attıkları “değişim, büyük Türkiye” vb zırvaları ile kolumuzu, bacağımızı, gözümüzü alıp karşılığında protezler verdiler. “Ya Allah bismillah Allahu ekber” sloganları ile “Hepimiz Kemalin askerleriyiz” sloganlarının, ortak düşman olarak toplumun önüne atılan Kürtleri hedef alması yeni koalisyonun ruhunu oluşturması boşuna değil.
Bir paşa kaç katilin özgürlüğü eder gördük. Paşa çıktı kuyrukları da arkasından. Paşa’nın yanında 32 dişi ile sırıtanlar inandıkları masumiyet için masumiyeti katledenleri de dışarı taşıdılar. Yukarıda anlaşıp imzaladıkları konsessus’un sonucunu biliyorlardı. Peki, bu anlaşmanın karşılığında ne vaat ettiler? Bilmiyoruz ama tahmin edebiliriz…
Şimdi Hrant’ın kimi arkadaşları olarak bu iktidara destek verip düşüncelerini hop hop hoplatanlar, nasıl bakacaksınız Hrant’ın yüzüne. Erhan Tuncel size selam çaktı “devlet yat dedi yattık, çık dedi çıktık” bu sözleri öpüp başınızın üstüne koyabilirsiniz. Kerinçsiz daha bir bilge görünüyor mu şimdi size? Zirve yayınevi katliamcıları gece yarısı sevinçle çıktılar dışarı. İbrahim Şahin, Veli Küçük ve onun yavru mafyası Peker el sallıyorlar görüyor musunuz? Bir paşa kaç katilin özgürlüğü eder “usta kalemler”?
“Katiller kulübü” arkalarında kendilerine yedeklenmiş bir sivil güç inşası ile meşrulaşıyor.
Siz o büyük siyasi “zekâ”nızla Paralel denenlere karşı, derin olanı dışarı taşıya durun, her ikisinin ortaklığı buluşup, uzatacağınız kellelerinizi gözlerini kırpmadan alacaklar ve bugün meydanlara sizin için yığılanlar o gün daha fazla “kelle isteruk” diyerek üzerinizden geçecekler.
Şimdi kullanışlı aptallardan yeni timler oluşturacaklar. Bu ülkenin tüm ötekileştirilenlerin kanını akıtmak için devletin verdiği moralle pusulara yatacaklar.
Çünkü önce adaleti katlederler sonrası çok kolay.
Güvercin tedirginliği hepimizin üzerine çöktü artık.
Çıkardığınız katiller mağdursa, onların katlettikleri suçlu o zaman.
Tam da böyle düşünüyorlar…
10 Mart 2014 Pazartesi
Misak Tunçboyacı/ Hayallerin satılığa çıkartıldığı bir ülke burası
Alımlı çalımlı, cafcaflı ve şatafatlı cümlelerin huzurunda ya da sofrasında değil, hemen her an bağırıp çağırarak illa ki döke saça, vura kıra talimatların yinelendiği bir cümle diye nefretin hemen hiç eksiği gediği olmaksızın kotarıldığı kelime öbeklerinin birbirine eklenmeye inatla devam edildiği bir yerdeyiz. Cümle, daha en başından kusurlu, daha en başından ayrıştırıcı, en kolay dile getirilebilecek şekliyle, öfkenin bir hitabet sanatı olduğunu düşünenlerin taarruzlarıyla beraber hep eksik hep gedik türetilen bir kavram karmaşasına dönüştürülüyor. Sırf derdin görünürlüğünün değil aynı zamanda meramın özünün de tahrif edildiği bir yarım yamalak vesika tesis ediliyor, sunuluyor. Mutlak doğrular olarak, dile getirilenler, paylaşılanlar, başkalarının canlarını yakmak için kurgulanırken biteviye bu yarım yamalaklık kendini görünür kılıyor. Her durumda eksik bırakılan hayatın bizatihi kendisi oluyor.
Şekillendirmeler bağnazca savunula,gelen kural ve kaide görünümlü tavır almaların tümü yekunda yarım bırakılanların nasıl da insana dair olduklarını idrak ettiriyor. Yarım yamalak bırakılan söz değildir sadece, iş bu hayata dair okumalar, yeniden yorumlamalar, kendiliğinden türetilen ve çürümeyi ortaya çıkartan itirazlar, endişeler, seslenişler ve fazlasıdır. Bir avaz tekrar edilip durulanlar, her yerde karşımıza çıkmaya devam eden fikir görünümlü had bildirimlerinin hepsinin bir arada mutlak bir temsili ve tekil söylemi kotarmaktan gayrisi olmadığı meydana çıkmaktadır. Tıynetsizliğin doruğudur her cümle bir avazken onun yarım yamalak konulması gayretinin bunca sıklığı. Denk getirilenlerin her nedense doğru olarak kafadan bildirilmesinin az ötesinde, az berisinde mutlaka onu boşa çıkartacak bir itiraz bulunmasına ya da tahlilin varlığına karşın yok olarak bildirilmesi gayretidir gördüğümüz.
Erk, erke yancı ve erk olma iddiasındakiler veya erkin yolunda ilerlemek isteyenler tarafından bizatihi kullanılmaya devam eden bir tavrın kendisidir. Dahası ilk bir kaç kelime ve vurgu hedef tahtasına koyabilmek için yeterli gelmektedir pek çoklarının nazarında. Üstten bakışımlı sözcüklerin her halükarda erkânın zimmetli, tapulu malı olarak sanılmasından bu yana gelişen her hamle, her kurulan cümlede bu ayrışımı bunca ağır olan belagati ve tahakkümü görebilmek mümkündür. Yarım yamalak konulan her cümlenin içeriğine müdahalede bulunuldukça daha beterinin daha fenasının da yolda olduğu ayan beyan gün yüzüne çıkmaktadır. Sorgulamaları, ifşaatları başkalarının dediklerine göre değil doğruyu aramak, onu bildirmek için kullanmaktan kaçınmayanlar için dikenli bir gül bahçesi eyleyenlerin hamlelerinden birisidir karşılaştığımız.
Bu ülkenin geçmişi koca bir heder ediş üzerinden, yok saymak konumundan, varlığı inkâr komutundan hareketle kotarılmışken her şeyin bir biçimde halen o akıla fikre göre dönüştürülmesi çabasıdır karşılaştığımız. Yarıda konulan cümlelerin üzerinden hareketle devam edersek nefretin nasıl mübalağasız ayrıştırılmazımız haline dönüştürüldüğü de daha can yakıcı bir biçimde kendini ortaya serecektir. Yangın yerini tanımlandırırken kullanageldiğimiz sözcüklerin birilerinin nazarında başkalarında can yakacak şeylere dönüştürülmesinin ana hatları daima bu eksik gediklik üzerinden konumlandırılmaktadır. Eksik gedik konulanların bitiminde, arasında, yanında ve yöresinde akla hakaret gibi kolaylıkla monte edilen sabit fikir gamlarla, imlerle beraber vurgu tastamam nihai bir biçimde viranlığı tanımlandırmaktadır. Nefret işte bu şartlanmışlıklar ekseninde kendi yolunu bulmaktadır.
‘Bugünün ülkesi’ diye addedilen tek dilden tek millete varasıya kadar arası bir dolu, hep dolu tahakküm öznelerinin sıkıştırıldığı bir grilik ile hemhalsa işte bu yüzdendir. Bunca sık müdahale, bir dolu engelleme, arkası yahut önüne kurulan setlerle beraber duyulmasını, tartışılmasını engelleme vb. ile beraber topyekûn hamaset söylemleriyle ayaküstü bir linçin bir nefretin bir öç almanın zemini daha kolaylaştırılmaktadır. Cümlemiz için geçmiş olsun demekten çok daha vahim olanların birbiri peşi sıra tekrar edilebildiği yeniden kurgulanabildiği bu ülkede hayat işte böyle bir kör kör parmağım gözüme tavırla daraltılmaktadır. Eksik gedik konulan cümleler gibi hayat da bir biçimde noksanlaştırılmaktadır.
Devletlûnun lügatine göre herkes terörist olarak adlandırılabilir o bahiste mühim olan kutsal ve dokunulmaz belletilen yapının yani devletin tam ve eksiksiz korunması bahsidir akıldan yürütülen biteviye tekrar edilip durulan. Yarım bırakılan cümlenin bağlacı olan sözcükleri gibi hep aynı noktada hep aynı minvalde çıkarsamaların bir suretidir terörist ifadesi. Tüm diğer nefret unsuru, ayrıştırıcısı olarak değerlendirilenler gibi, aynı kavimden bir yaftanın ta kendisidir bu “terörist” atfedişi. Kadir Cangızbay’dan alıntı yaparsak; “Bizim tedhiş kelimesini terk edip ‘terör’ü kullanır hale getirilmemizle ise şöyle bir şey oluyor: Birilerinin “terörist” ilân edilebilmesi için ortada insanları dehşet içinde hem zihnen hem de fizikken mefluç hâle getirip yıldırmaya yönelik bir eylemde veya böyle bir eylemin hazırlığı içinde bulunmaları şartı ortadan kalkıyor.”
Kurgunun eksiksiz bir biçimde sürdürülmesi için terörist ile beraberindeki çağrışımlar, nefret suçları da kendini konumlandırmaya, güncellemeye devam ediyor. Her şey meydandayken bunca kendini gösterirken, hala kafayı kuma gömüp hiçbir şeyden haberdar olmadığımız sanrısına prangalı olduğumuzdan bihaber illa ki mutlu mesut yaşamamız zikrediliyor. Kürdün her kim olduğunu Ertürk Yöndem’in Perde Arkası’ndan sonra, sırasıyla Kurtlar Vadisi ve Şefkat Tepesi dizilerinden öğrenenler otuz beş yıldır aynı kadrajdan ve hep aynı ezberlerden bunu okumak mecburiyetine terk ediliyorlar. Hep aynı tornadan biçimlendirilmiş her dem benzeş sözcüklerle kurgulanmış olan atfedişler ve tanımlamalar ile “nefret” kalıcılaştırılıyor.
Biteviye bir süreklilik dâhilinde gösterilenler ve anlatılanlarla Kürd eşittir teröriste zamklanıyor. Ne hak ne hukuk, ne tek bir savunuşa, ne de herhangi bir ifadeye zemin bırakmayan akla zarar ezberler bugün yaşadığımız ülkenin Batı’sında; Urla’da, Güzelbahçe’de, Aksaray’da, Ceyhan’da, Alanya’da, Doğu’sunda da Amed’de saldıran münferit kitleler! için bir ön okumaya dönüştürülüyor. Ezberlerden şişmesi, yüzlerinin kızarması gerekenler suçlu olarak Kürd’ün varlığı ortaya çıksın diye takla üzerine takla atıyorlar. Ne işleri vardır oralarda diyerek, meşru siyasal zeminde hareket etmeye çabalayan bu ülkenin yurttaşları linçin hedefine terk ediliyor.
Bilmiyoruz kaçıncı kez, nefret söyleminin pragmatik bir yansısı olarak Alevi-Kızılbaşlar hakkında kullanılan deyimlerin, imalı göndermelerin bir başka sureti resmen ‘Başbakan’ tarafından onaylanan bir tapenin suretinden yansıyor. Bir saniyelik çekince bile taşımaksızın “Hakim Alevi” diyebilen dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in veciz cümlesinden yansıyor. İma edilen sürekliliğe kavuşturulma konusunda elin hiç de korkak alıştırılmadığı bir ayrımcılığı yine yeniden güncelliyor. Hakkı ve hukuku kolayca etki altına alabilmek, yönlendirmek mevzu bahisse eğer bundan daha ağır çabalanımlar var mıdır? Hiç söz konusu edilebilir mi? “Ali’yi sevmek Alevilikse ben de dört dörtlük Aleviyim” sözünü edebilen bir başbakanı ne yana koymalıyız peki allasen?
Devletin resmi haber ajans’ının haber metninde Kars ilinden bahsederken Ermeni’leri toptan silmesini yok saymasını nasıl yorumlamalıyız? Uluslararası Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Derneği Başkanı’nın ülkenin yegâne geride kalabilmiş Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü’nü ziyaret etmesini pardon teftişe çıkmasını neye yormalıyız? “Affedersiniz Rum, Ermeni diyorlar” bahsine sımsıkı tutunmuş bir Başbakanın aklının paralelinden ilerleyen birilerinin kalkıp bir köyü ziyaret etmesi, kolaçan etmesi sonrasında da ahkâmını kesmesini nasıl okumalıyız. “Vakıflı köyünde yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın bir Türk vatandaşı gibi her hakka sahip olduklarını, Vakıflı Köyü Kooperatifi adlı bir kooperatif kurmuş burada üye olan 27 bayan ürettiklerini satarak gelir elde etmekte ve devlet kuruluşlarında memur olarak görev yapıyorlar. Köyde bulunan kendilerine ait olan Meryem Ana Kilisesi’nde özgürce ibadetlerini gerçekleştiriyorlar. Ermeni diasporasının da tutumunu siyasi bir olay olarak gördüklerini rahatlarının iyi olduğunu belirtiler, Buda Ermeni diasporasının Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşlar zülüm görüyor, ikinci sınıf vatandaş işlemi yapılıyor yalanlarının ne kadar ispatsız ve hayali olduğunu ortaya koymaktadır.” Huzura ermeye yeterli ya da kafi gelir mi bütün bu bahisler.
Nefret sübjektif aykırı, ayrıksı bulunan, görülen hemen her şeyi yaftalamak için kullanılan tekrar edilip durulan atıl bir bahisten çok akla zarar olanı, yaşatmayacağız mefhumunu diri tutmak için elden geçirilen özneler bütününe dönüşüyor. Kin, hınç, linç nefretin sacayakları olarak manşetler, hedef gösterimleri veya Asimder Başkanı olan şahsın beyanatlarındakiler gibi iler tutar yanı bulunsun bulunmasın bağlantılar ile beraber devletin öğrete geldiğini tekrar eden bir sunumu yineliyor. Her bağlantı ve her çıkarsama aslında nasıl bir ülkede yaşadığımızı hiçbir ilaveye gerek duymadan özetleyen bir sonuca eviriliyor. Kürd bahsi neyse Alevi bahsi neyse, Ermeni’nin de o bağlamda ve aynı ölçüde eşit bir biçimde nefretin harcında kullanılan, kullanımına tahsis edilen bir kimlik olduğu yineleniyor vurgu hep buradan çalışıyor.
Geçtiğimiz hafta içerisinde Fatih’te gerçekleştirilen bir gösteriye katılanları bulmak için, içinde bulunduğu İETT otobüsünü durduran polislerin, Marmara Üniversitesi öğrencisi Ali Yenice’nin eyleme katılıp, katılmadığını anlamak için “Ne mutlu Türküm” demeye zorlamalarından bunu görebilmek mümkündür. Zorbalığın artık aleniyete kavuştuğu yerde, her şeyin hunharca ve devletlûnun bilgisi dâhilinde gerçekleştirildiği bu ülkede asayişin nasıl sağlama alınacağı, alındığını acı bir biçimde kanıtlayan bir tecrübedir. Sınanış “Ne Mutlu!” bahsinden çok illa ki onu söyletmeye zorlayarak, bir yerde kimliği parçalayarak, insanın kim olduğunun, hangi aidiyetten olduğunun hangi tür fenalıklara müsaade edip, diğerlerini önleyeceğini ortaya çıkartan bir vahamettir. Tastamam böylesi bir tavırdır sonuç kabilinden karşılaştığımız.
Amed’in Lice ilçesinde, kalekol inşaatını protesto eden halka askerin açtığı ateş sonucunda yaşamını yitiren Medeni Yıldırım’ın abisi Mehmet Yıldırım’ın sözleridir dikkatlerinize sunmaya çalışacağımız: “-Evladı öldürülen bir anneye seni kim gönderdi dediler.” Meşru bir hak olan protestonun nasıl devlet nezdinde bir suça dönüştürülebileceği dahası yitirilen Medeni’den sonra Anne Fehriye Yıldırım’ın Başbakan’dan yanıt istemesinin neden diye sormasının karşılığı bu cümlede saklıdır. Seni kim gönderdi? Verilecek tek bir hesap yoktur, bahsedilen tüm müesses nizam takipçiliği, insanları hizada tutma çabasının tam ve eksiksiz yansısı ciğeri yanan insanlardan bunu neden yaptıklarını sorgulamaktır tek alabildiğimiz tavır.
Devletin nefretinin nelere dönüştüğünü meydana seren bir başka acının merkezi Roboski’deki Askerin yapmış olduğu müdahaleler, aralıksız operasyonlar ile kıyamdan kurtulan köylülerin başlarına getirilmek istenen fecaatten okuyabilmek mümkündür. Her şey karma karışık bir nizamda çorak bir iklimdeki vahaya dönüştürülürken barış için didişen insanların, onca zulümden sonra hala ve inatla o tavrı savunan halkın tepesine inmek, gerilla ile savaşmak için tahrikten kaçınmamanın bilmiyoruz kaçıncı suretidir gördüğümüz, haberdar olduğumuz. Barış dediğin mefhum lafla! gelmeyecekken, linçler ve tehditler ve durmaksızın ateş altında tutulan Roboski’de her şey kendiliğinden özetleniyor. Hayat ile ölüm yan yana konumlandırılırken, şüpheden arınmayan akıl barışı da zora sokmaktan asla kaçınmıyor, iyi de nereye kadar?
Hayallerin satılığa çıkartıldığı bir ülke burası işte bu sathı mahallimiz. Her yerin kumpasla baş başa bırakıldığı, Başından ayakucuna kadar nefrete gömülmüş bir ülke. Basitçe ifadelerin, yarım bıraktırılan cümlelerin sonucunda ağıda çıktığı bir ülke burası. Haddin ve hududun bildirimi ne ilk ne de son, kaçınılmayacak bir biçimde sürekliğe çok uzağa gitmeden kalıcılaştırılan bir mesele dönüştürülüyor. Yaşayabilmek kimliklerden önce, kimler olduğumuzdan önce, nasıl ve hangi amaçlar doğrultusunda yan yana durduğumuzun bahsi üzerinden şekillendirmesi gereken bir meseleyken nefret sonumuzu bu cehennemimizi istisnasız hepimiz için kalıcılaştırıyor. Görüyor muyuz? Artık idrak ediyor muyuz?
8 Mart 2014 Cumartesi
Tasavvuf Terapi Nedir?
6 Mart 2014 Perşembe
Sandık aklamaz / Ruhi Uzunhasanoğlu
Başbakan ve oğlu arasında geçen akçeli konuşmaların tapeleri yayınlandığı akşam bir çok insan aynı duyguya kapıldı.“Bu da mı gol değil”Ertesi sabah heyecanla uyandık.Hepimiz bir açıklama bekledik.Öyle ya koca başbakan oğluna evlerindeki paraları “sıfırla” talimatı veriyordu.Taşı taşı bitirilemeyen paraların bir açıklaması olması gerekiyordu.Çok geçmedi Başbakan meydanlardan seslendi.“Kasetler montaj ve dublaj ”E..Başka birşey yok.Dağılabilirsiniz.Nasıl yani..Hırsızlık,avro,kutular,para kasaları,57 günde verilen tahliyeler,binlerce polis , savcı oradan oraya evliya çelebi,yüksek hakimlerin bakana bağlanması , internet yasağı ,alo fatih hattı ,havuz medyası , Alevi hakim,rüşvetin aklandığı Bilal oğlan vakfı..…Anladık ki “Hiç biri gol değil”Hem suçlu hem güçlü olan Başbakan hırsızlığı , yolsuzluğu ,milyon avroları,bütün rezillikleri “bunlar yalan,paraleller var” diyerek yok hükmüne bağladı.…Çok entersan bir süreci yaşıyoruz.Her gün yeni kasetler yayınlanıyor.Hergün ayrı bir acaiplik.Haklı olarak bütün bunlar şaka olmalı diye düşünüyoruz.Son bir kaç ayda yaşananlar bırakın Avrupayı , Patogonyada bile olsa sistemi çöker.Bütün bu pespayeliklere hiç bir iktidar dayanamaz.Bu nasıl pişkinlik,bu nasıl aymazlık,bu nasıl hayasızlık anlamakta zorlanıyoruz.Yanınızda , yörenizde , komşunuza ,iş arkadaşınıza sorun , aynı cümleyi duyacaksınız “bu konuşmaları dinlerken onlar adına ben utandım,bu kadarı da ayıp ama ya”…Bütün bu utanç tablosundan hiç etkilenmeyenler var elbette.Onlarla aynı toprağı,aynı havayı ,aynı ekmeği,suyu kullanıyoruz.Biz kusacak hale geldik.Bu insanlarımızın midesi bulanmadı henüz.Daha ne olacak da siz “Yeter” diyeceksiniz.Hayat sadece yol,baraj,hızlı tren,havaalanı,plaza,yatırım,yine inşaat,daha fazla inşaat , köprü’den ibaret değildir.Öyle olsaydı Avrupalılar mutluluktan hergün “ölüyor “olurdu.Hayat önce ekmek,barınma,su, hava, refah, paylaşım ve aynı öncelikle onur,adalet,erdemdir.“Herkes çalıyordu,bunlar da çalıyor,ama bize de kırıntısı düşüyor” diyorsanız,O zaman birinciliği açık ara AKP alır bilesiniz.…Seçime çok az kaldı.Sanıyorlar ki sandıktan çok oy alırsak herşey unutulacak.Bu kadar pisliği hiç bir sandık temizlemez,unutturmaz.İstersiniz yüzde 99 oy alın yine yetmez.Kalan Yüzde 1 size yine haykırır “Hırsız var”
4 Mart 2014 Salı
Murat Duran/ Ötekiliğin dibinde yüzmek: LGBT!
İnsanların çoğu zaman düşünceleri, renkleri, etnik kökenleri, inançları ile birbirine “öteki” olduğu veya hepsinin birden devlet nezdinde öteki olduğun inkar edilemez bir gerçeklik. En trajik olanı ise kanımca insanın cinsiyeti ile başkasına öteki olmasının yanında bedeni ile de kendisine öteki olması…
Biz heteroların uzaktan en çok ahkam kestiği meselelerden biridir LGBT. İslam dünyasında bu çok daha fazla kasvetli olduğu için çelik gibi muhafazakar algımıza oturttuğumuz ve çıkmaza girdiğimiz noktada kurtarıcı cümle “ sizi anlayamıyoruz o sebeple…” oluyor. Zaten temel mesele “biz” olarak “siz” ile empati kurmak, anlamaya çalışmak değil.
Temelde önce anne ve babadan dışlanan eş cinsellerin “solcu” arkadaşları tarafından da dışlandığını, hakir görüldüğünü hissedince kendisine ait olmayan bedenine iyice çökmekte, gizleyen karanlığına sinmekte.
Toplumsal kültürümüz gereğince aslını astarını, kaynağını bilmem cartını curtunu merak ettik, ederiz. Çünkü tarih, gelenek, biz demekti öyleyse gelecekte bizim yansımamız olacaktı. Temelde meydana gelecek değişimin “kadim kültürümüzü” değiştireceğine inanıp, kaygılandık. Bu değerlerin korunması kaygısı, iktidarın bilincimize yerleştirdiği kemikleşmiş dilin kadim öyküsü. İnsanlar neden “normal” olmakta-görmek istemekte- ısrarlı? Bu nokta da farklı olan hep bir tehdittir. Çünkü sonuçlar gözlemlenmekte yetersiz ve bilinmezdir. Bilinmezlik bile korkunun sebebi olmasına yetiyor. Nerden mi biliyoruz? Tanrı deneyimimizden..
Temel sıkıntılardan biri aileye ve yakın çevresine derdini anlatabilmeyi becermiş, kendini açığa vurmuş, hislerini tekel algıya emanet etmiş her türlü “öteki cinsiyet” sıfatı yakıştırılan insanların kendilerinin rahat edeceği sosyal bir alana sahip olamamalarıdır. Bahsettiğimiz alan “diğerlerine” ait ayrı bir sosyal mekan gibi algılanmamalı. “Normal” olandan ayrılan kamusal veya toplumsal alan en başından ötekileştirilmenin bir diğer adıdır. LGBT’ye ille de bir düzen tesis edilecekse bu onlara özgü bar, kafe, restoran, sinema gibi yerler değil özel başlık altında bir yasa ile yasal haklar içinde her türlü haklarının güvence altına alınarak yapılmasıdır. Aksi taktirde onların bilerek ifşa edilerek ve linç kültürümüzün kurbanı olmaktan başka bir şey olmayacaktır. Bu günlerde harıl harıl kurban arayan linç kültürümüzün yasaları da pek iplemediği ayrı bir konu ya…
Görünen o ki başka bir diğer mesele de hetero olmayanların, bilim dünyası tarafından onların meseleye psikolojik, patolojik gibi yaklaşımları karşısında rahatsız olmaları ve mağduriyetleri… her ne kadar son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eş cinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onaylasalar da toplum algısını değiştirecek bir süreç yaşanmadı. İslam dünyasında nasıl domuz etti mideyi imrendiriyorsa iki eşcinselin öpüşmesi de aynı derece mideleri bulandırıyor. Maalesef diyebileceğimiz genel algı bu. Daha önce de belirttiğim gibi meselenin temelinde kültür yatmaktadır. Hiyerarşi ile sıralamak gerekirse inançların siyasal kültür üstündeki egemenliği güçlenerek toplumsal sitemin kodlarına işlemekte. Burada eğer politik ve örgütlü bir LGBT’den bahsediyorsak iktidara karşı verilen mücadele ile değişim gerçekleşebilir. Mevcut sabit bir egemen-iktidar psikolojisine benzetilen, yurttaşların en azından vergilerini ödeme, yükümlüklerini yerine getirmeye yetecek kadar “sağlıklı psikolojiye” ihtiyacının olduğu açıkça söylenmese de bu bariz ortadadır. Aykırıyı, farklı olanı normal olana benzetme, bilinmesi istenilenin aksine şahsın ve toplumun kendi yararına değil iktidarın yararınadır. İktidar eğilim çoğunluğun güvenini tehlikeye atmayı yerine bu azınlık dağınık grubu görmezden gelme veya baskı altına almayı seçmektedir.
LGBT’nin apolitik kimlikten kurtularak, toplumsal muhalefet içinde politik cesur bir kararlılıkla “ben de buradayım” demesi ancak devrimci bir hareketin kendisine açılan yeni bir kanal ve bu kanalın soncu olarak yeni bir alan ile mümkün olur.. Kendilerini en yakın hissettikleri sol fraksiyonların içinde de gerekli desteği görmektedirler. LGBT üyelerinin desteklediği muhalif direniş eylemlerinin sırf konu LGBT olursa onlarla beraber yürüyebilecekler mi? Eş cinsel olmadığı taktirde onlarla beraber aynı biber gazına ne kadar tahammül edilecek? Orası muammadır. Bu sebeple yeni bir alan ve örgütlülük şarttır. Çünkü bu örgütlülük yabancı bir beden içinde yaşanılan hayatların özgürleşmesi ile aynı anlamdadır…
Murat Duran
3 Mart 2014 Pazartesi
Akın Olgun/ İki gözünüz aksın
Meğer hepsi içinde birer Goebbels besliyormuş. Manşetlere ve köşelere zamkla yapışmış küçük Goebbelslerin, ürettikleri aptal yalanları doğruymuş gibi topluma yedirmeye çalışmalarını başka nasıl tarif edebilriz?İçlerinde kodlanladıkları Goebbelsler her gün televizyonlardan, gazetelerden yüzümüze yalanlar kusuyor. Yalanı utanmadan söyleyebilmek ve normalmiş gibi sıradanlaştırabilmek onunla yaşamayı kolaylaştırıyor olmalı. Yalanla ancak yalan söyleyerek mücadele edilir ve bunun için her yalan meşrudur anlayışını stratejik bir kabullenmeyle kendini kullanıma sokanlar ortalığa ediyorlar.Öyle kokuyorlar ki yanlarından bile geçemezsiniz. İnkârla dolu pis bir ağız kokusu var hepsinde. Yuvarlayarak konuşurlar, tiril tiril giyinir dik yaka konuşmalar yaparlar. Her an yakalanma duygusuyla gözleri fıldır fıldır dolaşırken bulursunuz onları. O fıldırlı gözlerini konuşurken iyice açarlar. Sanki gözler yerlerinden çıkıp önünüze akacakmış gibidir. “iki gözüm aksın valla bak” şekline bürünen gözler. Oysa akıyor zaten. Bakışıksız, duygusuz ve en çok da insansız…“Hepimiz özeleştiri vermeliyiz” deyiverir yeni sürecin yalanına dahil olabilmek için. Kendisi değil de “hepimiz” vermeliymişiz. Suçu ortaklaştırmayı özeleştiri gibi sunan o çok akıllılar, kurdukları tuzağa “keklikleri” çekmek için ötüyor. “Kullanışlı” ve “kullanışsız” aptallar ise kanat çırparak gönüllü dahil oluyorlar. Bir ön hazırlık cümlesidir özeleştiri. Yoksa onun ne olduğunu, ne işe yaradığını, neden yapılması gerektiğini bilmezler. Devran dönmüş, onlar da dönen devrana uygun bir U dönüşü yaparak yeni konumlarını belirlemiştir. Şimdi ise, hakkında konuşup sövdükleri, inim inim inlettikleri, hayatlarını söndürdükleri insanlara, ‘kullanıma açık aptallarmışız, yanlış yapmışız hadi gelin yeni düşmana karşı yalanda güç birlği yapalım’ gibi sırnaş cümlelerle yanaşma halindeler.Şaşırıyormuyuz? Hayır.Artık ortalıkta ne kadar el bezi varsa, iktidarın pisliğini temizleyip halının altına süpürmek için piyasada. İktidarın en iyi el bezi olmak için korkunç bir yarış yapıyorlar. Lakin karşı tarafın el bezleri de hiç boş değil. Birbirlerini çok iyi tanıdıklarından, halı altına süpürülenleri bulup bulup yeniden ortalığa saçıyorlar. Nemli yalanlar küflüyor dört bir tarafı. Dubailerden getirilmiş altın duvar kağıtlarıyla kapattıkları beton duvarlar yeniden açığa çıkıyor. Oysa bu parlak görgüsüzlük hiç yıkılmayacakmış, sökülmeyecekmiş gibi duruyordu.İngiliz evlerinin üst üste yapıştırılmış duvar kağıtlarını söktükçe altından eskisi çıkar. Evlerin yüzyıldan fazla geçmişi olduğunu düşünürseniz daha iyi anlarsınız bunu. Kazırsınız bir yenisi daha. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelir size. Kazımaktan yorulursunuz. Siyasi ve kültürel geleneklerini bu kat kat duvar kağıtlarını sökerken bile anlarsınız. Bizde ise kazırsınız hemen duvar karşınıza çıkar. Yerli yerine oturmuş bir siyasi, kültürel gelenek olmadığından ve her gelen kendi görgüsüzlüğünü siyasete yedirdiğinden bir türlü tutunamaz demokrasi.Demokrasi ve demokrasi bilincimiz çakma olunca yansıması da yamru yumru oluyor. Merkez siyasetinin karakterini bu çakmalık belirliyor. Korkunç bir doyumsuzluk, hazımsızlık her geleni ele geçiriyor.Her gelen çalıyor, çırpıyor. İktidara gelmek ile çalıp çırpmak arasında bir el ovuşturma var. Bir ülkenin geleceğini değil, kendi geleceklerini garantiye alma güdüsü kenetliyor yönetenleri.Gelişim diye gösterilen beton yığınlar, yollar, AVM’ler bir toplumu üst üste istifliyor. Büyük dev beton tabutlara koşuyor insanlar. O yapıların cafcaflı olanına kapak atmayı sınıf atlamanın bir göstergesi sanan zavallılık, bir de itiraz edene aşağılayarak bakıyor ve “gözü” ‘atladığım’ sınıfta” diyerek çullanıyor üstüne.O binalara onları istifleyenlerin, kendilerinin orman içinde ve yahut denize bakan, bol oksijenli nezih bir yerde yaşamayı tercih ettiğini görmüyorlar. Her gün evlerine zorla bırakılan gazetelerin manşetlerine cıkcıklayıp, cukcuklayıp duruyorlar.Çünkü onlar için kurulan yalanları besleyip, büyüten küçük Goebbelsler var. Her yere temsilcilik açmış, iktidarın ofis boy’ları olarak çalışıyorlar.Adına “rüşvet” denen o çark sadece siyasetçisini değil, bu ülkenin akademisyeninden, tarihçisine, tarihçisinden bilim insanına, bilim insanından yazarına, aydınına kadar herkesi esir almış durumda.Rüşvet ve yolsuzluğun esiri, artık bu ülkenin onuru.Hepimizi kullanışlı aptal yapabilmek ve kendine benzetebilmek için hiç durmadan çalışmaları boşuna değil.Halbuki ne kadar çok benzeşirsek o kadar çok onursuzlaşacağız.
BirGün
1 Mart 2014 Cumartesi
Yol Seni Aslına Götürmeye Çalışıyor
Mahsum TEYFUR / ADADA YALNIZ
İnsanoğlu doğumuyla beraber yaşamını sürdürdüğü, hayatını idame ettiği, içerisinde yaşadığı toplumu, ailesini ve çevresini kabullenip, yaşadığı topluma uyum sağlamaktadır. Bu bir alışkanlık olsa gerek. Bediüzzaman Said Kurd-i, bir kitabında ‘’insanı yaşadığı çevreden başka bir çevreye götürseniz, mesela gözlerini bağlayıp bir adaya bıraksanız, o insan çevresini ve kendisini sorgulamaya başlar; burası neresi, ben nereden geldim’’ diye.
Üniversite hayatımın en önemli ve zorlu bu son bölümünde, kendimi bir adada yalnız olarak hissediyorum. Tüm öğrenciler bu final sınavları zamanında mezun olmak telaşı içinde ders çalışırlarken, ben de masamın başına oturup yarın ki sınava hazırlanma girişiminde bulundum. Bir anda, mezun olduktan sonra ne yapmam gerektiğini sorgulama gereği duydum. Hayattan ekonomik anlamda bir beklentim yok. Kendime olan özgüvenimden kaynaklanıyor sanırım. Fakat içerisinde bulunduğum coğrafya ve beni yakından ilgilendiren bölgelerin siyasi, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik durumları benim üzerimde olumsuz bir etki yaratıyordu.
Ortadoğu geldi aklıma birden… Savaşların hiç bitmediği, ölümlerin olduğu, yaşamların öldüğü, tüm emperyalist güçlerin hayat bulduğu Ortadoğu… Ortadoğu uzun yıllar çeşitli kavimlere ev sahipliği yapmış ve üzerinde birçok medeniyeti barındırmıştır. Burası çok dinli bir merkez halindedir. Müslümanlığın burada doğması ve bu coğrafyada yayılmaya başlaması açısından önemli bir yere sahiptir. Emperyalist güçler, Müslümanlar arasına nifak sokarak <dini görünümlü> bir iç savaş ve kriz ortamı yaratmış bulunmaktadır. Bu güçler Ortadoğu’da halkları farklı gruplara ayrıştırıp kendi tekeline ve hizmetine sokmaktadır. Emperyalizmin Ortadoğu’da körüklediği mezhep savaşları halkları ayrıştırıp kutuplaşmalarına sebep olmaktadır. Maalesef günümüzdeki Müslümanlar, bunu bir din savaşı olarak görmektedirler. Oysa bu <din görünümlü> bir rant savaşıdır. Emperyalizm için Ortadoğu vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ortadoğu’nun jeopolitik, jeostratejik konumu, zengin petrol kaynakları, bu topraklarda dünya üzerindeki petrol rezervlerinin büyük bir kısmının bulunması bu güçler için hayati önem taşımaktadır. Petrolün yanı sıra Ortadoğu’da bu güçlerin kendi elleriyle yarattıkları savaşlarla, bölgede kendilerine silah ticareti rantı da sağlamışlardır. Emperyalist güçler, Pazar alanını genişletmek adına zayıf düşmüş Ortadoğu halkı üzerinde, zamanında Mısır’daki Firavunların kullandığı böl-parçala-yönet politikasını uygulamaktadırlar. Şüphesiz ki bu siyasi ve ekonomik politikalar sonucu Ortadoğu halkı çok büyük zararlar görmektedir. Bu güçler tarafından yaratılan çirkin savaşlar sonucunda milyonlarca insan ölmekte, milyonlarca kadın dul kalmakta ve eğitimden, sağlıktan, edebiyattan, bilimden, sanattan uzak yeni nesiller yetişmektedir. Ortadoğu halkının kendi iradesiyle değişmeye ve dönüşmeye ihtiyacı olduğu şüphesiz bir gerçektir. Unutulmamalıdır ki İslam dini, uğruna <sözde> yapılan savaşları uygun görmemekte ve ayrıştırmayı değil bütünleştirmeyi emretmektedir. İslam dinine baktığımızda kardeşkanının akıtılmasını haram kılmakta; dini, menfi ilişkilerden uzak tutup objektif yaklaşıldığında görülür ki, İslamiyet ölmeyi ve öldürmeyi değil yaşamayı emretmektedir.
Yarın ki Tarih Ekonomisi sınavıma çalışmadan önce ‘’keşke İktisat bölümünde okumasaydım’’ diye geçirdim içimden. O zaman belki, Ortadoğu’daki savaşları, ölümleri ve iğrenç ekonomik politikaları düşünmek yerine Ortadoğu’nun edebiyatını, sanatını, tarihini, güzelliklerini düşünür ve yaşardım. Kim bilir belki Nil nehrine, Mısır piramitlerine ve tarihin en derinliklerine yolculuk yapardım. Ya da yalnız kaldığım adada Amin Maalouf’un Semerkant’ını okurdum.
Bazen alışkanlıklardan sıyrılıp yalnız kalmalı bir adada.
Savaşların olmadığı, ölümün öldüğü bir dünya umuduyla…
Mahsum TEYFUR